10 Nisan 2011 03:00
T24 - 12 Eylül döneminde sıkıyönetim mahkemelerinde askeri hakim olan Ali Fahir Kayacan, "12 Eylül yargısı bugünden daha adildi" dedi.
Hürriyet gazetesinin haberine göre; Ali Fahir Kayacan sıkıyönetim mahkemelerinde görev yapmış bir askeri hakimdi. 12 Eylül döneminde MHP davası başta olmak üzere birçok siyasi davaya baktı. 40 kadar idam kararına imza attı, dört idamda bulundu.
Bundan önce Askeri Yargıtay Genel Sekreteri’yken albay rütbesiyle emekli oldu. Kayacan şimdi avukatlık yapıyor. Dağlıca’dan Balyoz davasına kadar birçok davadaki müvekkillerini savunuyor. Ergenekon davasıyla ilgili olarak bazıları gibi toptan yaklaşıp tümüyle komplodur demem. Ama özellikle bu kitap meselesi manidar. Bunlar adını hatırlayamadığım ve şimdi uzak bir ülkede oturan ‘bilge kişi’nin yetiştirdiği ‘altın nesil’in başarısıdır.
Zekeriya Öz’ün Ergenekon davasından alınması, soruşturmadaki hukuksuzluklara HSYK’nın dur demesi. Kılıf bulunamıyor artık. 12 Eylül yargılamalarını yapan sıkıyönetim mahkemelerinde mi daha özgür savunma yapılıyordu, şimdiki özel yetkili mahkemeler ve savcılıklarda mı? Ben iddia ediyorum ki, tüm eleştirilere rağmen sıkıyönetim mahkemeleri ve savcılıklarda hukuk kurallarına mutlak bağlılık vardı. Duruşmalarda saatlerce savunma yapılırdı. Bugün özel yetkili mahkemelerde adil bir yargılama ortamının olmadığını söylüyorum. Bir kere özel yetkilere gerek yok!
Ergenekon davası 10 yılda bitmez
MHP davası 19 Ağustos 1981’de başladı. 7 Nisan 1987’de karar verdik. Aslında bugünkü davalara kıyaslarsanız, jet hızıyla bitirdik o davayı. Ama bakın ne yaptık? Dava açıldığı zaman 587 sanık vardı, 975 sayfalık da bir iddianame. Adana vb. gibi yerleri ayırdık. Ankara’yı, partinin adamlarını, ülkücü kuruluşların genel merkez yöneticilerini aldık. 302 sanığa indirdik. Gerisini aynı mahkemede ayrı dosya haline getirdik. Hatta Savcı Nurettin Soyer kızdı bize.
Gece ikilere, üçlere kadar haftanın üç günü duruşma yaptık. Hakimlik 09-18.00 mesaisiyle yürütülecek bir iş değildir. Fedakarlık ister. 79’da Sıkıyönetimde dört hakimdik, sekiz ay kızımı uyanık göremedim. Çünkü beş gün duruşma yapar, hafta sonu da giderdik. Ergenekon davalarında hala sorgular tamamlanamadı. İnanılmaz bir şey! Bu hızla 10 yıldan da uzun sürebilir. Mesela bir müvekkilimin olduğu Balyoz davası çok basit bence. Değerlendirilecek belli noktalar var, hiç uzatmaya gerek yok. Gecelere kadar duruşma yapar, bitiririm.
Askeri hakimlerin askerlikle ilgisi yok
Sivil ya da asker, seçilmiş ya da atanmış bürokrasi, kendi icraatını ve otoritesini kısıtlayıcı bir unsur olarak gördüğü yargıdan haz etmez. Hepsi yargı üzerinde etkili olmak ister. Önemli olan, yargı mensubunun karakteridir. Eğer hakim, savcı sağlamsa kimse bir şey yapamaz. Recep Ergun sıkıyönetim komutanıyken, saçlarım uzun olduğu için bana düşük sicil verdi. Versin, ne olacak? Benim yapım tahakküm derecesine ulaşabilecek veya özgür irademi etkilemeye yönelik bir otoriteyi kaldırmaz. Onun için askerliği hiç düşünmemiştim. Çünkü askerlik mesleği yapısal farklılıkları nedeniyle birçok noktada hukuk kavramıyla çatışan özellikler içeren bir meslektir. Hukukçu olmayı çok istemiştim.
Ankara Hukuk’u bitirdim. Niyetim, askerden dönüp sivil hakimlik stajına başlamaktı. Yedeksubay okulunda ilk 10’a girenler istediği yeri seçiyordu. Ben de evlenmeyi düşündüğüm için Ankara’yı istiyordum. Listeye baktım, Askeri Yargıtay Başkanı Tuğgeneral’in emir subaylığı vardı, hukukla ilgili diye orayı seçtim. Askeri Yargıtay’da askeri hakimler üniforma giyiyorlardı ama askerlikle ilgileri yoktu. Birbirlerine “Komutan” demiyor, “Bey, abi” diye hitap ediyorlardı. Askeri hakimlik sınavına müracaat etmemi başkan tavsiye etti. Sınavda birinci oldum. 1976’da ilk görev yerim Hava Kuvvetleri Mahkemesi oldu.
12 Eylül idaresini kınadık
26 Aralık 1978’de sıkıyönetim ilan edildi, 29 Aralık’ta Ankara 1. Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde görevlendirildik. Bir buçuk ay mahkeme binası aradık. En sonunda Kıdemli Hakim Hamdi Sevinç’in aklına 71 sıkıyönetiminde Deniz Gezmiş’lerin yargılandığı eski sıkıyönetim mahkemesi binası geldi. Sıkıyönetim Komutanı Nihat Özer Paşa, o binanın üst katını bize tahsis etti. Ama o binayı kullanan Kara Kuvvetleri Mahkemesi’nin kıdemli hakimi Yaşar Turan, “Burayı vermem” dedi.
Hamdi Albay ile neredeyse yumruk yumruğa gireceklerdi. Öyle meşakkatli başladık. Hamdi Sevinç’in ilişiğinin kesildiği günü hiç unutamam. En son Erbakan’ın tutuklanma talebini reddetmişti. Söylenmemişti ama biz ona bağlamıştık emekli edilmesinin nedenini. Mahkemede altı hakimdik. Milli Güvenlik Konseyi’ne dilekçe gönderdik. Yapılan işlemin hakim bağımsızlığına uymadığını, kınadığımızı yazdık. Üniforma altındaki hakimler olarak ihtilal idaresine yazıyoruz, dikkat edin. Tarih de 9 Kasım 1980. Geçenlerde torunu aradı, Hamdi Albay’ın notunu okudu. Kendisi geçirdiği bir gırtlak operasyonu nedeniyle konuşamıyormuş. Yeni yasadan yararlanmak istiyordu. Vekaletini aldım, haklarını alması için Milli Savunma Bakanlığı’na başvurdum. Kader bu...
"Yapılmadı diyemem"
12 Eylül’de herkes işkence iddialarını söylüyordu. Fakat bir kısmı tutuklama hakimi ifadesinde de itiraf etmiş, hatta silahın yerini de söylemiş, oradan bulunmuştu. Bakın, emniyette işkence yapılmadı demiyorum. Bunların hükme esas alınmadığını söylüyorum ben. Bu, Dev Yol davası için de geçerli, ülkücülerin davası için de. Mesela Muhsin Yazıcıoğlu, Hasan Çağlayan ile beraber silahları kendi göstermişti. Aynı Ergenekon kazıları gibi savcı başında durdu, buldozer getirildi.
Silahlar, dinamit lokumları bulundu. Bunun işkenceyle ne ilgisi var? Biz hakim olarak yan delillerle ifadenin uyuşup uyuşmadığına bakarız. Ona bakarsanız 7 TİP’linin öldürülmesi davasında Haluk Kırcı’nın tutuklamasını ben yapmıştım. Hepsini anlattı, inanamadım. Adamın yalan söyleyip söylemediğini anlamaya, açığını yakalamaya çalıştım. Dosyadan ayrıntılar sordum. Bir dolu tehdit mektubu geldi MHP davası sırasında.
"Aruz vezniyle taşlama yazardık"
12 Eylül öncesinde yurtta kalsaydım büyük ihtimal ülkücü olurdum. Babam serbest meslek sahibi, ticaret adamı. Rahat bir talebeydim, cebimde devamlı harçlığım olurdu. Bizim okuldaki devrimci tiplere göre ben komprador çocuğuydum. Dersten sonra hemen babamın sanayi çarşısındaki yedek parça dükkanına giderdim. O işlerle uğraşacak ortam olmadı. Babam eski Demokrat Parti zihniyetiydi. Şiir yazardım. Atatürk Lisesi’nde edebiyat kolu mezunuyum. Özellikle, divan edebiyatını çok severdim. Aruz vezniyle kaside yazmıştım zamanında. Biz arkadaşımla sınıfta birbirimize aruz vezniyle taşlama yazardık. Tarihi dizileri de çok severim ben.
"Hiçbirini yakmadım, isteyene verdim"
Kitap niye yakayım ben, yazık. Alır okurdum müsadere edilen kitapları. Saklardım o kitapları. Tutanak tutardık imha edildi diye. Oradan aldığım İbni Haldun’un Mukaddime’si, Zweig’in Amok Koşucusu halen evde. Diyarbakır Sıkıyönetim’deyken kitapları imha edeceklerini öğrendim, “Getirin bana” dedim. Odam kitap doldu. İsteyen herkese verdim. Hatta 141-142. madde suç olmaktan çıkınca sabıka kaydının silinmesi belgesi almaya gelenlere “İstediğiniz kitabı alabilirsiniz” diyordum. Ben anılarımı yazmayacağım. Belki duruşmalarda olan komiklikler yazılabilir. Allah selamet versin subay üye vardı Tuğgeneral Yaşar Selamoğlu. Geldiği gün, “Hakim kumandanlar siz tanktan anlar mısınız?” demişti.
Yok deyince “Haa ben de bu işten anlamam. O zaman sizin dediğiniz olur” dedi. Başkan ya kağıt üzerinde. Ona yetkisini izah ettik. Fakat baktık lüzumsuz yere duruşmadan adam atıyor, aramızda şifre koyduk. Vural abinin (Özenirler) “Duruşmanın disiplinini aşırı derecede bozuyorsunuz” demesi “Bir şey daha yaparsa duruşmadan at” demekti. Bir gün Yaşar Paşa, “Hey arka sıradaki seni atarım, atıyorum, attım” deyince bütün salon kahkahalarla güldü.
"Kendimi ihbar ettim buyrun yüzleşelim"
1991-95 yıllarında Diyarbakır’da görev yaptım. Sıkıyönetim kalkmıştı ama kalan dosyalara bakıyorduk. PKK davası Yargıtay’dan bozulmuş gelmişti. İlk duruşmada kendimi tanıttım. “Savunma hakkınızda en ufak bir kısıtlama olmayacaktır” dedim. Baktılar ki adil yargılama yapıyoruz, kendilerini teslim ettiler. PKK’nın en önemli adamlarından ‘Şirket’ kod adlı Rıza Altun vardır. 91’de Özal’ın çıkardığı infaz kanunu, idamı 20, müebbeti 15 seneye indirmişti. O da tutuklulukta 15 seneyi doldurduğu için tahliye kararı verdik. Hemen Bekaa’ya gitmiş, Apo ateşkes ilan ederken yanındaydı. Ateşkesten 10-15 gün sonra duruşma vardı. Dedim, “Şirket’i gördünüz mü televizyonda?”
Biliyor musunuz sonradan dışarıda çok sanıkla karşılaştım. Oturup konuştuğumuz da oldu. Hiçbir sanıktan asla bir tepki görmedim. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu çeşitli kanallarla selam ve saygı göndermiştir bize. Bu güveni sağlayabilmeniz önemli. Anayasa değişikliğinin Resmi Gazete’de yayımlanmasının ertesi günü özel yetkili savcılığa gittim. Hamza Keleş Bey, dilekçeyi almak istemedi. “Yapma Hakim Bey” dedi. “Buyurun, kendi kendimi ihbar ediyorum” dedim verdim ben dilekçemi. “Geçici 15. madde bizi korumuyor ama hep istismar ediliyor. Eğer bir koruma varsa şimdi kalktı” dedim. Bizim için ‘Darbenin hakimi’ diyor bazıları. Varsa geçmişiyle yüzleşmek isteyen, şikayetçi olduğunu söyleyen buyursun gelsin.
"Artık geri gelemez"
40 idam kararı vermem şöyle:
12’si MHP davasında, 20’ye yakını da Diyarbakır’da PKK davasında. Onlar zaten infazı hukuken mümkün olmayan idamlardı. Hava Kuvvetleri askeri mahkemesinde var bir idam kararı. Bir onbaşı, bir üsteğmenin eşini 36 yerinden bıçaklayarak öldürmüştü 89 yılında. Kanun değişti, o idam infaz edilmedi. İdam meselesini yine herkes tartışıyor da çok lüzumsuz. İdamın geri getirilmesi mümkün değil. “Ek protokole imza attık ama bizde bazı caniler var biraz ara verelim” diyemeyiz. İdamın taraftarı da olsanız devlet ciddiyetine uygun düşmez. İdam artık bu devirde olmaz. Dört infaza katıldım ama ikisinde imzam vardı. Mustafa Pehlivanoğlu’nun kararında vardım. Necdet Adalı da aynı gece infaz olduğu için ikisinin infazını gördüm.
Tabii bir can ama kanun hükmüyle olduğu için o duruma düşmesine üzülüyorsunuz. Ali Bülent Orkan ile infaz gecesi yan yana oturduk. Çocuk yüzüme bakamıyor. “Ali Bülent kaderin böyleymiş” dedim. Başını haklısın gibi salladı. Piyangotepe’de yedi kişiyi yere yatırıp üzerlerine ateş ederek fütursuzca öldürmüşlerdi. Erdal Eren’in davasında ben yoktum. Erdal Eren’in durumunun müsebbibi avukatlarıdır. Avukatlar, yargılama sırasında yaşının küçük olduğunu gündeme getirmemişler. Mahkeme idam kararını vermiş, o zaman temyiz dilekçesine yazmışlar. Bir hata varsa onaylayan Askeri Yargıtay’dadır. İlk hakimlerin hatası yok.
"Benim gibi çok konuşan adamı general yapmazlardı"
95’te Diyarbakır’da sürem dolduktan sonra Askeri Yargıtay savcılığına geldim. 98’de hakimliğe başladım. Orada denetleyici makamda olduğunuz için farklı gözle bakıyorsunuz. Kanundaki bütün yetkileri kullanmak koşuluyla genel sekreterliği kabul ettim. 2001’de ani bir kararla emekliliğimi öne çekmiş oldum. Zaten Hava Kuvvetleri Komutanı Ergin Celasin Paşa, “Seni general yapacağız” deyince güldüm, “Beni yapmazlar” dedim. “Senden iyisini mi bulacağız?” dedi.
“Benim gibi çok konuşan adamı sevmezler” dedim. İtirazlarımı söyleyebilmek için isterdim general olmayı. Silahlı Kuvvetler, askeri hakime hep omzundaki rütbeye göre bakmıştır. Bir hakim olarak bu bakış açısını asla içime sindirememişimdir. Benim kanıma dokunan şeylerden biri budur. Maaşımızın arttığı günlerde serviste hakimlere laf atanlar olurdu. Askeri Yargıtay’a yüksek mahkeme gibi davranılmalı. Ama bağımsız bütçesi yok. Yüksek Askeri Şura’nın üyelerden veya daire başkanlarından birini general yapması sonucu o kişi başkan oluyor. Bunlar değişmezse kalksın. Tabii önce askeri yargıyı muhafaza edecek miyiz ona karar vermek lazım. Altı çift başlı ise, başı çift başlı olmasa ne olacak? Şöyle bir alternatif de olabilir. Askeri yargı kalır, sivil Yargıtay’ın iki veya üç dairesi askeri mahkemelerden gelen dosyalara bakar.
Dağlıca baskını
Avukat olarak sivil davalara da giriyorum askeri mahkemedeki davalara da. Dağlıca davasında bir uzman çavuşun avukatıydım. Enteresandır o dava. Baskının akabinde PKK bunları Kuzey Irak’a götürmüş, sonra el sıkışarak teslim edince vatan haini falan demişlerdi. Daha sonra o davada bir uzman çavuşun avukatlığını üstlendim. Görevi ihmal deyip hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verdiler. Keşke öyle verilmeseydi de dosya Yargıtay’a gitseydi. Ne hazindir ki, “Aman ha bu olaya sakın Çanakkale’deki 57. Alay mantığıyla bakmayın” dedim. Var ya bütün mensuplarıyla şehit olan alay...
Fakat o mantıkla gerekçe yazdılar, ne olursa olsun şehit olacaklardı diye. Kaderin cilvesi, şimdi tabur komutanı Onur Dirik’in de avukatıyım. Savunmamda onu suçlayan bir sürü şey söylemiştim. Dağlıca’da birçok aksaklık vardı. Nihai savunmamda, “Temenni etmiyorum ama bu durumlar devam ederse başka Dağlıcalar yaşarız” dedim. Aktütün baskını oldu ondan sonra maalesef. Baskın öncesinde 100 kişilik personel 56’ya düşürülmüş. Teröristlerin katırlarla geldiklerini dürbünle görüp helikopter istiyorlar, “Top atışı yapın” deniyor.
Keritepe’de telsiz bir tek üsteğmende var. Gece 12 civarında baskın başlıyor. Anında tabura bildiriliyor, helikopterler dörde çeyrek kala geliyor. İş bitmiş zaten o zamana kadar. Orada Silahlı Kuvvetler’in en büyük hatası bu çocukların mahkemeye verilmesiydi. Roj TV’deki o yayın kızdırdı tabii?
© Tüm hakları saklıdır.