Ömer Laçiner*
Türkiye’de, temel uygarlık değer ve ölçütlerinin genel kabul gördüğü bir toplumun; eşit yurttaşlık haklarının geçerliliği zemininde şekillenmiş olma anlamıyla bir “millet”in var olduğundan söz edebilir miyiz artık?
Ne zaman söz edebilirdik ki diyenler olacaktır elbette. Ama herhalde onlara “o kadar da değil” diyenlerin öne sürebildiği, tutunabildiği gerçeklerin hemen tümünün de berhava (olmuş) olduğunu Ankara’daki katliamın korkunç gerçekliği ile birlikte gördük.
IŞİD’li alçakların, tescilli uygarlık düşmanlarının patlattığı bombaların eseri değildi bu. Paramparça edilerek öldürülmüş yüzü aşkın insanın, çoğu ömür boyu ağır sakat kalacak yüzlerce dostumuzun, arkadaşımızın yaşadığı yürek dayanmaz dehşetin tarifsiz acısı da söyletmiyor bunu.
Bunu söyleten katliamın kendisi değil; bu olay karşısında varolduğuna inanmak istediğimiz Türkiye toplumunun, hepimizi kapsadığı iddia edilen “millet”in büyükçe bir kesiminin gösterdiği tepkidir. Bu tepkinin biçimi ve içeriği neredeyse tereddüde yer bırakmayacak kadar açıkça ortaya koymuştur ki; AKP’nin Recep Tayyip Erdoğan etrafında kenetlenmiş kadroları ve onlara yapışık “çekirdek” seçmen kitlesi ile Ankara katliamının hedefi olan, orada dostlarını, arkadaşlarını, yoldaşlarını kaybeden veya kaybetmişçesine derinden yaralanan ya da onların maruz kaldığı bu ağır vicdansızlığın acısını içtenlikle paylaşan insanlar artık aynı toplumun veya aynı “millet”in unsurları değildir, böyle addedilemezler.
Ankara katliamı, Recep Tayyip Erdoğan’ın güdümüne tâbi AKP ve hükümetinin “Gezi isyanı”ndan bu yana izlediği “kutuplaştırma” siyaseti ile sırtını sıvazladığı kendi “millet”i ile; o siyasetin “zımmi” –yabancı düşman veya yarı düşman– statüsüne baş eğdirmek istediği kesimler arasındaki –sistematik olarak gerdiği– bir toplumu toplum kılan bağların neredeyse tamamen koptuğunu göstermiştir.
O bağlar, ilkokul kitaplarının millet tarifinde “sevinç ve kederde ortaklık” diye özetlenir. Aidiyet duygusunun özüdür bu. “İçimizden biri”nin başarısına sevinmek aramızdaki farkları, rekabet ve hatta çatışmayı o ortak sevincin sıcaklığında bir süre için dahi olsa “unutmak; yine aynı şekilde birimizin veya bir kesimimizin yaşadığı ağır bir acının ya da felaketin kederini duymak, dayanışmaya yardımlaşmaya koşmak gibi salt insana özgü niteliklerin var ve geçerli olduğuna güvenden beslenir o bağlar.
Ankara’daki katliamın duyulduğu andan itibaren AKP medyasını ve trol organizasyonunun tutumunu izlemiş olanlar katliamın kendisi kadar bu tutumun da kanlarını dondurduğunu teslim edeceklerdir. Bütün dünyaya karşı başka türlü konuşamayacakları için “çok ağır bir saldırı, çok üzüldük” diyen en üst düzey parti ve hükümet sözcülerinin bu usulî söyleminin bile şöyle bir geçiştirildiği bir dil ve uslüpla kaplıydı buralar. “Oh oldu” demenin sınırlarında dolaşan; bazan bunu da bir biçimde ifade eden; hiç değilse bir gün beklemeye bile sabredemeyip; ilk dakikalardan itibaren HDP ve yöneticilerini zan altında bırakmaya, hatta tertipçi gibi göstermeye çalışan gayet çirkef bir tutum, bir yayın politikası –adeta otomatik biçimde– yürürlüğe konulmuştu.
Patlamanın hemen öncesinde Ruhi Su’nun 1 Mayıs 1977 katliamına dair “bu meydan kanlı meydan” türküsü ile halaya durmuş gençlerin görüntülerini yayınlayıp “ne olacağını biliyorlar demek ki” imasını yapmaktan; katliamdan bahsederken gözyaşlarını tutamayan Demirtaş’ın konuşmasını ağlaya ağlaya oy istedi” diye özetlemeye; “vampir”, “kanla beslenmek” türü ilhamları aralıksız tekrarlamaya kadar insaf sınırlarının paramparça edildiği bir saptırma, kin ve iftira bulamacı ile karşı karşıya idik.
Ankara katliamı gibi bir olayda bile bu tiksindirici tavırla karşılaşabiliyor isek; bunu organize biçimde yapan ekipler ile onların çevresinde olup da engellemeyenlerin oluşturduğu kesim ile “bizim” aramızda insani ve toplumsal diyebileceğimiz herhangi bir bağ kalmış mıdır? Ya da bir başka deyişle; Bay Erdoğan liderliğinde bu kesime empoze edilen kutuplaştırma siyaseti ile gözümüzün önünde her vesileyle törpülenen ve zayıflatılan o bağ –herhalde 7 Haziran seçim sonuçlarına bakılarak– tek taraflı olarak zaten kesilip atılmış da biz şimdi mi fark ediyoruz?
AKP medya sözcülerinin o şirret tutumu, katliama uğrayanların, olay akabinde AKP iktidarını suçlayan ifadelerine tepki olarak mazur görülebilir mi?
O suçlamaların gerçeklik payının ne denli yüksek olduğuna dair –son iki yıla yayılmış– bilgilerimizi, kanıt ve karinelerimizi bir yana bırakalım. Ve farzedelim ki AKP ve hükümeti tamamen masum olduğu halde katliam mağdurları onu itham ediyor olsun.
Eğer, o bahsettiğimiz, bir toplumu toplum, milleti millet yapan o toplumsal insani bağ, AKP tarafında bir nebze dahi var olsa idi; kendisini itham edenlerin yaşadığı şokun, travmanın, mağduriyetin ağırlığını dikkate alır; kendi masumluğunu anlatabilmek için bir süre bu “haksız itham”a sessiz kalır, öfke biraz yatıştıktan sonra kendini savunurdu.
AKP tarafı ise tam tersine, daha kendisini itham edenler doğru dürüst konuşacak halde bile değilken, kendi masumluğunu savunmak bir yana, mağdurları suçlayan, onları fail gibi göstermeye yeltenen –tüm ağır sıfatların bile yeterince karşılayamadığı– bir ufunet çarkını işletmeye koyulmuştur.
Bu cenahtan ifade edilmiş en makbul tepki gibi görünen “bu katliam, bu iğrenç eylem hepimize, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne karşı yapılmıştır” klişesi de bir saptırma çabasından öte bir anlam taşımıyor bu bağlamda.
Çünkü, daha önce aynı klişe altında güya üzüntü duyulmuş gibi yapılan hemen tüm olaylarda katledilenler, ağır mağduriyetlere mahkûm edilenler aynı kesimlerdir. “AKP milleti”nin kapsadığı –Sünni Türk– “millet-i hakime”nin dışında kalan Kürt, Alevi, gayri Müslim, solcu... topluluklardır. Yakın tarihimizin 6-7 Eylül olaylarından 1969 Kanlı Pazarı’na, 1 Mayıs 1977 katliamından Maraş kıyımına, Sivas Madımak’taki alçaklığa kadar uzanan “zincir”in Suruç’la bağlantılı son halkasıdır Ankara katliamı.
AKP cenahına ve hükümetine, ortada daha iki ay önce olmuş Suruç katliamı varken; nasıl olur da benzer bir katliamın olabileceği ihtimalini en fazla taşıyan bir mitingin güvenliğini, toplanma noktalarından itibaren almayıp, sırf miting alanında tedbir almayı “güvenlik zaafı yok” deme gerekçesi diye ileri sürmenin, suçlu veya suç ortağı aptallara yakışır bir savunma olup olmadığını sormaya gerek yok.
Çünkü anlaşıldı ki, onlarla aramızda bu gibi soruları sorma hakkını veren –aynı toplumun bileşenleri olmaktan gelen– meşruiyet bağı, o sorunun muhatapların zihninde çoktan koparılmıştır.
Ankara katliamı, bu kopuşun kanla tescilidir.
* Bu yazı birikimdergisi.com'dan alınmıştır.