Ekonomi

'AKP kültür gibi ekonomide de muhafazakâr'

Ekonomist Asaf Savaş Akat, önümüzdeki dönemlerde hükümetin ekonomi politikasının nasıl sonuçlar yaratacağını anlattı

13 Aralık 2012 09:11

Ekonomi profesörü Asaf Savaş Akat, ekonominin beklenenin altında büyümesini yorumladı. Akat, "Yılın son çeyreğinde ve 2013’in ilk yarısında ekonominin arzulanan canlanmayı göstermemesi halinde, teknik ve siyasi tepkinin ne olacağını öngöremiyorum. Bu, hem enflasyonun hem de büyüme hızının alışık olmadığımız düzeylere inmesi demek" dedi.

Akat, gelecek döneme de ciddi uyarılarda bulunarak, "Büyümenin senaryodaki gibi geri dönmemesi halinde, hem siyasi hem teknik politika yapıcıların önünde ciddi bazı açmazlar oluşacak. Bu senaryoyu, büyümenin geri gelmemesi ihtimalini mevcut resmî senaryoya kıyasla daha yüksek ihtimal olarak görüyorum" diye konuştu.

Taraf gazetesinden Pelin Cengiz'in "AKP kültür gibi ekonomide de muhafazakâr" başlığıyla yayımlanan (13 Aralık 2012) söyleşisi şöyle:

 

AKP kültür gibi ekonomide de muhafazakâr

 

Küresel krizden bu yana Türkiye’nin geçirdiği süreci ve ekonomi yönetiminin aldığı kararları, bu hafta Asaf Savaş Akat ile konuştuk. Krizden büyüme açısından en kötü etkilenen ülkelerden biri olan Türkiye’nin, çıkışta en iyi performanslardan birini gösterdiğini söyleyen Akat’a göre, ekonomiye ilişkin “bilmece” de burada başlıyor. Türkiye’nin krizde ilk kez modern anlamda konjonktür politikası uyguladığını belirten Akat, kimi yerlerde doğru adımlar atılırken, kimi yerlerde hatalar yapıldığına işaret ediyor. Türkiye’de ekonomik büyümenin resmî senaryodaki gibi geri dönmemesi halinde, hem siyasi hem de teknik politika yapıcıların önünde ciddi açmazlar oluşacağına dikkat çeken Akat, büyümenin tekrar yükselmeme ihtimalini, resmî senaryoya kıyasla daha yüksek ihtimal olarak görüyor. Akat’a göre, ekonominin arzulanan canlanmayı göstermemesi, hem enflasyonun hem de büyüme hızının hiç alışık olunmayan düzeylere inmesi demek. Bunun keskin bir kriz olmadığını, yine yumuşak iniş senaryosu içinde yer aldığını ama yumuşak inişin “tatsız” bir versiyonu olduğuna işaret ediyor...



2009’da krizin en sıcak dönemlerinin ardından 2010’da ve 2011’de ekonomi yönetimi bir dizi kararlar aldı. Daha sonrasında ekonomide alınan bu kararların yansımalarını gördük. Genel olarak Türkiye’nin krizde gösterdiği performansı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birinci gözlemim şu, Türkiye küresel krizde çok ağır bir resesyona girdi. Mali çalkantı anlamında bir teğet geçme gerçekten söz konusu oldu. Mali istikrar cephesinde işler iyi giderken, talep ve üretimde gerçekten büyük bir çökme oldu. İkincisi, bununla çelişen bir gözlem. Küresel krizden büyüme açısından en kötü etkilenen ülkelerden biri, çıkışta en parlak performanslardan birini gösterdi. Bunu, bir bilmece olarak söylüyorum. Burada bir tutarsızlık olduğu ortada. Eğer Türkiye ekonomisinin temeli kötü olduğu için 2009’da büyümesi krizden en çok etkilenen ülkelerden biri olduysa, sonra nasıl büyümede rekor kırdı? Kriz sonrası rekor kıracak kadar ekonomisi sağlamsa, krizde neden bu kadar ağır bir resesyon yaşadı? Türkiye’nin hoş taraflarından biri, böyle bilmecelere açık olmasıdır. Krizde Türkiye, ekonomisinde birden fazla ilk yaşandı. Mali istikrarın olması ve ekonominin küçülmesi, bunlar daha önce başımıza gelmezdi. Türkiye’de ekonominin küçüldüğü dönemler, çok ciddi mali istikrarsızlığın da olduğu dönemlerdi. Ekonomi küçülüyorsa kurda, faizde sorun vardır, zamlar birbiri ardına gelir vs. Bildiğimiz bir manzara. İkincisi, daralma mali çalkantıyla beraber geldiği için ve mali istikrarsızlığın bir yerde sonucu olduğu için, Türkiye, ekonomi daraldığında genişletici maliye ve para politikaları uygulayamazdı, hatta tam tersi, ekonomi daralırken bütçeyi ve para politikasını sıkmak zorunda kalırdı. 2009’da ilk kez konjonktür politikası uyguladı, yani ekonomi ve talep çökünce, maliye politikası gevşetildi, Avrupa’nın ve ABD’nin resesyonlarda yaptığı gibi bütçe açığı arttırıldı. Faizler, gecikmeyle de olsa düştü. Türkiye, krizden çıkışta ilk kez aktif makro konjonktür politikaları uyguladı, büyümenin gücünü de kısmen bunlar temin etti. Fakat, gevşeyen para ve maliye politikası ile gelen toparlanmayla beraber, çok akut şekilde yeniden dış açık gündeme geldi. Dış açık patlamasındaki nedenleri iyi görmek lazım. Türkiye ekonomisi hızlı toparlanmasının getirdiği ithalat sayesinde patladı fakat dünyada resesyonun devam etmesiyle, ihracatın da artmaması nedeniyle patladı. O asimetrik durum nedeniyle de dış açık patladı. Bunun böyle sürmeyeceğini görmek için kör olmak gerekiyordu. Sürdürülür büyüme ekonominin herhangi bir yerinde makro dengesizlik yaratmayan büyüme. Böyle bir dengesizlik yaratması halinde o dengesizlik daha sonra büyümeyi sürdürmeyi imkânsız hale getiriyor. Hatta mali istikrarsızlık getiriyor, o da uzun süren bir makro dengesizliğin faturasını ödeme sürecini tetikliyor. O anlamda bir ilk daha oldu. Nasıl 2009’da yavaşlamaya karşı bir politika tepkisi verilebildiyse, 2011 başında da hızlı büyümenin aldığı biçimin yarattığı makro dengesizliğe karşı o dengesizliği engelleyici bir politika tepkisi verildi. Özellikle dış dengede bir sorun olduğu zaman siyasi iktidarlar bu sorunu çözmeye değil, gidebildiği kadar götürmeye çalışır. 2011’de ekonomi politikası, krizdeki gevşemenin telafisi şeklinde oldu. Maliye politikasında yapacak fazla bir şey yoktu, hızlı büyüme bütçe açığını hızla düşürmüştü. Kamu borcu nispeten tekrar hızlı şekilde düşmeye başlamıştı. Buna mukabil para politikasında birtakım sorunlar birikmişti.



Neydi o birtakım sorunlar?

Bir tanesi kredi hacminde olağanüstü hızlı ve sürdürülmesi olanaksız bir genişlemenin ortaya çıkması. Bunun bir nedeni de, kriz sonrası Fed ve ECB’nin mevcut yapısal sorunların çözümünü zamana yaymak için ortaya saldıkları döviz likiditesinin mali piyasalarda risk primini düşürmesi ve TL varlıklarına olan talebi arttırmasıydı. Bankalar kredi veriyor, çünkü kolay para temin ediyor. O arada dışarıdan bulunan kaynak da TL’ye değer kazandırıyor. TL’nin değer kazanması hem tüketicinin hem firmanın reel gelirini arttırdığı ve ithal malları ucuzlattığı için, onları da harcamaya ve kredi almaya teşvik ediyor. Bunların üçüne birden müdahale etmeye yönelik bir para politikası arayışı başladı. Kredinin daha yavaş artmasını ve TL’nin de bir miktar değer kaybetmesini sağlayacaksınız. Orada da önemli bir sorunla karşı karşıya kalındı, kalınıyor. Para politikası deyince herkesin aklına faiz gelir. Faiz yükselince bunlardan sadece birini yapabiliyorsun. Kredi maliyetini yükseltiyorsun, fakat aynı anda TL’yi daha cazip hale getirdiğin için TL değer kazanıyor. Dış kaynak bankaların kredilerini de arttırıyor. Bu bir yenilik gibi sunuluyor, burada yeni olan enflasyon hedeflemesidir, eskiden bu yoktu. Merkez bankalarının esas işi kredi kontrolüdür. Kredi balonunun oluşması için kâğıt paraya ihtiyaç yok. Yeni değil, tam tersi esas işine dönmesidir. Yanlış bir teorinin külfetini sırtından atmasıdır. Bir taraftan doğrudan faiz dışı araçlarla, idari yöntemlerle bankaları zapturapt altına almaktır. Bunu yapabildiği takdirde faizi düşürerek, TL’nin cazibesini azaltma imkânına sahip oluyor. Faizi artık iç talebi, kredi hacmini kontrol etmek için kullanmıyoruz.



Bu anlattıklarınızdan “bunlar denendi ve başarılı oldu” sonucu çıkarabilir miyiz?

Kredi hacmi kontrol altına alındı, TL bir miktar değer kaybetti. Bunlar büyük geminin durması gibi zaman alıyor. Düğmeye bastıktan sonra fiilen insanların kararları alıp harcamalarına yansıtması ve bunun çarpan katsayısıyla ekonomiye yansıması altı ay bir yılı buluyor. TL’nin değer kaybı ithalatı pahalandırarak, kısmen ithalatı engelleyici bir etki yaptı. TL’nin değer kaybı, döviz kazanmayan sektörlerde çalışanların reel gelirlerini düşürdü. TL’nin değer kaybı dış pazarlardaki talep zorluğuna rağmen ihracatı arttıramasa bile kârlılığı koruyarak, ihracatçı sektörlere nefes aldırarak başka pazarlara yönelmesini sağladı.
 


Birkaç alanı birden baskılamış oldu...

Evet. Kurun dengesizliği düzeltme etkisi oldu, paralelinde kredi hacminin daralması buna eklenince o da iç talebi düşürdü, düşen iç talep artı kur etkisi ithalatı düşürüyor. O arada iki şey oldu. Bir, TL’nin değer kazanması enflasyon üzerinde bir maliyet katkısı yarattı; iki, iç talebin gevşemesi büyümeyi aşağı çekti. Nereden bakarsak bakalım, ekonominin basit kurallarından biri bu. Geçmişte bir hata yapmışsanız ve bu hatalar bir dizi dengesizliğe yol açmışsa, bunun bedava düzeltilme yolu yoktur, mutlaka bedeli vardır. Düzeltme sürecini ne kadar zamana yayarsan, külfeti o kadar azalır. Hızlı yaparsan daha ağır bedel ödersin. Zamana yaymanın hoş tarafı, maliyeti daha hazmedilir hale getirmek. Siyaseten de bu önemli bir şey. Düzeltmeyi zamana yaymanın da taşıdığı riskler var. Zaman belirsizliklerle dolu, tahmin edilmesi güç ve tatsız durumlar çıkarsa, o arada düzeltmeni yapmadığın için bu ileride çok daha büyük bedellere yol açabilir. Hızlı düzeltmenin gelecek belirsizliklere karşı kendini koruyabilme avantajı var.
 


İktidar sizce hangisini tercih etmişti?

Hükümet zamana yayma tercihini kullandı. Muhafazakârlık sadece kadının saçının gözükmesi, TV’de gösterilenlere karışılması, her yere cami dikilmesinden ibaret değil. Adı üstünde muhafazakârlık, böyle ani sert değişimi sevmemektir. Statükoyu, mevcudu mümkün olduğu kadar korumak... Hükümetin ideolojik çerçevesiyle uyumlu. Bu hükümetin, bu alanda radikal karar alması şaşırtıcı olurdu. İkincisi, dış açığın çok da düşmesi hedeflenmedi. Satır aralarında görülen, ekonomi yönetiminin Türkiye’nin yüzde 5- 6 gibi bir cari işlemler açığıyla uzun vadeli potansiyel büyüme hızını yüzde 5-6’da tutabileceğini düşündüğü... Yani, öyle bir makro denge olsunki, hem yüzde 6 büyüsün, hem yüzde 5-6 açık versin. Türkiye’yi olağan sayılabilecek doğrudan yabancı sermaye girişi var. Sıcak para hariç doğrudan ve uzun vadeli proje kredisiyle geliş olacaksa gelsin, dış açığı bu düzeyde tuttuğumuz sürece sürdürülebilirlik sorunu yoktur düşüncesi var.
 


Buraya kadar anlattıklarınız, kendi içinde tutarlı bir ekonomi politikasına işaret ediyor. Peki, riskler neler?

Riskler ve risklere verilen tepkiler, olup bitenleri çok etkileyecek. Bir bedel ödenecek, bunu söyledik. Kur yukarı gittiği için enflasyonun da bir miktar yukarı gitmesini kabul edeceksiniz. Biraz büyüme yavaşlayacak, biraz da enflasyon yükselecek. Ama hayat birazla olmaz. Enflasyonun nereye kadar yükselmesine izin vereceksiniz? Büyümenin nereye kadar düşmesine izin vereceksiniz? Dış koşulların ve kısmen şanssızlığın etkisiyle enflasyon, konan üst sınıra çıkarsa ne yapacaksınız? “Enflasyondan fedakârlık etmem” dediğinde, büyümenin konan sınırın altına düşmesine razı olacaksınız demektir. Püf noktası, ince ayarlarda kur ve enflasyon, kur ve büyüme çelişkisidir. Büyümeden ve enflasyondan bir miktar fedakârlık olacak, o arada dış işlemler açığı istenen düzeye gelecek, onun bedeli olarak da arzulanmayan iki şey yapılacak. Enflasyon yüzde 10.5’a, işsizlik yüzde 10’a çıkacak, büyüme 2’lerde olacak... Buna tepki verecek misin vermeyecek misin?



Merkez Bankası’nın kurdaki gidişat açısından aldığı kararlar doğru muydu?

Burada birkaç hata yapıldığını düşünüyorum. Merkez Bankası, kurdaki gidişat karşısında fazla tedirgin oldu. Kurun, mevcut büyüme hızında tahammül edebildiği enflasyondaki artış üst sınırının üzerine çıktığını düşündü ve kuru baskı altına alma yolunu seçti. Bunu da kredilere getirdiği idari tahditlere faizi de ekleyerek yaptı. Bu da büyümede istenen düzeyin altına düşmenin yolunu açtı. Neden hataydı? Çünkü, mevcut kamu maliyesi yapısı ve bütçe disiplini çerçevesinde, enflasyonun gidebileceği fazla bir yer yoktu. Yüksek enflasyonun gerisinde arz kökenli etkenler vardı, biri özellikle gıda olmak üzere. Gıdada trend dışı yükselişin devam etme ihtimali çok düşüktü. Geri dönme ihtimali gelecek dönemde vardı. O döndüğünde de enflasyon gerilemeye başlayacaktı. Ama bu riskler alınmadı, gereksiz bir kur baskısı sonucu fatura da büyümeye çıktı.

Türkiye ekonomisinin tüm cazibesi hızlı büyümesidir. Büyümeyi yavaşlatma kısa dönemde düşük maliyetli durabilir. Ancak, büyümenin yavaşlamasıyla beraber iç ve dış reel oyuncular açısından, büyümenin yavaş olacağı beklentisinin harcama kararlarında etkili olması, yavaş büyümenin yavaş büyümeyi getirmesi. Bu kapitalizmin en önemli özelliklerinden biridir. Büyümenin sihirli döngüsünü kırmanın maliyeti, ekonomi yönetiminin düşündüğünden çok daha yüksek olabilir.

Maliye politikası eylülde zamlarla sıkılınca, çok sert eleştirdim. Büyümenin gevşediği bir dönemde, kamu borç oranı yavaşlayan büyümeye rağmen düşerken, maliye politikasını sıkmak çok yanlıştı. Türkiye’nin şu anda ne borç ne de faiz sorunu var. İki sorunu var: Döviz kuru ve yetersiz büyüme. Enflasyona takılırsan, hata yaparsın. Hata olduğu da ortaya çıktı. Zamlara rağmen enflasyon yılsonu için yüzde 6.3’lere geriledi. Zamlar olmasaydı, yüzde 6’nın altına inecekti. Olayların seyri, mali politikasının sıkılaştırılmasına gerek olmadığını gösteriyor.



Bundan sonrası için değerlendirmeniz ne yönde olur?

Bu, sonuç olarak siyasi bir karar, sadece teknik bir olay değil. Ekonomi yönetiminin senaryosunun satır aralarını okuduğumuzda sonucun şu olduğunu görüyoruz. Bu yıl, son çeyrekten itibaren ekonomide yavaşlama duruyor, ekonomi tekrar canlanmaya başlıyor. Senaryoya göre, bu canlanma sonucu bir miktar dış açıktaki düzelme azalıyor. Ama enflasyon cephesinde fazla bir sorun olmuyor. O arada iyi koşullar olursa, Avrupa’ya ihracat canlanırsa, bu da büyümeye katkı yapıyor. Burada benim gibi büyümeyi önemseyenlerin korkusu şu: Son çeyreğe geldik ve canlanma işareti görünmüyor. 2013’ün ilk çeyreğinde de ekonomi canlanmadığı takdirde, siyasi otoritenin haklı olarak proje sahiplerine dönüp, “şimdi ne yapacağız” diye sorması gerekiyor. Büyümenin senaryodaki gibi geri dönmemesi halinde, hem siyasi hem teknik politika yapıcıların önünde ciddi bazı açmazlar oluşacak. Bu senaryoyu, büyümenin geri gelmemesi ihtimalini mevcut resmî senaryoya kıyasla daha yüksek ihtimal olarak görüyorum. Yılın son çeyreğinde ve 2013’in ilk yarısında ekonominin arzulanan canlanmayı göstermemesi halinde, teknik ve siyasi tepkinin ne olacağını öngöremiyorum. Bu, hem enflasyonun hem de büyüme hızının alışık olmadığımız düzeylere inmesi demek. Bu yumuşak iniş senaryosunun içinde ama yumuşak inişin tatsız bir versiyonu. Politik anlamda opsiyonları vardır, onlardan hangisi nasıl kullanılacak onu o zaman tartışacağız. Ya da Merkez Bankası ve ekonomi yönetimi bize gol atmış olacak. 2013’ü ilginç kılan şey şu: Resmî tahminlerin tutması, ekonomi yönetiminin planladığı gibi son çeyrekte olmasa bile, 2013’ün başından itibaren ekonominin canlanmaya başlaması ve talepteki artışın da üretimi arttıracak şekilde olması. Büyümenin hızlanması ve dış açığın çok büyümemesi. Bu, seçim öncesi ekonominin çarklarının dönmeye başlaması demek. Bu da kendi ivmesiyle yürür. Tersi olursa, ne tercih edecekler, göreceğiz. Bu da Türkiye’de ilk kez oluyor. Türkiye ilk kez iktisat politikası eliyle yavaşlama yaşıyor, sonra bu yavaşlama iktisat politikasının amaçlarını aştığı için tekrar hızlandırma yaşayacak. Bunu bir öğrenme eğrisi gibi düşünebiliriz. Elbette maliyetli; ama hep öyledir zaten.