26 Ekim 2014 12:12
Mimar Nevzat Sayın, Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’ne (AOÇ) yapılan “Ak Saray” olarak bilinen Cumhurbaşkanlığı binası için, “AK Saray, kafası karışık, ne yapacağını bilemeyen, geriye doğru bakmayı bilmeyen, geriye doğru baktığında bulabileceği şeylerin sayısı hakkında bile bir fikri olmayan, ileri doğru bakışı tıkalı, arada bir yerde kalmış bir adamı yansıtıyor” dedi.
Mimar Sayın, “Şuanda iktidar, muktedir olmaya çalışıyor. İktidar olmak kolay, birkaç dönem seçim kazanırsınız. Ama muktedir olmak, bugüne kadar kemikleşmiş bütün kurumları ele geçirmeyi ve bunların dilediğiniz gibi çalışmasını sağlamayı gerektirir. Tam burada, iktidar olarak kendi siyasi ifadenizi en iyi anlatabileceğiniz yol ne olabilir? Mimarlık. Bugün Pembe Köşk yerine AK Saray yapılıyor. İkisinin mimarisini yan yana koyun. Cumhuriyet kurulduğunda nasıl bir yönetim anlayışı vardıysa, Pembe Köşk içtenlikle bunu yansıtıyor. AK Saray da bugünkü iktidar neyse, bence negatif anlamda da olsa ‘içtenlikle’ onu yansıtıyor” ifadelerini kullandı.
“Sigara yasası cafe kültürünü oluşturdu” diyen Nevzat Sayın, “Pavyonlar, gece kulüpleri, içkili lokantalar sanayi siteleri gibi gece kulübü siteleri olarak şehrin dışına sürülürdü. İktidarın, bunu şimdi çaktırmadan bütün şehirlerde yapmaya çalıştığını hissediyorum. Tabii ki, bu insanların davranış biçimlerini düzenlemek üzere kurgulanıyor. Ama mesela sigara yasağı da cafe kültürünü oluşturdu. Sürekli söylenir: Fransız Devrimi neden Fransa’da oldu? Cafe hayatı vardı çünkü. Başka insanlarla karşılaşma alanı çoktu ve halk, mızıldanmalarını topluca yapıyordu. Bu da, devrimin çok önemli bir parçasını oluşturdu. Ben onun için sigara yasağının, insanları sokağa çıkarmasını çok olumlu buluyorum” dedi.
Taraf gazetesinden Murat Şevki Çoban’a konuşan Mimar Nevzat Sayın, AKP döneminde yapılan binalara ve içki-sigara yasaklarına dikkat çekti. Çoban’ın “İçkili yerler tarlalara itiliyor” başlığıyla yayımlanan (26 Ekim 2014) söyleşisi şöyle:
Mimar Nevzat Sayın’a göre AKP sürekli Osmanlı ve Selçuklu vurgusu yapsa da tarihi bilmiyor. Bu yüzden Ak Saray gibi yapılar tam bir kafa karışıklığı abidesi...
Validebağ, bir kez daha şehir, şehircilik ve talan konularını gündemimize taşıdı. Bugün iktidar neyi yıkmayı hedefliyor? Şehir ve mekân kurgusu üzerinden nasıl bir hayat tarzı dayatılıyor? Mekân, bize nasıl insanlar olmamızı söylüyor? İstanbul’da korunacak yer kaldı mı? Türkiye’de mimarinin en önemli isimlerinden biri sayılan Nevzat Sayın’la, AK Parti “mimarisini” konuştuk. Söz, Sayın’da.
Validebağ Korusu için direniş devam ediyor. Validebağ şehir için neden önemli?
Validebağ, şehrin çok anlamlı bir yerinde kurulmuş bir park. Kayışdağı suyunun Haydarpaşa’nın yanından denize kavuştuğu vadinin bir ucu Validebağ. Kesinlikle kalması gereken bir yer. Bir kere, bütün o bölgenin panik hâlinde kaçabileceği, acil durumlarda sığınacağı tek yer. Sen oraya o imarı verdikten sonra, Validebağ için niyetini zaten belli etmiş oluyorsun. Yerel yönetimler bir bölgenin yöneticileri olarak değil, iktidarın bir karakolu gibi davranıyorlar. Validebağ tam da o yüzden bence tehlike altında. Ama halk çok sağlam direniyor, ben kalacağına inanıyorum.
Doğan Kuban, kent dokusunun yitirildiğini söylerken “İstanbul’da korunacak ne kaldı ki” diye sorar. Validebağ kalsa bile, İstanbul’da korunacak bir şey kaldı mı?
Doğan Hoca kendi tarihi içinde o kadar çok şeyin harap olduğunu gördü ki, varlığını bildikleriyle yokluğunu bildikleri arasındaki büyük uçurum yüzünden böyle bir cümle kuruyor. Tabii, bir bilge olarak olacakları görüyor ve önceden uyarıyor bizi. Söyledikleri bence şimdiki zaman değil, gelecek zaman fiiliyle anlamlı. Ben, hem şehir ölçeğinde hem de tek tek yapılar ölçeğinde yapılması gereken çok iş olduğunu düşünüyorum.
İstanbul’da bugün korunan bir yer var mı?
Kendini koruyabilen yerler var. Mesela Kuzguncuk. Bir tarafı deniz, bir tarafı Nakkaşpaşa, bir tarafı Fethi Paşa Korusu, yukarısı da Bülbülderesi’nin eski yerleşmesi. Dolayısıyla burası müteahhitler ve yatırımcılar için, “elverişli” bir yer olmamış. Erken bir koruma kararı da alınınca, kendini koruyabilmiş. Zaten böyle olmalı, bir bölgenin kendini korumasının önü açılmalı. Aksi takdirde, bunu dayattığınızda mutlaka bu dayatmayı çözecek üçkâğıtlar bulunacaktır. Eyüp, kendini koruyabilmiş bir yer. Birçok Boğaz köyü de öyle; Kanlıca’nın korunamadığını söyleyebilir misiniz? Mesele şöyle bence: Bugün bunları korumak isteyen birileri yok.
Neye bağlıyorsunuz bunu?
Bizim korunması gerektiğini düşündüğümüz şeylerle, bugün bu ülkede yaşayan insanlar arasında genetik bir bağ yok. Onları, onlar yapmadı çünkü. Yoksa hiç kimse kendisinin olan bir şeye bunu yapmaz. Kendilerine ait hissetmediklerinden koruma gereği de duymuyorlar.
Fakat iktidar kendini, tarihsel süreklilik içinde konumlandırıyor. Biz şunun devamıyız, diyorlar. Bunun pratikte karşılığı yok mu?
Tam tersine paradoksal bir durum çıkıyor ortaya. Türkiye’yi en fazla tahrip edenler, en muhafazakâr olanlardır. Bu hep böyledir. Türkiye’deki bütün kadroların, kurumların, fiziksel mekânların tahribatı bence tutucu iktidarlar tarafından olmuştur.
Neden?
Bilmedikleri için. Şuanda iktidar, muktedir olmaya çalışıyor. İktidar olmak kolay, birkaç dönem seçim kazanırsınız. Ama muktedir olmak, bugüne kadar kemikleşmiş bütün kurumları ele geçirmeyi ve bunların dilediğiniz gibi çalışmasını sağlamayı gerektirir. Tam burada, iktidar olarak kendi siyasi ifadenizi en iyi anlatabileceğiniz yol ne olabilir? Mimarlık. Bugün Pembe Köşk yerine AK Saray yapılıyor. İkisinin mimarisini yan yana koyun. Cumhuriyet kurulduğunda nasıl bir yönetim anlayışı vardıysa, Pembe Köşk içtenlikle bunu yansıtıyor. AK Saray da bugünkü iktidar neyse, bence negatif anlamda da olsa “içtenlikle” onu yansıtıyor.
AK Saray, ne yansıtıyor sizce?
AK Saray, kafası karışık, ne yapacağını bilemeyen, geriye doğru bakmayı bilmeyen, geriye doğru baktığında bulabileceği şeylerin sayısı hakkında bile bir fikri olmayan, ileri doğru bakışı tıkalı, arada bir yerde kalmış bir adamı yansıtıyor.
Cumhuriyet erken dönem mimarisi için “modernist” diyebiliyoruz. Bugün AK Parti “mimarisinin” bir adı var mı?
Bunun tek adı var: Eklektik. Oradan buradan ne bulursa koparmaya çalışıyor. İktidar, kendi kültürel kadrolarını oluşturamadı; bu siyasal erkin, kültürel, entelektüel erki yok. Onun için de arayış içerisinde. Bir şey bulmaya çalışıyor ve şuanda uyduruyor. Ataşehir’deki cami, yeni köşk, yeni yapılan okullardaki Selçuklu, Osmanlı mimarlığı arayışları, hepsi bunu gösteriyor. İktidar, Selçuklu “olmak” istiyor ama aralarında Selçuklu mimarisinin ne olduğunu bilen biri yok. Kaçırdıkları ise şu: Zamanın ruhu diye bir şey var. Bir derede iki kere yıkanamazsın.
Neden “İslamcı” veya “İslam mimarisi” değil mesela?
İktidarın böyle bir derdi olabilir. Sokaktaki adamın böyle bir derdi olduğunu düşünmüyorum. Bakın binalara, Selçuklu bir taç kapı, arkasındaki kütlenin ondan haberi yok, pencereler başka bir telden, duvarlar başka bir telden çalıyor. Bir camiyi alıp bakın: Niye bundan 600 yıl önceki gibi, yani yapmaya çalıştıkları gibi olamıyor? Bir bütünlük fikri olmadığı için, parçalar biraraya geldiğinde bir bütün oluşturamıyor, olsa olsa bir yığın oluyor. Şöyle düşün; her yere cami yapılıyor. Ben birkaç kere cami yapmak durumunda kaldığımdan iyi bildiğim bir konudur. Bakın vakit namazlarına, hangi cami dolu? Kimse gitmiyor. Günlük hayat daha farklı akıyor ve talepleri de farklı. Aksine, bu eklektik yapı, toplumun bütün katmanlarına yayılıyor artık...
Nasıl yani?
Düşün; Nişantaşı, Keten İnşaat tarafından yıkılıyor ve inşa ediliyor. Bir inşaat şirketi, Nişantaşı mimarisini tanımlıyor. Bundan 100 yıl önce yapılan neoklasik yapılar gibi yapılmaya çalışılıyor ama onlar zaten, 300 yıl önce yapılanların kopyalarıydı. Suyunun suyunun suyu. Mesela, Yıldız Teknik’in köprüye yakın girişinde bir üst yol var. Günlerdir uğraşıyorlar: O üst yolun ayağını önce taş kapladılar, sonra aralara tuğla yerleştirdiler. Sonra korkulukları değiştirdiler, şimdi de merdiveni tamir ediyorlar. İşte o brüt beton üst geçit, sokak arası bir kebapçı dükkânına döndü.
Peki, hâkim estetik algısı için “kebapçı estetiği” diyebilir miyiz?
Kebapçı estetiği demek de doğru gelmiyor bana, kebapçılara haksızlık olacak. Çünkü işin tuhafı, büyük kebapçılar zımba gibi bir dekorasyona sahip. Onlar değişti. Sokak arasında kalmış, hafiften palazlanmaya çalışan küçük bir kebapçı dükkânını düşün, bunu şehrin ortasında bir üst yola taşıyorsun. Akıl alır gibi değil.
İhsan Bilgin, kentsel dönüşüm projeleri için “yıkım planı stratejileri” diyor. Bunu doğru kabul edersek, bugün yıkılan ne? Yerine ne yapılmak hedefleniyor?
Kentsel dönüşüm, dünyanın bütün kentlerinin yaşadığı bir süreç. Bugün ayıla bayıla baktığımız Roma, Paris, Berlin yıkılıp yıkılıp yeniden yapılmıştır. Bu olmazsa olmaz, çünkü şehirler de birer organizma. Bizimle onlar arasındaki fark; biz buna bir arsa üretimi gibi bakıyoruz. Tarlabaşı’nı düşün; önce oradaki grupları atıyorsun. Sonra metrekare fiyatını arttırıyor, orayı jantileştiriyorsun, sonra yeni alım gücü olan insanlara satıyorsun. Mümkünse bu alım gücü olan insanlar da iktidarın yanında olan, yeni sermaye grupları olacak. Bir bölgenin kentsel dönüşümü, o bölgenin arsaya dönüştürülmesi ve yeni yatırımlar için açılması anlamına geliyor.
Dünyada böyle değil mi?
Londra’da, Amsterdam’da da bu türden projeler yapılıyor. Ama şöyle: Bir konut bölgesinin yüzde 30’unu hayatı boyunca çalışsa da ev alamayacak insanlar için kiralık konut olarak, yüzde 30’unu da çok varlıklı insanlar için yapmak zorundasınız. Geriye kalan yüzde 40’ı, yatırımcı para kazanmak için yapabilir. Burada da bitmiyor: Varlıklı insanlarla yoksulların evi aynı sokakta, karşı karşıya bakacak. Yetmiyor: Bu insanlar, bölgeye bir güvenlikten geçerek girmeyecekler. Bunun üzerine kentsel dönüşüm iyi midir kötü müdür, tartışabiliriz. Türkiye’de ise tartışacak laf kalmıyor. Devlet ve ona bağlı olan kurumların hepsi, arsa üretim merkezi gibi çalışıyor. Devlet, en büyük spekülatör. TOKİ adıyla yapılan projelerin hepsi de spekülasyon faaliyetidir. Buradan bir şehir için ne çıkabilir ki?
Mekân kurgulaması, hayatı biçimlendirmez mi? Bu mekânlarla, bugün nasıl bir hayat tasarlanıyor?
Kapalı bir hayat. “Ütopya” kelimesine yazık olacak ama bir tür ütopya inşa edilmek isteniyor. Ütopya, etrafından soyutlandığı için bir ada üzerinde tarif ediliyordu. İstanbul’u düşün; herkese açık olması için yapılan alışveriş merkezlerinin kapısından sadece güvenlikten geçerek girebilirsin. Telefonunu, çantanı bırakırsın, üzerini ararlar. Sana örtük olarak şunu söylüyor: Buraya sadece bazı insanlar girebilir. Konut bölgelerini düşün: Bir arkadaşına gittiğinde, “Ben Mustafa’ya geldim, şu numarada oturuyor” diye hesap vermen gerekiyor. Bütün şehir böyle adalardan oluşuyor artık.
Bunun sonucu ne olabilir?
Sokak, yani karşılaşma alanı kalmıyor. Karşılaştığınız yerlerin hepsi- okullar, alışveriş merkezleri, cafeler- kast sistemine göre yapılanıyor. Şehir neredeyse üst- gelir grupları, alt- üst gelir grupları ve bunların ikisine birden hizmet eden en alttaki toplum gibi farklı tabakalardan oluşuyor. Bunların da yaşadıkları yerler birbirinden ayrışıyor. Öyle bir hâle geliyor ki bu; bir binada küçük dairelerle büyük daireleri yan yana bile yapamıyorsun. Ailelerle aile olmayanları bir apartmanın aynı katında, aynı asansöründe karşılaştıramıyorsun. Şehir insanların sadece kendisine benzeyen insanlarla karşılaşacağı yerlere dönüşüyor. Bence hedeflenen de budur. Bu da şuna varır: Sert bir şekilde bölgelere ayrılır şehir, gettolaşır ve çatışma ara kesitleri oluşmaya başlar. İnsan, gündelik alışkanlıklarını yapmamaya başlar. Saçma bir otokontrol sistemi belirginleşir ve sinik bir hayatın yağ lekesi gibi yayıldığını ve kolay kolay da çıkmadığını görürüz.
Sürdürülebilir bir tasarım mı bu?
Hayır, sürdürülemez. Kültür dediğimiz şey, hayatın bütün alanlarını kaplar. Omurgası sağlam, tutarlı, iyi beslenen bir yapı oluşturmadıkça bütün hayatınız eklektik bir yapı olarak devam edemez. Bu kadar eklektik bir hayat tasarımı, anlamlı hiçbir şeye sahip olmamak demektir. Bu, mimaride de hayatın hiçbir alanında da sürdürülemez.
İçki lisansındaki kısıtlamalar ve sigara yasağı, mekânlarla ilişkimizi nasıl şekillendirdi?
Mesela gittiğim şehirlerde akşam yemeğine kalmamı istediklerinde, içki içilen bir yere gitmek istiyorum. İstisnasız, bütün gittiğimiz lokantalar şehir dışında. Bursa gibi bir şehirde, akşam yemeği için şehrin beş kilometre dışında, tarlaların ortasında bir yere gidiyorsun. Bu, Anadolu şehirlerinde olurdu. Pavyonlar, gece kulüpleri, içkili lokantalar sanayi siteleri gibi gece kulübü siteleri olarak şehrin dışına sürülürdü. İktidarın, bunu şimdi çaktırmadan bütün şehirlerde yapmaya çalıştığını hissediyorum. Tabii ki, bu insanların davranış biçimlerini düzenlemek üzere kurgulanıyor. Ama mesela sigara yasağı da cafe kültürünü oluşturdu. Sürekli söylenir: Fransız Devrimi neden Fransa’da oldu? Cafe hayatı vardı çünkü. Başka insanlarla karşılaşma alanı çoktu ve halk, mızıldanmalarını topluca yapıyordu. Bu da, devrimin çok önemli bir parçasını oluşturdu. Ben onun için sigara yasağının, insanları sokağa çıkarmasını çok olumlu buluyorum.
“Mimarlık üretiminin uydurulmuş değil, gerçek ihtiyaçlar üzerinden tanımlanmasını önemli buluyorum” diyorsunuz. Bugün Türkiye’deki üretimin ne kadarı uydurulmuş ihtiyaçlar üzerinden belirleniyor?
Siz, kent topraklarını uydurulmuş ihtiyaçlar üzerinden değerlendirmeyi hedeflerseniz, Tarlabaşı’nı yıkmak gibi bir problem üretirsiniz mesela. Kendi siyasi erkinizi anlatmak istiyorsanız, cami yapmak için şehrin en görünür yerlerinden birini, Çamlıca Tepesi’ni seçebilirsiniz. Çamlıca’da caminin ne işi var? Cami, cemaatin olduğu yere yapılır. Orada teleferikle Cuma namazı turları mı düzenleyecekler? Caminin bütün ruhuna aykırı. Ya da, örtük olarak şu anlama geliyor: Ben nasıl olsa bütün Çamlıca’yı inşa edeceğim. Birileri gerçekten sıkı bir biçimde uyduruyor. Hayatta bunların yeri yok ama bize dayatılan hayatta var.
Peki, Türkiye’de eksik olan ne?
Ben, şunun eksik olduğunu düşünüyorum: Ortak akıl denen şeye kimse inanmıyor. Haliç’e köprü yapılacak, bu, tartışmaya açılabilirdi. Dünya kadar insan bu köprüye gerek yok, dedi. Boğaziçi’nden, İTÜ’den seküler bir dünyaya inanan mühendisler, Süleymaniye’nin silüetini de kapattığı için bu projenin doğru olmadığını savundular. Ama muhafazakâr bir dünyaya inanan belediye başkanı, o köprüyü yaptı. Bu tuhaf, değil mi? Kime sorsanız, Boğaz’dan daha güzel bir yer var mıdır? Artık köprü çıkışına bile gökdelen yapıyorlar. Hani Boğaz dünyanın incisiydi? Adamlar, Paris’in üzerinden uçak uçurtmuyorlar. Dünyayla aramızda böyle bir fark var.
Bugün İstanbul’un kendine özgü bir rengi var mı?
Var. İstanbul, dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Düşün, neler yapıyoruz ve hâlâ “Bana mısın” demiyor. Bana hâlâ morla mavi arasında bir yerde duruyor gibi geliyor bu şehir. Bizans çok var. İlişkiler ağı da öyle gelişiyor zaten, “Bizans entrikası” derler ya. Osmanlı da çok var, bunların ikisinin arasında bir yerde. Cumhuriyet çok belirgin değildir İstanbul’da. Harem tarafındasın, Topkapı Sarayı’na bakıyorsun ve şahane bir yerde olduğunu düşünebilirsin. Gaziosmanpaşa’ya gittiğinde bu düşüncen birden yerle bir olur. Bu olanaklara sahip olan şehir pek yok. 20 milyona yaklaşan nüfusuyla birçok şehir iç içe. Ama giderek kararıyor şehrin rengi.
© Tüm hakları saklıdır.