Gündem

Ali Bulaç: Çoğunluk, yolsuzluğu, rüşveti ve baskıyı meşrulaştıramaz

Ali Bulaç, 'Eğer bir ülkede Müslümanlar, bu temel ilkelere bakmadan çoğunluğun desteğine bakıp meşruiyet sahibi olduklarını düşünüyorlarsa o memlekette çok ciddi sorunlar var demektir' dedi

05 Nisan 2014 20:50

Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, “Bilginlerin çoğu, tamamı, cumhur-u ulema veya bütün halk sabit hükümlere aykırı karar veremez; mesela çoğunluk cinayeti, hırsızlığı, yolsuzluğu, rüşveti, zinayı, baskıyı, işkenceyi, yalanı, tezviri, şantajı meşrulaştıramaz” dedi.

Ali Bulaç’ın Zaman gazetesinin bugünkü (5 Nisan 2014) nüshasında yayımlanan, “Çoğunluğun kararı” başlıklı yazısı şöyle:

Çoğunluğun kararı

Demokrasilerin bugün yaşadığı temel sorunların ne olduğunu anlamanın yolu, uygulamada ortaya çıkan aksaklıklar ile onlara felsefî zemin hazırlayan temel varsayımların hangi sosyal ve politik iklimde neş’et ettiğini doğru anlamaktan geçer.

Demokrasi basit manada ‘millî irade veya halk iradesi’ kavramına dayanır. ‘Millî irade’, ‘halk iradesi’nin siyasî formülasyonu, ulus devlet formu içindeki ifadesidir. Dolayısıyla her iki irade mahiyet itibarıyla aşkın/müteal bir kaynağa dayanmaz; Kilise ve din adamları otoritesini reddettiği gibi mutlak yetkilere sahip monarşileri, krallıkları reddeder. Bu durumda halk iradesi kendisi mutlaklaşır, çünkü kendi üstünde irade tanımaz.

Yeryüzünde ve beşeri ilişkiler düzeyinde mutlak olan her şey ezer, imha eder. Mutlakiyetçilik Allah’ın uluhiyet ve rububiyet sıfatlarına iştirak etmeye kalkışmaktır; çünkü varlık âleminde mutlak olan sadece O’dur, geri kalan her şey fani, izafi, sonlu ve sınırlıdır. Fani ve izafi olan, diğerleri üzerine mutlak hâkimiyet kurmaya kalkıştığında ezer, yok eder. Siyasî ve idarî hayatta bunun en çarpıcı ifadesi 14. Lui’nin meşhur meydan okumasıdır: “Devlet benim, kanun benim!”

Batı dünyası ezen mutlakiyetçiliğe halkın tamamının iradesine başvurmaktan başka yol bulamazdı, Kilise kurtuluş değildi zira o da teokrasiyle eziyordu. Bu durumda halk iradesi öne çıkmalı ama tıpkı kralda veya kilisede tecelli ettiği üzere halkın iradesi de mutlak kabul edilmeliydi. Referans alınacak fikir de kamuoyu olacaktı. Böylece Batı bir mutlakiyetçilikten başka mutlakiyetçiliğe geçmiş oldu. “Tanrıya ve Efendiye başkaldırdı”, halkın efendiliğine geçti; iki varlığa kulluktan kurtulmak isterken halkın –ve elbette hayli soyut kavram olan- millî iradenin kulluğuna geçti.

Şu var ki halkın iradesi yüzde yüz aynı yönde tecelli etmez, ‘daha çok sayıda tercihte bulunanlar’a göre ‘azınlıkta kalanlar (azınlık)’ olur. Bu temsili demokrasinin zorunlu sonucudur. “Azınlık” dinî, etnik, mezhebî veya marjinal ahlakî olabileceği gibi salt siyasî azınlık da olabilir.

Pekiyi şu veya bu, ‘az tarafta kalanlar’ın temel hak ve özgürlükleri ne olacak? Çoğunluk onları kendi arzuları doğrultusunda düşünmeye ve yaşamaya zorlayabilir miydi? Tabii ki hayır! O zaman halk iradesinin değiştiremeyeceği bazı temel hak ve özgürlükler istisna edilecek, bunlar çoğunluğa karşı azınlıkların hakları olarak korunacaktır. “Azınlık hakları ve anayasaların uluslararası sözleşmeler”e aykırı olamayacağı prensibi bu ihtiyaçtan doğmuş bulunmaktadır; bu Batılı demokrasiler için de bulunabilecek en uygun formüldür.

İslam nokta-i nazarından mutlak olan sadece Vacibu’l-Vücud Allah olduğundan hiçbir beşerî gücün kararı mutlak olamaz. Hüküm O’nundur, ahlakî normların ve hukukî kuralların menşei O’nun indirdiği hükümlerde vaz’edilmiş bulunmaktadır. Eğer kilisenin ve kralların mutlakiyetçi zulmünden kaçmak istiyorsanız bir başka mutlak olan halka değil, Allah’a sığınacaksınız ki “Biz sadece O’na kulluk eder, O’ndan yardım dileriz”in manası budur (1/Fatiha, 4).

Şu halde inancına bağlı bir halk iradesini Allah’ın muradına aykırı düşmeden tecelli ettirecektir. Biz Allah’ın muradına göre yaşamak için varız ama O’nun muradının ne olduğunu bilmiyoruz, O’nun muradı İlahi hükümlerde içkindir. Bizler hükümlere riayet etmeye, maksatlarını bulup çıkarmaya çalışırız. Bunu bilgisi, takvası ve usule bağlılığıyla kendini kanıtlamış kimseler yapar. Fakat pozitif hukukta uzman hukukçuların hayli farklı görüşleri olabileceği gibi, İslam içinde hükümlerin maksadını araştırıp bulmaya çalışan bilgin ve müçtehitler arasında da görüş ayrılığı olacaktır. İşte bu çerçevede “karar çoğunluğundur (El hükmü li’l ekser)” kaidesi devreye girer. Buna literatürde “cumhur-u ulema” da denir. Halk bu çerçevenin dışına çıkmadan yöneticisini seçer. Şu var ki bilginlerin çoğu, tamamı, cumhur-u ulema veya bütün halk sabit hükümlere aykırı karar veremez; mesela çoğunluk cinayeti, hırsızlığı, yolsuzluğu, rüşveti, zinayı, baskıyı, işkenceyi, yalanı, tezviri, şantajı meşrulaştıramaz. Çoğunluğun böyle bir yetkisi yoktur. Eğer bir ülkede Müslümanlar, bu temel ilkelere bakmadan çoğunluğun desteğine bakıp meşruiyet sahibi olduklarını düşünüyorlarsa o memlekette çok ciddi sorunlar var demektir.