Gündem

Alper Görmüş yazdı: Özden Örnek’in kaleminden TSK

Taraf gazetesi yazarı Alper Görmüş, Özden Örnek'in günlüklerinde yayınlanmayan bölümlerini kaleme aldığı İmaj ve Hakikat kitabının geniş özetini yazdı

15 Nisan 2012 14:29

 

Alper Görmüş

(Taraf - 15 Nisan 2012)

 

Özden Örnek'in kaleminden TSK

 

Bu kitabın önemi

Başından beri zihnimi kurcalayan bir soru var: Özden Örnek bu günlükleri yayımlamak amacıyla mı tuttu?

Bu soruyu soruyorum, çünkü günlüklerde okuduğumuz şeyler, ilk bakışta “içeriden”, hele hele kurumun en üst yönetici mevkilerine tırmanmış biri tarafından kaleme alınacak şeyler gibi durmuyor. Çünkü günlükleri okuyup bitirdiğinizde, zihninizde, Türk ordusunun kendisine dair yarattığı imaj ile okuduklarınız arasında büyük bir uçurum oluşuyor.

Yukarıda sorduğum ve ilk bakışta “absürd” bir sad veren soru, anlamını işte bu noktada kazanıyor. Öyle ya, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin imajıyla hakikati arasındaki uçurumu ortaya koyacak bilgiler, nasıl oluyor da bu bilgileri gizleme konusunda en büyük hassasiyete sahip olduğu varsayılabilecek bir kişinin kaleminden çıkıyordu...

Burada teorik olarak iki ihtimal var:

Birincisi: Anıların sahibi, bilgisayarına “her şey”i yazmıştı fakat iş yayımlama aşamasına geldiğinde bunları esaslı bir elemeye tabi tutacaktı.

İkincisi: Anıların sahibi, yüreğinin derinliklerinde beslediği, fakat mesleği asla cevaz vermediği için kuvveden fiile çıkaramadığı “tabu kırma” hevesini tatmin etmeye karar vermiş; anılarını, bir gün belki yayımlama düşüncesiyle bütün “açıklığıyla” kaleme almıştı.

Galip ihtimal, elbette ki birincisi... Fakat bana sorarsanız öbürünü de hiç yabana atmayın derim. Çünkü Özden Örnek, yazdıklarını okuyunca siz de anlayacaksınız, bir asker olmasına rağmen aşırı disipline, mantıksız kurallara hakikaten karşı olan bir insan. Böyle bir insanın, içinden çıktığı kurumun tabularına karşı geliştirdiği sessiz itirazı günü geldiğinde gürültülü bir protestoya dönüştürebilmesi için sadece cesarete ihtiyacı vardır. (...)

Ben, Orgeneral Örnek’in, tuttuğu “darbe günlükleri”yle Türkiye’nin “normal” bir demokrasi olması yolunda istemeden önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Bu günlükler Nokta’da yayımlandı ve böylece “Ordu artık darbe yapmaz, yapamaz” denilen bir dönemde demokrasinin altına nasıl bir bomba konulduğunu onun sayesinde öğrenmiş olduk. Bu günlükler, sivil siyaset ve toplum için gerçek bir uyarı işlevi gördü.

Özden Örnek’in anılarında yer alan, fakat Nokta’daki “Darbe Günlükleri”nde yer almayan bölümlerin bu kitapla gün yüzüne çıkmasıyla ilgili olarak da benzer şeyler düşünüyorum. Kanaatimce Orgeneral Örnek, bu kitapta okuyacaklarınızla,

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin imajıyla hakikati arasındaki mesafeyi kapatarak, yine istemeden Türkiye’nin “normal” bir demokrasi olması yolunda önemli bir rol oynayacak. Çünkü Türkiye’nin gerçek bir demokrasi olmayan “kendine has” vesayetçi demokrasisi temel olarak iki algı üzerinde yükseliyordu:

a) Kendi çıkarından başka hiçbir kaygısı olmayan, kişisel hesapları uğruna rakipleriyle didişmekten başka bir şey düşünmeyen sivil siyaset sınıfı algısı,

b) Sadece ülkenin ve milletin li menfaatlerini düşünen, bu uğurda bütün kişisel kaygılarından uzaklaşmış askeri sınıf algısı...

Toplumun kirinden-pasından münezzeh, bambaşka bir kategori oluşturduğuna inanılan Türk Silahlı Kuvvetleri, işte bu “ahlaki üstünlüğü” nedeniyle gerektiğinde sivil siyasetçileri görevden uzaklaştırıyor, ülkeyi bir süre yönettikten sonra, nispeten gevşek bir vesayet düzeyini korumak koşuluyla kışlasına çekiliyordu.

Son 10 yılda, özellikle de son 3-4 yılda ortaya çıkan çok sayıda olgu, askerlerle ilgili bu imajı önemli ölçüde sarstı.

Örnek’in bu kitapta yer alan anıları ve değerlendirmeleri, söz konusu imajın hiçbir şekilde hakikate tekabül etmediğini kesin bir biçimde ortaya koyacak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “ahlaki üstünlüğü” mitini tamamen yıkacak bir içeriğe sahip.

Bu kitabın, Türkiye’nin vesayetsiz, “normal” bir demokrasi olmasında önemli bir rol oynayacağını söylerken, işte bunları kast ediyorum.


Bu kitabın hikâyesi

 

2003-2005 arasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapan Orgeneral Özden Örnek’in binlerce sayfadan oluşan “anılar”ı genel yayın yönetmeni olduğum Nokta dergisine 2007 Şubat’ının ilk haftasında ulaştı. İlk satırları Örnek’in askeri lise yıllarına (1957) uzanan ve binlerce sayfadan oluşan bu çok parçalı metni “hızlı okuma tekniği”yle gözden geçirdiğimde, bunların dergiye hangi yönüyle yansıtılması gerektiği hususunda en küçük bir tereddüt bile duymadım: Hiç şüphesiz, Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in 2003-2005 döneminde öteki kuvvet komutanlarıyla birlikte planladıklarını anlattığı darbe girişimleri üzerinde odaklanacak, onun dışındaki her şeyi bir kenara bırakacaktık.

Yönetici arkadaşlarımla ortaklaşa aldığımız karar doğrultusunda ben bu ayıklamayı ve gerekli editoryal çalışmayı yapmak üzere birkaç haftalığına eve kapandım.

Yaptığım, bir ayıklama ve öne çıkarma çalışmasıydı ama ayıklamak zorunda kaldığım bazı bilgiler, bir gazeteci olarak bende tuhaf bir hüzne yol açıyordu. O günlerdeki ruh halim, karşılaştığı hazineden, önceden verdiği söz doğrultusunda seçme yapmak zorunda kalan bir defineciyi andırıyordu.

Fakat gazetecilik açısından doğru olan buydu, yapmak zorundaydım ve yaptım da: Nokta’nın 29 Mart 2007’de piyasaya çıkan 22. sayısında “anılar”a tam 47 sayfa ayrılmıştı ve bu 47 sayfanın tamamında sadece Sarıkız ve Ayışığı darbe girişimleri anlatılıyordu.

O günlerde, gark olduğum gazeteci hüznünü biraz olsun gideren iki şey vardı. Birincisi, verdiğimiz ayıklama ve öne çıkarma kararının doğru olduğuna dair inançtı. İkincisi de, Nokta’nın sonraki sayılarında, ayıkladığımız bölümleri birer birer yayımlama ümidiydi.

Ne var ki bu ümit gerçekleşemedi. Nokta dergisi, önce askeri mahkeme kararıyla basıldı, bundan birkaç hafta sonra da imtiyaz sahibinin kararıyla kapatıldı.

O günden beri, “hazine”nin dergide yayımlayamadığımız fakat kamusal önemi büyük öteki bölümlerini kitap haline getirmeyi aklımdan hiç çıkarmadım.

Biraz geç oldu ama, o an nihayet geldi işte...


Bizi Yassıada’ya götürdüler

 

Bugün ve önümüzdeki iki gün boyunca bu sayfalarda “İmaj ve Hakikat / Bir Kuvvet Komutanının kaleminden Türk Ordusu” başlıklı kitabımdan seçmeler okuyacaksınız...

Kitabı önce, her biri ayrı bir temayı (mesela “yolsuzluklar”, mesela “mevki ve rütbe kavgaları”, mesela “darbe planları” vb.) anlatacak farklı bölümler halinde düzenlemeyi düşündüm. Sonra, bu yöntemin, kronolojik sunumun birçok üstünlüğü bertaraf ettiğini hissettim ve tıpkı “anılar”ın kendisinde olduğu gibi ben de kronolojik gitmeye karar verdim.

Burada da aynı yöntemi uygulayacağım, dolayısıyla bugün çok daha eski tarihlerden bölümler okuyacaksınız, yarın ve ertesi gün ise daha yeni bölümler...

2007 Mart’ında sınırlı bir zaman diliminde çalışma zorunluluğundan dolayı, 2003-2004’ü kapsayan “Darbe Günlükleri” kronolojisinde bazı eksiklikler, atlamalar olduğunu sonradan fark ettim. Kitapta, Nokta’da yer alamayan bu bölümleri de okuyabileceksiniz.

Fakat ben Taraf için yaptığım bu derlemede “darbecilik” fasıllarından çok TSK’nın imajı ile hakikatı arasındaki mesafeyi başka alanlarda ortaya koyacak bölümlere yer vermeyi tercih ettim. Çünkü bu fasılda yaratılmak istenen imajın (“TSK demokrasiye ve seçilmiş yönetimlere bağlı bir ordudur”) hakikatla hiçbir ilişkisinin bulunmadığı zaten çoktan ortaya çıkmıştı. Yine de, 2003-2004’teki darbe girişimlyerine dair, Nokta’daki versiyonda yer almayan bazı bölümlere burada yer vereceğim.

Kitapta, bazı bölümlerde benim yorumlarım da yer alıyor. Bu dizide parantez içinde okuyacağınız paragraflar bana aittir.

Son bir not: Kitabın kapağında yer alan “Darbe Günlükleri: Tam metin” ibaresinden elbette “kamusal önemi olan bölümlerin tamamı” anlamı çıkarılmalıdır. Yoksa, tıpkı Nokta’da olduğu gibi kitapta da “özel” nitelikli hiçbir bilgi yer almıyor.

» ASKERİ LİSE YILLARI

Büste selam

Eski dershane binasına üst kapıdan girişte tam karşımıza bir Atatürk büstü gelirdi. Geleneksel olarak kapıdan giren, bu büste selam verirdi. Geleneğin ne zaman ve kimler tarafından konduğunu kimse bilmiyordu.

(Böyle “gelenek”lerin bırakın lağvını, kaldırılmasının teklif dahi edilemeyeceğini biliyoruz... O nedenle ben “gelenek”in hâlâ sürdüğü kanaatindeyim. Yok, kaldırılmışsa da, buna karar veren cesur komutanın kim olduğunu öğrenmek isterdim.)

Vatandaş Türkçe konuş!

Adada oldukça fazla Rum vatandaş yaşardı. 6-7 Eylül olayları bir kısmını korkutmakla beraber kalanları hâlâ adada yaşamaya devam ediyorlardı. Çoğunlukla kendi aralarında Rumca konuşurlar ve bu durum da bizim hiç hoşumuza gitmezdi, uluorta olarak “vatandaş Türkçe konuş” diye bağırırdık.

27 Mayıs darbesi

Sabahleyin kalktığımızda kulaklarımıza inanamadık. Ülkemizde ihtilâl olmuş ve Silahlı Kuvvetler hükümete el koymuştu. (...) Okulda akşama doğru tuhaf gelişmeler olmaya başlamıştı. Harbiye talebeleri, “Eğer, Kara Harp Okulu öğrencileri bu işi yaptılarsa neden bizlere haber verilmedi!” diye önlerine gelen subayları sorgulamaya başlamışlardı. Bir ara yan bahçede toplandılar ve kendi aralarında konuştular. Onları dağıtmak isteyen subaylara da “yuh” çektiler. Bu inanamayacağımız bir olaydı. İhtilâlin ilk meyvesini görmeye başlamıştık. Ayaklar baş olmuştu. (...)

İhtilâli duyduğum anda; bende bir şok etkisi yapmıştı. Ülkemizde bir ihtilâl olabileceğine inanamamıştım. Sorunlarımızı Güney Amerikalılar gibi zorla değil tartışarak çözeceğimize inanıyordum. Hele Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın tutuklanmaları beni buz gibi yapmıştı. Daha 17 yaşındaydım ama demokrasinin her şeyi halledebileceğine inanmıştım. Öyle eğitiliyorduk.

 

Yassıada’da bir duruşmayı izledikten sonra...

 

(“Anılar”dan öğreniyoruz ki, herhalde öğrenciler “ordunun darbe yapma hakkı”na iyice ikna olsunlar diye, onlara Yassıada duruşmaları izletilmiş... Özden Örnek de duruşmaları izlemek için seçilen dört öğrenciden biriymiş... Yazılanlardan, bu “eğitim”in “yararlı” olduğunu, öğrencilerin ülkenin sabık yöneticilerine kin duymaya başladıklarını anlıyoruz.)

Bir zamanların burnundan kıl aldırmayan yöneticileri, solgun ve endişeli yüz ifadeleri ile karşımızda oturuyorlardı. Başbakan’ın yüzündeki ifadeyi ömrüm boyunca unutmam mümkün değildi. Savcı Altay Egesel, sanıklara adeta hakaret edercesine hitap ediyordu. “Sanıklar getirildiler, elleri bağlı olmayarak yerlerini aldılar...” ifadesi başkan Salim Başol’un ağzından ülkede bir slogan haline gelmişti. Hele, Bayar ve Menderes’in “Bilmiyorum, hatırlamıyorum reis bey” sözleri günlük hayatta, ima yollu alay etmek maksadıyla kullanılır hale gelmişti.

 

» 1964-1975 DÖNEMİ

TSK’da rozet savaşları...

1971 - 1972 döneminde kuvvetimizi ve hatta Silahlı Kuvvetler’i çok meşgul eden bir diğer konu da sol göğüse takılan rozetlerdi. Giydiğimiz üniformayı çok sade, buna mukabil yabancı subayların üniformalarını çok şık ve çekici bulan komuta kademesi bizim subaylarımızın da aynı şekilde şerit rozetler takmalarını onaylanmıştı.

Onay verilmişti ama hangi maksatla rozetler verilecekti, şekli nasıl olacaktı, kimler takacaktı ve göğüse nasıl takılacaktı... Karar vericilerin önünde büyük bir sorun olarak duruyordu. (...)

İlk rozetler takılmaya başlandı. Tabii şark zihniyetine göre en fazla rozet en kıdemlide olmalıydı. Bu nedenle herkes birbirinin göğsüne bakıp rozet sayar hale gelmişti. Personel başkanı amiralin her gün bir amiral tarafından bu maksatla arandığını biliyorduk. Sorular genelde “Falanca amiralin 20 adet rozeti var, nasıl olur da o benden fazla takar” şeklindeydi. Bu soruya cevap vermek ve bu arada politik de olmak çok zordu.


1974: Kocatepe faciası ve TSK’daki “silah arkadaşlığı” efsanesi

 

(Anılar’da 1974 Kıbrıs çıkarması uzun uzun anlatılıyor... Fakat en ilginç bölüm hiç kuşkusuz Türk uçakları tarafından yanlışlıkla batırılan Kocatepe savaş gemisine dair olanı... Gemiden kurtulan denizcilere karşı gösterilen anlayışsızlık ve tepki, TSK’daki silah arkadaşlığı ve dayanışmanın bir efsaneden ibaret olduğunu; rekabetin ve başarı hırsının çok daha hâkim duygular olduğunu gösteriyor.)

23 Temmuz 18:00 sıralarında İsrail’den bir uçakla Kocatepe’den kurtulan bir kısım personel geldi. Bu personeli bir balıkçı gemisi kurtarmış ve İsrail’e götürmüştü. Orada büyükelçiliğimizce alınan tedbir düzen sayesinde bir uçakla Ankara’ya getirilmişlerdi. (...) Gelenlerin arasında gemi komutanı Yb. Güven Erkaya da vardı (1995 - 1997 arasında Deniz Kuvvetleri Komutanı -A. G.) Kuvvet komutanı kendilerine hoş geldiniz ve geçmiş olsun dedi ve sonra serbest bıraktılar.

Biz ailece tanıştığımız için koşarak Güven Erkaya’yı alıp Sağmalcılar’a götürdüm. Ailesi Gölcük’teydi, hemen ona haber verdik ve görüştürdük. Güneş altında kalmaktan yüzünde yanıklar vardı. Dudakları şişmiş ve çatlamıştı. Ayağında ayakkabı yoktu ve terlik ile gelmişti. Üzerinde giysi olarak eğitim giyeceği vardı.

Ertesi gün bütün personelin ifadesi alınmaya başlandı. Herkes gemide ne olduğu sorusuna cevap veriyordu. Bu arada 4. katın koridorlarında dolaşan personele de bazı yüksek rütbeli subaylardan tepki geliyordu. “Yalancı pehlivan gibi dolaşan bu adamları buradan götürün” dendiğine kendim şahit oldum. Bu davranış Bahriyeli değildi. Ama bu sözleri söyleyenler tesadüfen Bahriyeli olmuşlardı. Neyse bir iki gün sonra herkesi Gölcük’e gönderdiler ve sorun bitti.