Ahmet Ümit *
Gazeteler henüz Babıâli’den taşınmamıştı. Ben de henüz iki kitap yayımlamış çiçeği burnunda bir yazardım. Cumhuriyet Kitap ülke edebiyatının nabzını tutan tek dergiydi. Kitabınız çıktığında ilk yazılar Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanırdı. Benim ilk kitabım hakkındaki yazı da elbette orada yayımlanmıştı. Turhan Baba işte o derginin kaptanıydı. Ama biz Turhan Baba’yla Cumhuriyet gazetesinde değil, Beyoğlu’nda, duvarlarında sıra sıra Atatürk resimlerinin asılı olduğu Umut Ocakbaşı’nda tanıştık. O sıralar Cem Yayınevi’nin İpek Sokak’taki binasında çalışıyordum. Bizi tanıştıran da benim üzerimde çok büyük emeği olan Levent Yılmaz’dı. Turhan Günay’ın bende uyandırdığı ilk duygu güvendi.
O devasa cüssesinden mi, çocuksu hınzırlığını hiç yitirmeyen bakışlarından mı, kolay kolay öfkelenmeyen kalender havasından mı, dudaklarındaki o samimi gülümsemesinden mi bilinmez, sanki yıllardır tanıdığım bir dostumla karşılaşmış gibi oldum. Ona Turhan Baba diye seslenişimin nedeni de budur. Gerçekten de Turhan Günay kafalardaki dergi yöneticilerine pek benzemez. Önemli bir kitap ekini yönetiyor olmanın verdiği entelektüel kibirden, sanatçılarla düşüp kalkmanın getireceği snopluktan eser yoktur onda. İşini en iyi şekilde yapmaya çalışan bir basın emekçisi gibidir. Onun bu tavrı, belki de kalender kişiliğinin en önemli özelliğidir. Sanırım onun bu özelliği nedeniyledir ki tanışır tanışmaz kaynaştık. Pek çok genç yazara yaptığı gibi bana da kitap ekinin sayfalarını cömertçe açtı. Kafka, Dostoyevski, Poe, Orhan Kemal, Yusuf Atılgan üzerine metinler kaleme aldığımı hatırlıyorum. Bu metinlerin, yazarlığım üzerinde çok büyük etkisi olduğunu itiraf etmem gerekir. Bir tür çıraklık, kalfalık, yazıyı ve yazmayı anlama dönemi... Ama o yılların çok daha büyük bir anlamı vardı benim için: Turhan Baba’nın yanı sıra, Semih Poroy, Kamil Masaracı gibi şahane dostlar edinmek. Evet, bir ocakbaşında başlayan dostluğumuz, sonraları çiğköfte partileri, edebiyatın, sanatın konuşulduğu, birbirinden lezzetli yazar dedikodularının yapıldığı samimi toplantılarla sürdü.
Nerdeyse iki ayda bir buluşuyorduk. Sohbetimizi rakıyla demleyip dostluğumuzu Turhan Baba’nın sazından dökülen ezgilerle güzelleştiriyorduk. Bilmediğim birçok türküyü ondan öğrendim. Ondan dinlediğim ve bir türlü söylemeyi beceremediğim “Ben kendimi gülün dibinde buldum” adlı Kütahya türküsünün bendeki yeri başkadır.
Değme şairlerin kaleminden dökülmüş dizelerden daha anlamlı sözleri olan bu türküyü ne zaman dinlesem, türküyü derleyen Hisarlı Ahmet değil, Turhan Baba gelir aklıma. Zaten o buluşmalarımızda da mutlaka bu türküyü söyletirdim. Bu isteğimden artık gına geldiği için olsa gerek, son zamanlarda bu isteğime pek kulak asmaz olmuştu. En son Gaziantep’te Kitap Festivali’nde buluşmuştuk Turhan Baba’yla. Evet, kitap dedin mi, fuar dedin mi oradadır Turhan Baba. “İstanbul’a dönelim de bir çiğköfte yoğur bize” demişti. Ben de “Ne zaman istersen” demiştim, ama olmadı bir türlü buluşamadık. İşte buradan sana söz Turhan Baba, çıkar çıkmaz, hemen haftasına, yapıyoruz çiğköfteyi, ama sen de söz ver, “Ben kendimi gülün dibinde buldum”u söyleyeceksin yine.
Bu yazı "Ahmet Ümit yazdı: Turhan baba sözüm var" başlığıyla yayımlandığı Cumhuriyet'ten alındı.