Alper Görmüş
(Taraf, 13 Mart 2012)
Taraf’ın, Stratfor yazışmalarında Başbakan Tayyip Erdoğan’a iki yıl ömür biçildiğini duyurduğu haberi büyük bir gazetecilik tartışmasına yol açtı. Ahmet Altan, “Bu iddia bugün yeryüzünde yaklaşık 28 gazetenin elinde, yarın bütün dünyaya açık olacak, eğer öyle olmasa belki de gazetecilik kurallarını çiğner ve haberi görmezden gelirdik” diye yazdı.
Ben, öyle olmasaydı, haber dünyada sadece Taraf’ın elinde olsaydı da yayımlanması gerektiğini düşünüyorum.
Gazetecilik tarihi, bu türden, üzerinde “yayımlanmalı-yayımlanmamalı” tartışması yapılan haberlerle doludur; bu da onlardan biri oldu.
Yayımlandıktan sonra etrafında fırtınalar kopartılan ve “zararları” anlata anlata bitirilemeyen haberlerin, yayımlanmayacak olsalardı ne tür zararlara yol açabilecekleri üzerinde pek durulmaz. Oysa, bu tarz bir ele alış bazen son derece zihin açıcı olabilir.
Bazı haberler, belirli bir tarihsel momentte devlet ve hükümet yetkilileri, medya ve hatta kamuoyunun geniş kesimleri tarafından “kamusal” çıkarlara aykırı olarak değerlendirilebilir. Fakat belli bir momentte öyle algılanan kimi haberlerin tarih tarafından aklandığı; “kamusal çıkar”ın ilk anda göründüğünün tersine haberin yayımlanmamasında değil yayımlanmasında yattığının ortaya çıktığı da sık sık şahit olunan bir gazetecilik durumudur.
O nedenle, “tarihin müsveddecileri” olan gazeteciler, haberleri “kamusal çıkar” parametresiyle değil (çünkü o anda hangi tutumun kamusal çıkarla uyumlu olduğu bilinemez), “kamuoyunun bilme hakkı” parametresiyle değerlendirmelidirler.
Kennedy ve Washington Post
Belli bir tarihsel anda ve ilk bakışta “kamusal çıkar”lara aykırı gibi görülüp yayımlanmayan, fakat tarihin nihai hükmünü tam tersinden verdiği gazetecilik örneklerinin en ilginçlerinden birini kısaca hatırlayalım...
Küba’da Fidel Kastro ve arkadaşlarının iktidarı ele geçirmesinden sonra CIA, ABD’deki Kübalı göçmenleri kullanarak Domuzlar Körfezi’nden bu ülkeye bir çıkarma yapıp devrimi boğmayı planladı (1961).
Washington Post çıkarmayı istihbar etti ve elde ettiği bütün bilgileri çıkarma öncesinde yayımlamaya karar verdi. Fakat haberin hazırlandığı gece ABD Başkanı Kennedy bir adamını gazeteye gönderdi ve gizli çıkarmayı fâş edecek bu haberin ABD ulusal çıkarlarına açıkça aykırı olduğunu söyledi.
Aslında gazete yönetimini basbayağı tehdit etmişti ABD Başkanı... Post, tehdide boyun eğdi ve haberi basmamaya karar verdi.
Çıkarma girişimi büyük bir rezaletle sonuçlandı; olay bugün dahi ABD tarihinin en utanç verici sayfalarından biri olarak kaydedilir.
Bir yıl kadar sonra Kennedy Washington Post’u ziyaret edip yazıişleri toplantısına katıldı. Orada mealen şu itirafta bulundu: Keşke bize direnip haberi yapsaydınız ve böylece biz de o saçma işe kalkışmasaydık. Meğer o gün ulusal çıkarlarımız haberin yayımlanmamasında değil yayımlanmasındaymış...
Benzer şekilde Cezayir’deki tatsız hakikatleri “milli çıkarlar” için gizleyen ve onay gören Fransız basınının da, Vietnam savaşının başlangıcında benzer bir tavır alan ABD basınının da “kamusal çıkar”ları temsil etmediği sonradan kabul edilmiştir.
Bu örneklerin de gösterdiği gibi, en doğrusu medyanın açık-gizli her türlü sansüre direnmesi, her türlü otosansürden kaçınması ve kamuoyunu bilgilendirmesidir. Ki böylece mesele kamuoyunda tartışılabilsin ve toplum için “ortak iyi” neyse, ortaya çıkarılabilsin.
Medya, birtakım yüce amaçlar doğrultusunda bazı haberlere otosansür uygulamak hakkına sahip değildir. Zaten medyanın “amacı” olamaz, adı üstünde o bir “aracı”dır.
'Operasyona alet olan Taraf...'
Taraf, Başbakan’ın sağlığına ilişkin olarak Stratfor yazışmalarında geçen iddiayı haberleştirdi ve derhal “ulusal çıkarlara aykırı davranmak”tan, “Türkiye üzerindeki uluslararası bir operasyona alet olmaya” uzanan bir dizi suçlamayla karşılaştı.
İlginç bir nokta olarak belirtmeliyim ki, suçlamanın sahipleri, Taraf’ın vesayet düzeninin aktörlerinin çanına ot tıkayan son yıllardaki yayıncılığını “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı uluslararası bir operasyonun parçası” olarak göstermeye çalışan eski merkez medya mensupları değil... Taraf karşıtı kampanya, tam tersine, o yayıncılığı “hakiki gazetecilik” olarak değerlendiren “paralel merkez medya” mensupları tarafından yürütülüyor.
Mesela Star’dan Mehmet Ocaktan:
“Stratfor’un dedikodularına itibar ederek bu bilgileri manşete taşıyanların, yorum yapanların da çok masum olduklarını düşünmek maalesef mümkün değil.”
Mesela Yeni Şafak’tan Tamer Korkmaz:
“Stratfor yazışmalarını Wikileaks üzerinden sızdırarak bir defa daha istihbarat operasyonuna kalkışan ‘tandem’in... Türkiye’ye yönelik ‘istikrarsızlık’ hedefi/ beklentisi/ temennisi, bir defa daha dışa vurulmuş oluyor.”
Taraf o haberi yayımlamasaydı?
Şu veya bu nedenle sansüre ya da otosansüre tâbi tutulmuş bir haberin sonraki yıllarda “intikam” alıp almayacağı, zamanında kendisine karşı çıkan siyasetçilere, medyaya, topluma dönüp, “beni yayımlasaydınız başınıza bunlar gelmeyecekti” deyip demeyeceğini, sansür ya da otosansür henüz tazeyken bilemeyiz; bu işlerde hükmü tarih verir.
Fakat “Stratfor Başbakan’a ömür biçti” haberinin ardından ortaya çıkan kimi gelişmeler, haberin yayımlanmasının yol açacağı zararların (mesela haberin Başbakan’ın ve yakınlarının psikolojilerinde yaratması muhtemel sorunlar), yayımlanmamasının yol açacağı zararlardan daha fazla olmayacağını şimdiden gösterdi.
Bu kanaatimi temellendirmeye çalışayım...
Her şeyden önce bugünkü durumu, bu “Stratfor istihbari bilgisi”nin kamuoyu bilgisi haline gelmediği, fakat dünyadaki bütün etkili karar mekanizmalarının bilgilerinin dâhilinde olduğu koşullarla karşılaştırmamız gerekir. (Bakmayın siz Taraf’ın, Stratfor’un beş para etmez dedikodularını ciddiye alıp haber yaptığı iddialarına; Pentagon’lar, TÜSİAD’lar bu bilgilere ulaşmak için Stratfor’a milyonlarca dolar para ödüyor. Pazar günkü Taraf’ta bunların bir bölümünün listesi de yayımlandı.)
Bu haberin yayımlanmadığı koşullarda tablo şudur: Ulaştığı ve sonradan yaydığı bilgilerle ciddi etki yaratan bir istihbarat kuruluşu, Türkiye’nin Başbakanı’nı ameliyat eden cerrahın sözlerine dayanarak Başbakan’ın “iki yıl ömrünün kaldığını” müşterilerine duyurmuştur. Bu bilgiden ne ülkenin başbakanının haberi vardır ne de kamuoyunun; fakat bilgi üzerine herkes bir hesap yapmakta, oyununu onun üzerine kurmaktadır.
Söyleyin şimdi, bu tablo mu Türkiye’nin “milli çıkarları”na uygundur, yoksa istihbari bilginin fâş olması, hakikati yansıtmıyorsa değersizleşmesi ve böylece onun üzerinden herhangi bir oyun kurma imkânının kalmaması mı?
'İstihbari bilgi'ye kimse sahip çıkmıyor...
Taraf’ın haberinden sonra neler olduğuna bakalım biraz da...
Önce, bilgiyi Stratfor ağına yerleştiren “kaynak” Faruk Demir bir açıklama yaptı ve kendisinin böyle bir bilgi iletmediğini söyledi.
Ardından, Stratfor’un sahibi George Friedman Habertürk gazetesine bir açıklama yaparak, bu bilgiden kendisinin de haberdar olmadığını söyledi.
Friedman’a inanmak o kadar kolay değil. Çünkü Türkiye’ye gösterdiği ilgi yazışmalarda apaçık ortadayken, bu kadar önemli bir bilginin onun dikkatine özel olarak sunulmamış olması düşünülemez.
Friedman’ın haberi olsun ya da olmasın, Başbakan’ın sağlığına dair Stratfor’un ağına yerleştirilmiş olan bilgiyle ilgili başlıca iki varsayım öne sürebiliriz: a) Bilgi doğrudur, b) bilgi doğru değildir (çok şükür ki öyle görünüyor) ve Türkiye aleyhine sonuç üretmek üzere fabrike edilip Stratfor’un bilgi ağına dâhil edilmiştir.
Birinci ihtimali geçiyorum, çünkü tartışma ikinci ihtimalin gerçek olduğuna inanılmasından çıkıyor... Taraf da zaten bu nedenle topa tutuluyor, birilerinin “âleti” olmakla suçlanıyor.
Peki, diyelim ki öyledir, bu durumda soru şudur: Bu işi planlayanlar, “yalan”larının haberleştirilip “ayağa düşmesi” üzerine mi kurmuşlardır planlarını, yoksa tam tersine “yalan”larının sizin gibi benim gibi “ayak takımı”ndan özenle gizlenmesi, buna karşılık dünyayı yönetenlerin önüne sere serpe konması üzerine mi?
Varsa ortada bir “hain plan”, bence Taraf’ın haberiyle birlikte bu plan ağır bir darbe yemiştir. Böylece “bilgi”nin yalan olduğunun göz önüne serilmesi mümkün hale gelmiş, “yalan” üzerinden bir oyun kurma imkânı ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Neticede, benim bu hikâyeden çıkardığım ders şudur: Bilmek her zaman bilmemekten; açıklık her zaman gizlilikten daha iyidir.