Ahmet Altan
(Taraf - 11 Kasım 2012)
Zor
Oğuz Atay’ın bir öğüdü vardı, “canı sıkılan adamı can sıkarak anlatma” diyor.
Canı sıkılan bir ülkeyi can sıkmadan nasıl anlatmalı?
Son 24 saatte Güneydoğu’daki savaşta 64 insan ölmüş.
Ölen o genç çocukları “asker” ya da “PKK’lı” olarak değil de “insan” olarak görenlerin sayısı da o ölümlerle birlikte gittikçe daha da azalıyor.
Kan emmiş bitler gibi insanların nefretle şiştiğini görüyoruz.
Karşılıklı nefret kabardıkça kabarıyor.
Bunca ölüm, bunca nefret.
Bir gün toplum olarak çatlayacağız ve göğsümüzden nefretle iltihaplanmış kan fışkıracak.
Daha da can yakıcı olan gerçek ne, biliyor musunuz...
Bütün bu acıları yaşamak zorunda değildik.
Bu insanların ölmesi kaçınılmaz bir kader değildi.
Biz bunu tercih ettik.
Kendimizi, “insan haklarına” layık görmedik, insan haklarına sahip olmak için mücadele etmedik, insan olduğumuzu, hakkımız bulunduğunu haykırmadık.
Türk olmaktan, Kürt olmaktan, Müslüman olmaktan, Kemalist olmaktan Sünni olmaktan, Alevi olmaktan bir adım yukarı çıkamadık.
O basamakta takılıp kaldık.
Zehirlendik hepimiz.
Hiçbir şey icat etmemiş ama hep savaşmış bir toplumun çeşitli kimlikteki çocukları olarak “yenmek”bize en kutsal, en yüce değer gibi gözüktü.
Hâlâ “yenmek” istiyoruz.
Hep yenmek istiyoruz.
Sanki “yenersek” bu büyü bozulacakmış gibi her yerde “galibiyeti” arıyoruz.
Yendiğimiz kimse yok.
Gelip durduğumuz yer, kendi yoksul çocuklarımızı insafsızca öldürdüğümüz bir yer işte.
Roma’nın vahşi imparatorları gibi yüzünü görmediğimiz insanların ölümü için başparmağımızı aşağıya çevirip “öldürün” emri veriyoruz, öldürülenlerin kendi çocuklarımız olduğunu bile unuttuk artık.
Belki de hiçbir zaman bilmiyorduk.
Bu kadar çok “birlikten ve beraberlikten” bahsedilen ve bu kadar çok bölünmüş kaç toplum vardır yeryüzünde?
İnsanlık bayrağının altında toplanamıyoruz bir türlü.
Irkımız, dinimiz, mezhebimiz, altında toplandığımız flamalar bunlar.
Ve, hiçbirimiz ne kendimizin ne de diğerlerinin “insan haklarına” layık olduğuna inanıyoruz.
Nasıl korkunç bir aşağılık duygusu bu?
Hangi büyük günahın kefareti olarak bu toplum kendisini bu kadar aşağılıyor, hangi gizli kompleksin kıvranmasıyla kendisini “insanlığa” yakıştıramıyor, hangi çarpılmanın etkisiyle “insan haklarını”kendisine ait görmüyor?
Biz insanız.
Bu kadar basit bir gerçeği neden kabullenemiyoruz?
Yüz yılda bir toplumun zihniyeti hiç mi değişmez?
Ne sağalmaz bir hastalığa tutulmuşuz böyle.
“İnsan” olduğumuzu kabul edersek “herkesin” de insan olduğunu kabul edeceğimizi biliyoruz ve başkalarının “insanlığını” reddedebilmek için kendi insanlığımızdan vazgeçiyoruz.
Bu toplumun yüzyıllık hikâyesi bu kadar zavallı bir hikâye işte.
Yaşadığımız şu toplumda, “bu ülkede yaşayan herkes insandır ve insan haklarına layıktır”diyen ferd-i vahit çıkmıyor.
Bu cümleyi bu toplum tarihi boyunca söyleyemedi, bugün de söyleyemiyor.
Bunu söylememek için insanları öldürüyoruz.
Bu cümleyi söylememek için kılıktan kılığa giriyoruz, sembollere sığınıyoruz, ölülerden medet umuyoruz.
Düşünsenize dün binlerce insan Anıtkabir’e koştu, Atatürk maskeleri taktı.
Niye yapıyorlar bunu, “insan” olduğumuzu ve “insan haklarına” layık olduğumuzu söylemek için mi?
Yoo...
Atatürk’ün döneminde insan hakları bu topluma uğramadı bile.
Anıtkabir’e koşuyorlar çünkü “dindarlar” insandan sayılmasın istiyorlar, insan haklarına layık görülmesin istiyorlar, başörtüsü takanlar cezalandırılsın istiyorlar.
Dindarlar ne yapıyor?
Onlar da polislerini gönderip Kemalistleri Ulus Meydanı’nda dövdürüyor.
Bir işe yarıyor mu bütün bunlar?
Ölümden başka işe yaramıyor, 24 saatte 64 insan ölüyor.
Sonra da hep birlikte kendimizi korkunç bir çıkmazda hissediyoruz.
Çıkmazda değiliz, geniş bir meydanın ortasındayız ve kendimize bir çıkmaz yaratabilmek için debeleniyoruz.
Geçmiş yüzyılın bataklığına takıldık kaldık.
Liderlere tapınan zavallı bir “tarikatın” üyeleri gibi “bir adamı” seçiyoruz, onun “insanüstü”olduğuna, diğer herkesin de “insan altı” olduğuna inanıp, liderlerimize insanları kurban ediyoruz.
Bakın kendinize.
Türk, Kürt, Kemalist, muhafazakâr, fark etmez, herkesin bir “tek adamı” yok mu bu ülkede, herkes bir“tek adam”, tartışılmaz, dokunulmaz, “kutsal” bir lider seçmemiş mi kendine?
Belki de birbirimizden bu kadar nefret etmemizin nedeni, birbirimize bu kadar benzememiz.
Hep birlikte sıkılıyoruz sonra da.
Canı sıkılan bir toplumu can sıkmadan nasıl anlatırsın?
Bunu en azından ben beceremiyorum.
Yazdığımdan da, kendimden de, sizden de, toplumunuzdan da, liderlerinizden de, bir türlü “insanız”diyememenizden de, birbirinizi öldürüp durmanızdan da canım sıkılıyor.
“İnsansınız siz” diye bağırmak istiyorum, “insansınız, insan gibi davranın.”