30 Kasım 2012 11:18
(30 Kasım 2012)
Ali Akel 25 Mayıs günü çıkan ve hükümetin Roboski (Ortasu) faciasına karşı tutumunu eleştiren “Özür açıklanmaz, özür dilenir!” başlıklı yazısı nedeniyle, yıllardır çalıştığı, son olarak Washington temsilciliğini yaptığı Yeni Şafak Gazetesi’ndeki işini kaybetti. Akel yakın zamanda Diyarbakır, Hakkari, Van ve Şırnak’ta 10 gün geçirdi, Roboski köylülerini de ziyaret etti. Ardından Mazlum-Der’in İznik’te düzenlediği 2. Kürt Forumu’na katıldı. Kendisiyle yakından tanıdığı İslami camianın, özellikle dindar Kürtlerin, Kürt sorununa bakışındaki değişim üzerine konuştuk:
Türkiye’de İslami hareketin Türkler ve Kürtler diye ayrıştığını söylemek mümkün mü?
Özellikle 1990’lı yılların başlarına göre çok farklı bir durum var bugün. “Türk İslamcılar- Kürt İslamcılar” şeklindeki ayrım kulak tırmalıyor ama Kürt sorunu söz konusu olunca, soruna yaklaşım açısından böyle bir sınıflandırma kaçınılmaz. O yıllarda İslami gruplar oldukça hareketliydi. Bir miting ya da protestonun yaşanmadığı gün olmazdı. “Kürt, Kürdistan” kelimelerinin geçtiği bir döviz her zaman rahatsızlık ve tartışma konusu olurdu. Bugün de durum farklı değil. Bu sene Mazlum-Der’in Ramazan ayında Fatih Camii avlusunda düzenlediği “Roboski’ye Adalet” etkinliği, “Ümmetin yolu Kürdistan’dan geçer mi?” şeklinde bir döviz açıldığı için ellerinde silah, bıçak, satır bulunan bir grubun saldırısına uğradı.
Bölgedeki ve Kürt Forumu’ndaki izlenimlerine dayanarak soruyorum: Sahiden zihinsel bir kopuş var mı? Varsa derin mi?
Evet 10 gün boyunca bölgede İslamcı olsun olmasın oturmadığım grup kalmadı. 20 yıl aradan sonra Mazlum-Der’in gerçekleştirdiği iki günlük Kürt Forumu da benim için tam laboratuvar çalışması oldu. Gezinin başlarında dindar Kürtler bir savrulmadan geçiyor hissine kapıldım. Ortada sanki bir sahipsiz kalma durumu vardı. İlerleyen günlerde yanıldığımı fark ettim. Konuşmalar derinleştikçe şöyle bir manzara ortaya çıktı: Savrulma yok pozisyon belirleme var. Sahipsizlik yok kendi kendini sahiplenme var.
Peki daha önce nasıldı duruşları?
2000’lerin başına kadar en basit ifadesiyle “Müslümanlar iktidara gelince sorun çözülür” düşüncesi varlığını koruyordu. Yanlışlarına rağmen dindar kesimin büyük bir kesimi siyasi dayanak olarak gidip örneğin Refah Partisi’ne yaslanabiliyordu. Fakat on yıllık AK Parti iktidarı, Kürt sorununun “Müslümanların iktidarıyla çözülecek” bir sorun olmadığını ortaya çıkardı. Son 3-4 yılda yaşanan gelişmeler Kürt dindar kesimini yeni arayışlara itmiş. İki temel üzerinde yükseliyor bu: Birincisi, AK Parti’ye ve politikalarına karşı genel bir reaksiyon var. İkinci ayağındaysa sadece siyaset kurumuna değil Türk İslamcılara da yönelen bir tepki var. Onlara göre sadece AK Parti değil, Türk İslamcı gruplar da aynı oranda devletçi. Mazlum-Der Forumu’nda bir konuşmacı bu bağlamda eleştirilerini sıralarken, salondaki Türklere hitaben şu anlama gelen sözlerle seslendi: “Rica ediyorum alının. Alınmanızı istiyorum, gocunmanızı istiyorum.”
Türkler üstlerine alındı mı peki?
Türk İslamcı kesimden sağlam çıkışlar vardı. Ancak geniş çevreye hitap eden kesimin içinden gelmiyorlar. “Etkili abiler”in biraz yukardan, omuzlarının üzerinden yan baktığı isimler bunlar. Konyalı bir katılımcı şöyle bir ifade kullanmıştı: “Sizden ya PKK çıkıyor ya da Hizbullah. Birisi dağda öldürüyor, diğeri şehirde öldürüp üstüne beton döküyor.” Ne yazık ki, Türklerin genel algısı bu.
İslami hareketteki Türk-Kürt ayrışması nereye varır?
Batı’daki İslamcı gruplara sert eleştiriler var. “Türk İslamcılığından, devlet İslamcılığından ya üç talakla boşanın ya da bize İslam kardeşliğinden söz etmeyin” diye özetlenecek bir eleştiri var. Bu hat gittikçe belirginleşiyor. STK’larda yer alan Kürtlerin ve Türklerin, durum böyle devam ederse, birlikteliklerini sürdürebileceklerini sanmıyorum.
Başbakan Erdoğan’ın “PKK ile aranıza mesafe koyun” demesinin bir karşılığı var mı peki?
Yok, aksine şunu söylüyorlar. “Sistemle, Kemalizmle arana mesafe koy, sonra oturup konuşalım.” İşin doğrusu kimse ne böyle bir beklenti içinde ne de böyle bir şeyin gerçekleşeceğine dair bir umudu var. Bu sistemle boşanmadan AK Parti’nin Kürtlerle gidebileceği fazla bir yol görünmüyor. Erdoğan’ın ilk başlarda kendileri gibi devlet ile mücadele ettiğini ama şimdi kendisinin devlet olduğunu düşünüyorlar.
Devletle makas ne kadar açık?
Kürtler ile devlet arasında mesafe her zaman vardı ve bu mesafeyi devlet koymuştu. “İslam birliği, ümmet” kavramları bu mesafenin açılmasının önündeki argümanlardı. Bugün artık Kürtler de devlete mesafe koyuyor. Makas her zaman olduğundan daha açık. Dindar kesim ile AK Parti arasındaki çizgi gittikçe kalınlaşırken, PKK/BDP ile olan çizgi de gittikçe inceliyor. Bundan yirmi yıl önce Milli Gençlik Vakfı saflarında tanıdığım bazı gençler, açlık grevleri sırasında Diyarbakır BDP İl Binası’nın önünden cezaevine yürüyenler arasındaydı. PKK’ya “kafir” diyen çoğunluk bugün artık yok. Böyle bakan kesimin duruşu bile farklı. Devlet-PKK mukayesesinde, devlete daha uzak duruyorlar.
Nasıl bir hareketlilik gözledin bölgede?
Kürtler oldukça dinamik. PKK/BDP çizgisi olanlar da dindar kesim de çok hareketli. Dindar kesim kültürel alanda hem bölgede hem Batı’da çok daha aktif. Kürtçe öğrenme, kitap, dergi yayın konusunda dindarlar diğer kesime göre çok daha başarılı. Tabiri caizse devleti beklemiyorlar. Ayrıca, dindar kesim düne göre daha örgütlü bir çalışma içinde. Son yıllarda Azadi İnisiyatifi, Öze Dönüş Platformu, Özgür Yaşam Derneği, İnsan-Der gibi irili ufaklı bir sürü yapı ortaya çıkmış. Zehra grubu öteden beri belirli bir çizgi üzerinde gidiyordu zaten. Diyalog halinde ve ilişkiler içiçe.
Hizbullah bu hareketin neresinde duruyor?
Hizbullah’a hem kendi tabanı dışındaki dindar kesim, hem de diğer Kürtler kuşkuyla bakıyor. Hatta değiştiklerini düşünmüyorlar. Bir iletişimden söz etmek için çok erken. Hizbullah grubu da oldukça aktif. Siyasi parti konusunda oldukça kararlılar. Bunu açıkça dile getiriyorlar ve kamuoyuna beyan ediyorlar. Önümüzdeki yerel seçimlere katılacak şekilde parti çalışmalarını sürdürüyorlar. Oldukça iddialılar.
Hep sorulan bir sorudur: Kürtler ne istiyor?
Bu Türkler için hâlâ geçerli bir soru olabilir ancak Kürtler nezdinde anlamını yitireli epey olmuş. Devlet, sorunun adını hâlâ tam koymazken, Kürtlerin geneli bunun adını “Kürt sorunu” değil de “Kürdistan sorunu” olarak koyuyor. Bize garip gelebilir ama anadilde savunma, anadilde eğitim gibi konular bir nevi gündem değil. Gündem Kürdistan, ama nasıl? Bunu sadece dile getirmekle de kalmıyorlar. Alternatifleri ortaya koyarak tartışabiliyorlar.
Ne gibi alternatifler?
Türkiye’nin batısında, buna Ankara diyeyim, gündem Diyarbakır’a göre çok sığ. Kürdistan sorununun çözümünü konuşurlarken federasyon, otonomi, konfedere yapılar hatta bağımsızlık önerilerini bile çok rahat bir şekilde kendi aralarında tartışıyorlar. Türk siyaseti çözümden söz ederken bir şey üretmiyor, herhangi bir öneride bulunmuyor. Tek derdi statükoyu korumak. Gelebildikleri en ileri nokta “anadil olur mu, olmaz mı” konusu ki, Ankara için bu hâlâ kırmızı bir çizgi. Oysa Kürtler, BDP/PKK çizgisi olsun, dindar kesim olsun sürekli bir şeyler üretiyor. Otonom yapılardan federasyona, oradan bağımsızlığa kadar her türlü alternatifin avantaj ve dezavantajlarıyla, belirli bir siyasi kültür çerçevesinde dile getiriyorlar. Bunu söylerken hem AK Parti iktidarına hem de Türk İslamcılara verdikleri net bir mesaj da var. “İslam birliği, ümmet gibi bir derdiniz varsa, bu Kürtlerin bölünmüşlüğünden değil birleşmesinden geçer” diyorlar: “Ümmet, Kürdistan’da çizilen sınırlarla parçalandı. Birliği de, bu sınırların ortadan kalkmasında yatıyor.” Kürt ve Kürdistan kelimeleri resmi ideoloji tarafından hep terörize edildi ve şeytanlaştırıldı. AK Parti’nin duruşuyla da bu su yüzüne çıktı. Buna karşı tavır geliştiriyorlar.
Açlık grevlerinin sonlanması belli bir rahatlama yarattı mı bölgede?
Bu tür karşılaşmaların bir şekilde tatlıya bağlanması sanıldığı gibi bir enerji boşalmasını beraberinde getirmiyor. Çözüm yolunda ilerleme sağlanmayınca bu tür eylemler devreye giriyor ve her iki kesimin sinir uçlarıyla oynanıyor. Bir ileri adım atılırken çoğu zaman beş adım geriye çekiliyor Ankara ve bu geri çekilme muazzam bir enerji birikimine neden oluyor. Sonrasında gelişen her gerişim daha sert bir karşılaşmaya sebep oluyor. Bunun götüreceği yer bellidir. Kimsenin bu ülkede “iç çatışma olmaz” diye düşünmemesi gerekir. Sırat köprüsünden geçiyoruz. Siyasetçilerin gözlerini dört açması gerekiyor.
BDP/PKK hareketinin dindarlara bakışı nasıl?
Hizbullah hariç dindar Kürt kesimi ile BDP/PKK çizgisindeki Kürtler arasında temas var. Ortaklaşa düzenledikleri etkinlikler de oluyor. PKK tarafından yapılan bazı açıklamalarda bu hareketliliği AK Parti’ye bağlayanlar da oldu ancak bu gerçeği yansıtmıyor. Aralarında belirli bir mesafe de var. Dindar kesimin bir kısmı PKK için rahatlıkla “Kürt özgürlük hareketi” ifadesini kullanabiliyor. Meseleye, ideolojiden öteye Kürdistan bağlamında bakıyorlar. Kimse kalkıp bunu şiddete sahiplenme olarak yorumlamamalı. Kimse daha fazla kan aksın istemiyor, hiç kimse...
BDP/PKK bu kesime yönelik bir açılım yaparsa cephe daha da genişler. BDP’de bir Altan Tan gerçeği var. Diyarbakır’da açlık grevleri için Dicle Yasevi’nin önünde yaptığı konuşmaya şahit oldum. O konuşurken halk yerinde duramıyordu. Polisler gaz maskelerini takınca Altan Tan, “Arkadaşlar! Gaz yemenizi istemiyorum” deyip konuşmasını bitirdi.
Şunu herkesin görmesi gerekiyor. Diyarbakır’da bir Cuma günü gidin Ulu Camii’nin önünde durun ve camiden çıkanlara “Oyunuzu kime verdiniz?” diye sorun. Yüz kişiden 80’i çok büyük bir ihtimalle BDP cevabı verecektir. Bu anlamda, Ankara’nın “Kürt meselesi ayrı PKK terörü ayrı” söylemiyle oyalanması vakit kaybı, gençlerin can kaybından başka bir şey değil. Kürt meselesi de demiyor artık biliyorsunuz. “Kürt sorunu yok, Kürt kardeşimin sorunu var” diyorlar.
Peki Kürtler bu yaklaşıma ne tepki veriyor?
Bu “kardeş” sözü doğrusu siyasetin dilinden jiletle kazınsa çok iyi olacak. “Kardeş” kelimesi Kürtler için resmen hakaretle eşanlamlı. Bir Kürde “kardeşim” demeyin de ne derseniz deyin.
Roboski bu zihinsel kopuşun, ayrışmanın neresinde duruyor?
Göbeğinde duruyor: Bardağı taşıran son damla. Roboski, Kürtlerin Kudüsü oldu. Konuştuğum herkes, konuşan herkesin dilinde Roboski vardı. Başbakan Erdoğan’ın elinde Roboski’nin kanı belki yok, ama sonuç ne biliyor musunuz: Başbakan Erdoğan’ın üstüne kaldı. Kimseyi bunun aksine inandıramıyorsunuz. Roboski’ye gittim ben. Gecikmeli de olsa gidip sadece taziyede bulunmak istedim. 15 Kasım Perşembe günü oradaydım. Her Perşembe mezarlıkta bir araya geliyorlarmış zaten. Katliamda kardeşini kaybeden Veli Encü, evlerde çok huzursuz olduklarını, mezarlığa gidince rahatladıklarını söylemişti. İnanılmaz bir şeydi benim için. Evde otururken, sokaklarda dolaşırken kasvet sarmıştı beni. Mezarlığa gidince hafiflediğimi hissettim. Her gelen anne boynuma sarılıp “evladım” diye ağladı. Çocuğunun resmini kucağıma verip resim çektirdi. “Başınız sağolsun, Allah sabır versin” demekten başka bir şey diyemiyordum. Ne diyebilirdim ki. Evleri mezar, mezarlar evleri olmuştu. Adalet, ilahi adalet diyorlardı. Başka bir şey demiyorlardı.
Bu yazı Ruşen Çakır'ın www.rusencakir.com sitesinden alınmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.