Dünya

AP Türkiye raportörü Piri: Müzakerelerin askıya alınmasını isteyeceğiz

"Kırmızı çizgi aşıldı"

04 Temmuz 2018 20:02

Kayhan Karaca
Strasbourg

Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye raportörü Hollandalı parlamenter Kati Piri, 'kırmızı çizginin aşıldığı' değerlendirmesinde bulunarak bu yılki Türkiye raporunda müzakerelerin askıya alınması çağrısında bulunacaklarını söyledi.

24 Haziran seçimleri ve bu seçimler sonrası Türkiye-AB ilişkilerini DW Türkçe’ye değerlendiren Piri, AB’ye üyelik modelinin Türkiye için opsiyon olmaktan çıktığı görüşünde. AP raportörünün DW Türkçe'nin sorularına verdiği cevaplar şöyle: 

Türkiye’deki son seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle seçim kampanyasının adil olmadığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Televizyon kanallarında adaylara ayrılan süre kesinlikle eşit değildi. Seçim sonuçlarına bakacak olursak, Başkan Erdoğan bir önceki seçimlere oranla 7 puan kaybetti. Buna karşılık koalisyon ortağı MHP ile birlikte eskiye oranla zayıflamış parlamentoda çoğunluğa sahip. Yeni başkanlık yönetimi başkanın kuvvetler ayrılığı olmaksızın hiçbir demokraside görülmemiş ölçüde güce sahip olacağı anlamına geliyor. Başkan Erdoğan dünyanın en büyük demokratı da olsa kuvvetler ayrılığı her siyasiye gerekli. Ancak yeni sistemde bu yok artık.

"Bizim açımızdan kırmızı çizgi aşıldı"

Sonuçlar Avrupa Parlamentosu (AP) içinde nasıl karşılandı?

Biz AP olarak geçen yıl Venedik Komisyonu’nun raporunun ardından, son anayasa değişikliğinin olduğu gibi hayata geçirilmesi halinde Türkiye’nin AB katılım müzakerelerinin formel biçimde askıya alınması çağrısında bulunacağımızı söylemiştik. Ne yazık ki o noktaya gelmiş bulunuyoruz. AP’nin tutumu değişmedi. Ne yazık ki Türk hükümeti de hiçbir değişiklik yapmadı. Bu şartlarda ve en azından gelecek beş yıl süresince üyelik müzakerelerinin devam edebileceği hayalini bırakmak gerekiyor. Bizim açımızdan kırmızı çizgi aşıldı. Bu yılki Türkiye raporunda müzakerelerin kesin olarak askıya alınması çağrısında bulunacağız.

"Başkan kararnamelerle ülkeyi yönetiyor"

Seçimler sonrası yaptığınız açıklamada, Türkiye’deki başkanlık yönetiminin AB kriterleriyle uyumlu olmadığını savundunuz. Tam olarak nedir uyumlu olmayan?

AB üyeliği için liberal bir demokrasi olmanız gerekiyor. Bu, siyasiler yargıçları atayamaz demektir. Yeni anayasaya bakarsanız, Başkan kararnamelerle ülkeyi yönetiyor. Parlamento veya bir başka ortak yasama organı olmaksızın yasa yapabiliyor. Parlamentonun hiçbir söz hakkı olmadan kabine oluşturuyor. Parlamentoyu feshedebiliyor. Tek bir kişinin elinde bu kadar güç olması tipik bir liberal demokrasi özelliği değil. Avrupa Konseyi de Venedik Komisyonu aracılığıyla aynı şeyi söylüyor. Gelecekte anayasa değişmez demiyorum, fakat bu anayasa yürürlükte kaldıkça ve Türkiye’de temel haklar, insan hakları ve azınlık hakları konusunda mevcut şartlar devam ettikçe, dürüst olmalı ve ilişkimizin bu şekilde hiçbir yere gidemeyeceğini görmeliyiz. Başkan Erdoğan da politikalarıyla Türkiye-AB ilişkilerini riske soktuğunu çok iyi bilmekteydi. İçerdeki politikaları Batı ile ilişkilerinden daha önemliydi sanırım.

"Erdoğan Avrupa’nın bölünmüş olduğunun farkında"

Başkan Erdoğan’ın AB perspektifine inanmadığını mı düşünüyorsunuz?

Erdoğan Avrupa’nın bölünmüş olduğunun farkında. Müzakerelere devam veya stop demek için 28 ülkenin onayı gerekiyor. Erdoğan’ın AB Konseyi’nde bu tür kesin kararlar alınmasını önleyecek bir ya da iki dostu olacaktır her zaman. Bunun için kendisini suçlayamam. AB’nin bölünmüşlüğünü kullanan tek lider kendisi değil. Trump da yapıyor. Putin de deniyor. Erdoğan da AB Konseyi’nde engelle karşılaşmayacağını biliyordu.

"Son üç yılda Türkiye’den pozitif bir işaret görmedik"

AB dönem başkanlığı Türkiye’nin üyelik perspektifine şiddetle ve açıkça karşı çıkan Avusturya’da. Mayıs 2019’da AP seçimleri var. Üyelik meselesi bir yana, ilişkilerde de kayıp bir yıla mı girdik?

Bu iki tarafa da bağlı. Son üç yılda Türkiye’den pozitif bir işaret geldiğini görmedik. Hangi dönem başkanlığı olduğu da önemli değil. AB devletlerinin ezici çoğunluğu ilişkilerde ilerleme konusunda irade göstermiyor. AB gündeminin belirlenmesinde dönem başkanları o kadar da önemli değildir. Alman hükümetinin koalisyon anlaşmasına ne koyduğuna bakın. Türkiye ile fasıllar açılmayacak, katılım müzakereleri dondurulacak, gümrük birliği de güncellenmeyecek. Bugün İtalya da dönem başkanlığı yapsa AB’nin Türkiye politikasının değişeceğini sanmıyorum. AB içinde birçok çevre son yıllarda Türkiye’yi aday ülke olarak görmüyor ve pragmatik ilişki istiyor. Ben de şahsen üyelik modelinin mevcut şartlarda Türkiye için bir opsiyon olmaktan çıktığı düşüncesindeyim. Türkiye’nin izole edilmemesi gerektiğini de düşünüyorum. Türk halkını izole etmemeliyiz.

"Gümrük birliğinin güncellenmesine karşı değilim ancak siyasi hediye olmamalı"

AB ülkeleri Türkiye'nin üyeliğine karşılar, tamam. Fakat neden Gümrük Birliği'nin güncellenmesini istemiyorlar? Neden örneğin Almanya bloke ediyor? Gümrük Birliği'ni güncellemek Türkiye’yi AB’nin yanında tutmak için iyi bir yol değil mi?

Tabii. Şahsen ilke olarak gümrük birliğinin güncellenmesine karşı değilim. Fakat güncelleme Başkan Erdoğan’ın baskılarına karşı bir siyasi hediye olarak görülmemeli. Berlin’in son aylarda Gümrük Birliği'nin güncellenmesi müzakerelerine başlamaya yanaşmaması da buradan kaynaklanıyor sanırım. Bizler seçilmiş politikacılarız. Sadece AB çıkarlarını değil aynı zamanda vatandaşlarımızın kaygılarını da dikkate almak zorundayız. Türkiye’de yaşananlar birçok nedenden ötürü Avrupa açısından önem taşıyor. Avrupa’da yaşayan Türk kökenli çok sayıda insan var. Türkiye’deki kutuplaşma Avrupa’ya da yansıyor. 15 Temmuz darbe girişimi, benim ülkem Hollanda dahil çok sayıda Avrupa ülkesini de etkiledi.

"Eleştirilerim ülke olarak Türkiye’ye değil, hükümet politikalarına karşı"

Sonuç olarak daha pragmatik bir ilişkiye mi yöneliyoruz?

Bugüne kadar Türkiye’yi bir aday ülke olarak değerlendirdik. Şimdi, ‘madem konu gelecek yıllar için gündemden kalktı, öyleyse daha pragmatik bir işbirliğine başlayalım’ demek zihinsel planda bir tür vardiya değişikliği olacak. Benim için de öyle. Türkiye’de olup bitenle yakından ilgileniyorum. Bunu söylediğimde belki birçok kişi inanmayacak ama eleştirilerim ülke olarak Türkiye’ye karşı değil, hükümet politikalarına karşı oldu. Türkiye’nin genç dinamik, büyük bir orta sınıfa sahip, çok sayıda vatandaşı onlarca yıldır yüzünü Batı’ya, Avrupa Konseyi, NATO, OECD gibi Batı yapılanmalarına dönmüş bir toplum olduğunu söyledim hep. Türkiye’nin son yıllardaki yönelimini görmek bana acı veriyor. Bu nedenle Türk toplumunu izole etmemeliyiz.

"Son iki yıldır söylediklerimizin hiçbiri dikkate alınmıyor"

Bu gidişatı nasıl değiştirebilir Türk hükümeti?

Dürüst olmak gerekirse, son iki yıldır söylediklerimizin hiçbiri dikkate alınmadığından işlerin birdenbire değişeceği konusunda iyimser değilim. ‘Şu kişiyi serbest bırak karşılığında şunu al’ gibi pazarlıklara değil, jestlere ihtiyaç var. Bu jestler ülkenin normalleşme iradesi olduğunu göstermeli. Bir bakıma hukuk devletine dönüş. Son seçim kampanyası sırasında Batı karşıtı retoriğe fazla yer verilmemiş olması olumlu bir işaret. Kampanya daha çok iç sorunlara odaklandı. Dış güçlerin Türkiye’yi yok etmeye çalıştıkları söyleminin gerçekle alakası yok. Sıkı kültürel ve ekonomik bağlarımızın olduğu en büyük komşumuz Türkiye’nin ekonomik olarak zayıf ve istikrarsız bir ülke olması nasıl bizim çıkarımıza olabilir? Bu senaryo Avrupa’da hiç kimsenin çıkarına değildir. Ülkede gördüğümüz otokrasi bizi bu nedenle kaygılandırıyor.

© Deutsche Welle Türkçe