15 Mayıs 2016 13:33
*Gökçer Tahincioğlu
Amasya dediğin, dört yanı dağ ve kaya, ortasında akan Yeşilırmak; bir küçük şehir.
Amasya Lisesi dediğin, dağın eteğinde bir küçük okul.
O kentin ortasında, o okulun hemen altında bir küçük çay ocağı.
Orada, güneşli bir Amasya gününü öğlen sıcağında, salatalık, domates, peynir.
Orada sıcak, ince belli çay, orada bol sigara, felsefe, umut, hikâye; o küçücük çay ocağında.
İşte görüyoruz.
Büyük nutuklar, hamaset dolu bir dil, çatılmış kaşlar, kahramanlık öyküleri değil vatan dediğin.
Cenazeler, kapılarını sonsuza kadar kalabalığa kapatmış gözyaşına söz geçirmeye çalışanlar, bir daha yeri doldurulamayacak o eksikliğin yerini nasıl dolduracaklarını bulmak için çare arayanlar değil.
Vatan dediğin, işte o çay ocağında o sıcak çayı içerken edilen sohbet, o domatesin yanına iliştirilen küçücük bir parça peynirdir.
Birlikte gözyaşı dökebilmek, elini omzuna şöyle bir koymak, bir yaz ikindisinde serinleyebilmektir.
Yaşamaktır, birlikte yaşayabilmek vatan dediğin.
İlk gelişim bu Amasya'ya, yol boyu o gün kente gelecek mühim kişiler için on metrede bir alınmış önlemler.
Mühim birinin ölmesi, her zaman daha fazla ses getirir değil mi, mümkünse hiç ölmemeleri gereklidir.
Kimse ölmesin?
"Onu öyle demek yanlış anlaşılabilir, suç bile sayılabilir."
Ya da birilerinin o ülke için mühim kentlerde ölmesi de her zaman daha mühimdir.
Bu yüzden, taşra çaresizliği biraz da nasıl ölürsen öl, ölümünün bile pek bilinmemesidir.
Bir ölümün izini sürmek, bir hayatın hikâyesini dinlemek niyetim.
Kentin hâlâ birbirine sarılabildiğini gösteren anonslar yapılıyor hoparlörden.
"Emekli öğretmenimiz vefat etmiştir," "Şehit askerimiz için bu akşam mevlit okutulacaktır."
Caddede hızlı bir fatiha için açılan eller.
Caminin avlusundaki büyük çınar ağacının altında soluklanan dedeler, hayatın Yeşilırmak gibi akışını konuşuyor belki.
Ortasında büyükçe bir boşluk oluşmuş ağacın, etrafı korumada.
Kentin iki büyük caddesini birbirinden ayıran caminin avlusundan genç kızlar, öğrenciler, başörtülü, yemenili kadınlar, bebekler, ülkücüler, solcular, Aleviler, Kürtler.
Hakan Dursun Akalın'ın hikâyesi aradığımız.
10 Ekim Katliamı yaşanmadan, Ankara'ya yola çıkmadan bir gün önce, şu mesajı paylaşmış Hakan hoca sosyal medya hesabında:
"Gel demekle gelmiyor. Umut edip beklemek acizlere göre. Kaçıp saklanacak vakit değil. Sevgi emek ister ya. Ekmek ve huzur için de emek. Ankara'daymış barış, alıp getirmek gerek. Ben gidiyorum kalanlara selam olsun. Getirebilirsem barışı kızıma sefa olsun."
Sonra "Aşk bitti"yi paylaşmış, aşk hiç biter mi?
Sonra Sennur Sezer'in ölümünün hüznünü yaşamış.
8 Ekim'de doğum gününü kutlamış.
Kırk altı yaşındaymış, ne kadar da az yaşamış.
Katliamın yaşandığı gün, patlamadan hemen önce bir anlığına yanından ayrıldığı arkadaşı ve kız kardeşi ile buluşacağım.
Okulun hemen altındaki çay ocağında; Hakan hocanın en sevdiği yermiş.
Nereye dönsen kaya, o kayalara oyulmuş mezarlar, ne yana baksan Yeşilırmak.
İncecik sokaklardan yukarıya doğru vurup yolu Amasya Lisesi'ni buluyorum.
Hocanın okulu burası.
Kaya mezarlarının, minarelerin ve eskimişliğin gölgesi okula vurmuş.
Büyük kentlerden gelenler için, geçmişte kalmış bir zaman esrarında Amasya.
Öğretmen arkadaşı Rahmi Feroğlu anlatıyor Hakan hocayı:
"Gece 12'de otobüsle çıktık Amasya'dan. Merzifon'a kadar aralıksız polis kontrolü. Ankara'da ise hiç polis yoktu. Sabah 8'de Ankara'daydık. Saat 10'a çeyrek kalaya kadar güle oynaya geçti zaman. Kortejler oluşacaktı artık. Hakan hoca bir ara kayboldu. Gevrek satmayı öğretiyordu bir öğretmen arkadaşın oğluna, espriler yapıyordu. Biz parka yakındık, Merzifon'dan Metin Kürklü arkadaşla Gar'a yakın gitmişler, oradaki arkadaşlarla konuşmaya. Diğer arkadaşlar Gar'a, tuvalete gitmiş. Metin Kürklü ile oradaki o küçük havuzun kenarına oturmuş Hakan hoca. Sonra..."
Sonra, sırtını dayayıp da o küçük havuzun duvarına, o halayları, o renkleri, o sonbahar güneşini, Ankara'nın o son güzelliğini birkaç dakika gülümseyerek izlerken, tam da o sırada patlamış bomba.
Kız kardeşi Vildan Akalın başlıyor anlatmaya:
"8 Ekim doğum günüydü. Bir gün sonra, 9 Ekim için organizasyon yapmıştım. Tek kardeşim. Kazak almıştım bir de. O gece onlarda kaldım. Sonraki gün yola çıkıyordu, sabah da aradım Ankara'ya ulaştı mı diye. Sesi ne güzel geliyordu. Kahvaltıyı yaparken haberlerde patlamayı gördük. Açılmıyordu telefonu. Yola çıktık, resimlerini gönderiyordum oradaki arkadaşlara, hastanelere soruyorlar ya. Gittik. Gider gitmez Adli Tıp'a gönderdiler. Ensesinden bilye girmiş. Bomba hani diyorlar ya parça tesirli. O parça kardeşimin boynuna gelmiş, bir de ayağı kırıktı sadece."
Muş'ta okumuş iki kardeş.
Sonra İstanbul. İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünden 94'te mezun olmuş Hakan hoca.
Öğretmen olmuş.
İlk tayin Aksaray Ağaçören.
Sonra anne - babası öğretmen oğullarına ziyarete giderken kaza yapmış.
Tam iki yıl yoğun bakımda kalmış babaları.
İki yıl sonra dayanamamış artık hayata.
Annesi memleketi Amasya'ya taşınmış.
Hakan Hoca da arkasından tayinini aldırmış on sekiz sene önce.
Bir yıl öncesine kadar hasta annesine bakmış, sonra kaybetmiş annesini de.
Sonra Aksaray'dan bu yana evli olduğu öğretmen eşiyle, yaşamın her ânını kucaklayarak kızlarını büyütüyorlarmış yakalanana kadar bombadan kopmuş o bilyeye.
Anons yapılmış cenazesi için belediyeden.
Herkes oradaymış, "Parayı önüme atmaz elime sıkıştırırdı" diyen dilenci de ağlıyormuş, o yıl Bilgi Kuramı dersini vereceği öğrencileri de.
Sonradan öğrenmişler yakınları masraflarını karşılayıp okuttuğu öğrencileri, sevdalıların derdini dinlediğini, adaletsizliğe yakalananlara verdiği gizli destekleri.
Bitiyor sohbet.
"Resim yapıyordu, topladım bütün resimlerini" diyor kardeşi.
"Bir de şiir yazardı ama denemelerden oluşan bir kitap yazmaktı niyeti."
Çevresindekilere güç veren, akıl veren, huzur veren, yorulsa da "of" demeyen insanlardan belli ki.
Notlarımı alıp ayrılıyorum yanlarından.
Eşi katılamıyor dersi olduğu için çay ocağındaki sohbete.
Sendikada buluşacağız.
Amasya'yı anlamaya çalışıyorum, Hakan hocanın neden buraya takılıp kaldığını.
Post bıyıklı, bin metreden Alevi bir amca oturuyor biraz aşağıdaki kahvehanede.
Sarkık bıyıklarıyla bin metreden ülkücü genç takılıyor amcaya.
Amca gülümsüyor, yanındakiler gence laf atıyor.
Birlikte yaşamak zorunda olduklarını biliyorlar.
Amasya'yı, gülüşleri, yemekleri, acıları paylaşmak zorunda olduklarını biliyorlar.
İnsanlığın, güçlü ya da kalabalık olanın diğerinin kafasına vura vura inançlarını kabul ettirmek olmadığını biliyorlar.
Yaşıyorlar, bizden, yani diyorum ki griden, betondan, ranttan, büyük siyasetten daha çok, daha güçlü yaşıyorlar.
Hakan hocanın eşi Mürvet öğretmen geliyor sendikanın Amasya'nın bütün kayalarını, bütün ara sokaklarını görebilen balkonuna.
Ürkek biraz, ne zamandır içinde biriktirdiklerini anlatmaya karar vermiş, nereden bahsedeceğini bilmeyen bir hali var.
Parmağındaki yüzüğü çıkartmamış.
Kocasının telefon numarası da duruyor telefonunda.
Silmezsek numaraları, belki yaşıyorlardır değil mi, hâlâ...
"Geçmişte kalanları özlemek değil de o kadar o kadar şey vardı ki yaşanacak, onu düşünüyorum en çok."
Uzağa bakıp konuşuyor, öylesine bakmıyor, anlıyorsunuz ki daha fazlasını uzağa söylüyor.
"Tıraş makinası duruyor, parfümleri, nasıl bakımlıydı" diyor, gülümsüyor.
"Yemek yaparken baharatlara bakıyorum, onu görüyorum, baharatlara bakıp ne olacak bunlar diyorum. Ben kullanmam ki, o kullanırdı yemeklerde. Ne olacak bunlar?" diyor, yeniden dalıyor.
"Dolabı ben öyle dolduramıyorum, hep bir boş kalıyor, nasıl dolduruluyor dolap onu öğreniyorum" diyor, insanın kalbine kalbine bakıyor.
Ankara'ya bir kez gitmiş katliamdan sonra.
Gar Meydanı'nın temizliğini garipsemiş, hiç olmamış gibi, hiç patlamamış gibi, hiç iz kalmasın istenmiş gibi.
"Eşim" diyor; "Her şeye anlam katmak isterdi. Tatile mi gideceğiz, öyle denize gidelim yatalım değil, bir tarihî eser gezisi olsun ya da ne bileyim oranın bağ bozumu. Orada hayata anlam katan insanları öldürdüler. Hani güzel şeyleri planlamak isteyenleri, hayatımıza renk katmak isteyenleri, öyle laf olsun diye değil. Seçtiler öldürdüler." Kızından endişeli, içine kapanıklığından, hiç konuşmamasından, olayı yok saymasından.
"Siz niye gitmediniz Ankara'ya?" diye soruyorum.
Sıraya koymuşlar eylemleri Suruç'tan sonra.
"Birimize bir şey olursa diğerimiz kalsın" demişler.
Kalan olmanın gönül yorgunluğu var Mürvet öğretmende ve hayat endişesi, en çok kızının hayatının endişesi.
Evden çıkarken "Kızıma barış getirmeye gidiyorum" demiş Hakan hoca.
Amasya'ya cenazesi geldi.
Bir şarkı bestelenmiş Hakan hocanın adına.
"Kızım senin için gittim ben Ankara'ya" diyor sözleri.
Mürvet hoca, şiir yazarak konuşmuş geçen sürede sadece.
Defterler en büyük dostu.
"Ankara'dan gelmez oldun / gün geçti, hüzün geçti / öğün geçti, sitem geçti / yas geçti, güz geçti / kış geldi."
Ve Hakan hocanın 2001'de yazdığı şiirden bugüne gelen ses:
"Beni, gölgenmiş gibi hep seninle ama ayrı / Çok yakınında ama uzak / Görünür ve gerçek ama dokunulmaz sandın..."
"Getirebilirsem barışı kızıma sefa olsun" diye yazıp çıktı evden Hakan hoca.
Aynı saatlerde birilerine ölüm getirip de büyük bir zafer kazanacağını sananlar çoktan yoldaydı.
Patlamadan birkaç saat önce konuştu yakınlarıyla.
Aynı saatlerde birileri Ankara Garı'na doğru geliyordu.
Öldü Hakan hoca.
Öldürenler de öldü.
Islıklayanlar, "zaten bölücüydüler" diyenler de öldü.
İçinde umut taşıyanlar, barışa inananlar da öldü.
Şimdi yeniden, Amasya'nın kayalarını oyup da küçük bir keskiyle, suyu kente taşıyabilmek gibi uzak.
Bunca yol, bunca taş, bunca emek, bunca gözyaşı.
Arkadaş Zekai Özger tamamlasın:
"Dağların başı yaslı / Ferhat'ın sevdası kan ağlar /yüreğin sağlam, bileğin güçlü Ferhat / istesen dağlar dağlar..."
Son: * Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün, 10 Ekim 2015 Cumartesi günü Barış Mitingi'ne giderken katledilenlerin unutulmaması için hayata geçirdiği Barış Portreleri projesi kapsamında hazırlanan 101015ankara.org sitesinden alındı.
© Tüm hakları saklıdır.