Ahmet Altan*
Bazen, seksen milyonluk bir oyuncu kadrosuyla oynanan muazzam bir Tennessee Williams piyesinin içinde yaşadığımızı düşünüyorum son zamanlarda.
Perde, huzurlu, mutlu gözüken, umutları olan bir ülkeyle açılıyor.
Küçük dertleri var ama onları çözecekler gibi duruyorlar.
Derken piyes ilerliyor, “aile” içindeki sorunlar, kişiliklerindeki derin yaralar, birikmiş öfkeler, üstesinden gelinememiş ruhsal çatlaklar birer birer ortaya çıkmaya koyuluyor.
Mutlu evliliklerin arkasında gizli nefretleri, birbirinden hoşlanmaz gibi görünen insanların karşılıklı kızgınlık patlamalarının, yaralayıcı kavgalarının ardındaki gizli ihtiraslarını, arzularını, tutkularını görüyorsunuz.
İnsanın, kendisini arkasına sakladığı o parlak kabuğun içinde gizli duran çaresizlik, güçsüzlük, zavallılık ortalığa seriliyor.
Türkiye’nin son on yıllık “piyesi” tam da böyle bir hikâye bence.
Sanırım 2006 ya da 2007’ydi, Paris’te kaldığım otelin resepsiyonunda çalışan genç kız, Türk olduğumu öğrenince, “İstanbul’da iş arıyorum” demişti, “Türkiye’ye yerleşmek istiyorum.”
Bu ülke, dünyanın yıldızıydı, en fazla umut vaat eden toplumuydu.
“Piyes” böyle başlamıştı.
Bugün on günlüğüne Türkiye’ye gelecek Fransız turist bulamıyoruz.
Kanlı darbe girişimleriyle, terör saldırılarıyla, bir başka ülkenin topraklarında girdiğimiz savaşlarla, kardeş gözüken “Müslümanların” kendi aralarındaki ölümüne çatışmalarla, hapishanelere doldurulan gazetecileriyle, yazarlarıyla, romancılarıyla, acıklı biçimde çöken ekonomisiyle kimsenin yaklaşmak bile istemediği nefret dolu, yaralı bir toplumuz.
Her geçen gün o “yaraların” sandığımızdan da derinlere işlediğine tanıklık ediyoruz.
Kendi güçsüzlüğü yüzünden yaşadığı acılardan bütün insanlığı sorumlu tutup herkese düşman olan insanlar gibi kendimizden başka herkesin “suçlu” oluğunu haykırıyor, başımıza gelen her dertten başkalarını sorumlu tutuyoruz.
Nefretimiz öylesine köklü ve büyük ki kendimizi insanlık âleminden kopartmaya çalışıyoruz.
İnsanlık âleminin bir parçası olduğumuzu inkâr ediyoruz.
İnsanlığın bize “yabancı” olduğunu haykırıyoruz.
Düşünün ki iş, bu yıl “yabancı yazarların piyeslerinin” Devlet Tiyatroları’nda oynanmasının yasaklanmasına kadar geldi, Eski Yunan’dan bu yana binlerce yıllık tarihi olan tiyatroyu reddedip, bu kadim sanatı sadece “Türk” yazarlarla sınırlı tutacağız.
Tiyatroyu “milli ve yerli” yapacakmışız.
Bu, bir nilüferin içinde dolaştığı havuzu inkâr etmesi anlamına gelir. İnsanlığın ortak havuzunda dolaşmayan, köklerini o havuzun suyuyla beslemeyen hiçbir sanat var olamaz, yaşayamaz, gelişemez.
Kurur.
Sanat, insanlığın ortak malıdır, insanlıkla birlikte gelişir.
Sanatın kökleri, bütün insanlığın içine, tarihin derinliklerine bütün sınırları parçalayarak yayılır, insanlığın ortak birikiminden beslenir, o birikimin neticesinde açan çiçeklerini bütün insanlıkla paylaşır.
Sanatçılar, bütün çiçeklerin polenlerinden aldıkları tozları dünyaya taşıyarak çiçeklerin çoğalmasına, doğanın zenginleşmesine yol açan arılar gibidir, “milli ve yerli” sanat diyerek o sanatçıların çok büyük bir kesimini hayatınızdan çıkardığınızda sizin çiçekleriniz de dünyanın polenlerinden beslenemeyeceğinden ölürler, onlar öldüğünde hayat da sona erer.
Bizim sormamız gereken soru şudur:
Neden bu ülke, bütün insanlığın çiçeklerini reddedecek kadar insanlığa düşman?
Neden insanlığın ortak birikimi bu toplumu böylesine korkutuyor?
Bu öfkenin ve korkunun kaynağı ne?
Ruhumuzdaki hangi yara bizi böylesine hastalıklı bir nefretle insanlıktan kopmaya götürüyor?
Çok acı veren bir yara olmalı…
Bize, tedavisi imkânsız bir çaresizlik olarak gözüken bir yara olmalı içimizde.
Bugünkü siyasetçiler, onların “ölümü” yücelten nutukları, artık bu ülkede neredeyse hiçkimsenin “hayattan” konuşmaması, aşktan söz etmemesi, mutluluk ihtimalinin ortadan kaybolması, kimsenin şaka bile yapamaması, bir romandan konuşamayacak kadar ölümün esiri haline gelmemiz, “yabancı yazarların eserlerini” oynamaktan çekinecek kadar insanlıktan korkmamız, o “yaranın” artık saklanılamaz biçimde ortaya çıkmasının sonuçları.
Bu toplum yaralı.
Siyasetin büyük ihaneti, bu yarayı iyi etmeye çalışmak yerine bu yarayı derinleştirerek, bu yaradan yararlanmaya çalışmasında yatıyor bugün.
On yıl önce de bu yara vardı.
Ama o zaman bu yarayı iyi edeceğimize dair bir umudumuz, kendimize güvenimiz bulunuyordu, insanlıktan korkmuyor, insanlıktan kaçmıyor, aksine insanlıkla bütünleşerek o yarayı iyi etmeye çalışıyorduk.
Bizi zavallılaştıran, güçsüzleştiren bir kısır döngünün içine düştük şimdi… Siyasetçiler o yarayı iyileştirmek yerine derinleştirdiler, yara derinleştikçe ümitlerimiz tükendi, öfkemiz ve çaresizliğimiz arttı, o çaresiz nefret de bizi insanlıktan kopardı, yara tek ilacından uzaklaştı ve böylece içinden çıkamayacağımız bir güçsüzlüğe yuvarlandık.
Bugün, “Türklüğümüzü” vurgulayan, “insanlığımızı” yok sayan her cümle, her söz, her konuşma, bizi insanlıktan ve iyileşmekten uzaklaştırıyor.
Biz ancak insanlıkla bütünleşerek, onun parçası olduğumuzun bilincine vararak iyileşebiliriz.
Bunun için de korkmamamız, kendimize güvenmemiz gerekiyor.
Güveni hep şiddette, başkalarını “ezmekte”, başkalarını korkutmakta, başkalarını tehdit etmekte arıyoruz.
Bu, güvenin değil korkunun işareti.
Pardeleri kapalı, ışıkları sönük bir odada, bütün insanlıktan nefret ederek oturan zavallı biri gibiyiz.
Perdeleri açsak, sokaklara çıksak, insanlara karışsak, korkacak bir şey olmadığını göreceğiz.
Neden korkuyorsunuz?
Reddetiğiniz insanlığın bir parçasısınız siz de.
Her toplum sizin kadar yaralı ama onlar yaralarını birbirlerinin sanatına, edebiyatına, müziğine sarılarak iyi etmeye çalışıyorlar.
“Amerikalı” Williams’ın piyeslerini seyrettiğinizde sadece Amerikalıların değil “insanların” dertlerini seyrediyorsunuz, sizinkine benzer dertlerin bütün insanlığın içinde bulunduğunu görüyorsunuz.
Sanat, size, sadece sizin değil bütün insanlığın yaralı olduğunu söylüyor.
Size insanlıktan haberler getiriyor.
Birbirinize benzediğinizi, korkacak bir şey olmadığını anlatıyor.
“Rus” Tolstoy’u okuduğunuzda Rusların acılarını değil insanların acılarını okuyorsunuz.
Anna Karenina’nın bir Rus değil bir “kadın” olduğunu anlıyorsunuz.
“Türk” Yunus Emre’yi okuduğunuzda, bir Türk’ün değil insanlığın bir büyük âlemde kendi yansımasını aradığını okuyorsunuz.
Bugün, Türkiye’nin en güçsüz yanı, siyasetçilerini ve siyaseti hayatın merkezine koyup, sanatı ve sanatçıları küçümsemesinde yatıyor.
Siyasetçiler, sizi o karanlık odaya hapsetmeye çalışıyor, size “güçlü” olduğunuz anlatır gibi yapıp aslında güçsüz ve yalnız olduğunuzu söyleyerek korkutuyor.
Bu korkuyla yaşayamazsınız.
Delirirsiniz.
Sizin, perdelerinizi açacak, ışığı odanıza getirecek, sizin de herkes kadar yaralı ve herkes kadar güçlü olduğunuzu anlatacak, size insanlığın bir parçası olduğunuzu hatırlatacak sanatçılara ihtiyacınız var.
Korkmayın bu kadar, gocunmayın, insanlığın arasına katıldığınızda başınız öyle öne eğilmez, övüneceğiniz, “bizim de insanlığa katkılarımız oldu” diyeceğiniz şairleriniz, yazarlarınız, sanatçılarınız, bilimcileriniz var.
Köklü bir tarihin çocuklarısınız.
Yunus Emre’niz, Bâki’niz, Nedim’iniz, Yaşar Kemal’iniz, Orhan Pamuk’unuz var.
Bu insanlar sizin insanlığa katkılarınız, sadece sizin değil insanlığın zenginliği aynı zamanda.
Shakespeare’in, Goethe’nin, Balzac’ın da sadece “yabancıların” değil sizin zenginliğiniz olduğu gibi…
Hayat dediğiniz ve asla tarif edemediğiniz “şey” bütün insanlığın ortak serüveni, siz de bu serüvenin kahramanlarındansınız, sizin de bu macerada yeriniz var, bütün yaralarınız, dertleriniz, acılarınızla bu hikâyenin bir parçasısınız.
Bütün insanlık kadar yaralı, bütün insanlık kadar güçlüsünüz.
Yeter ki kendinizi o insanlıktan koparmayın.
Yeter ki sizi o insanlığa bağlayan köprüleri yapan sanatçıları yıkmaya uğraşmayın, hangi milletten olurlarsa olsunlar hepsinin sizin sanatçılarınız olduğunu bilin.
Yunus’a bir bakın.
“Ayruk düşünmez korkmazam, bir zerrece kayurmazam
Ben şimdi kimden korkayım, korktuğum ile yâr oldum”
Korkmayın kimseden.
Korktuğunuz insanlıksa, koktuğunuzla “yâr” olun.
Bu karanlığa mahkûm olmadığınızı göreceksiniz o zaman.
Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır