21 Eylül 2012 15:18
Müslüman ülkelerde protestolara neden olan ABD yapımı 'Müslümanların Masumiyeti' adlı filmle tepkiler sürerken Agos bu hafta manşetinde "İfade özgürlüğü bahane İslam düşmanlığı şahane" başlığıyla yayımlandı. Karin Karakaş imzasıyla yayımlanan haberde, "İçinde yaşadığımız Ortadoğu ve İslam dünyasında, kendisine benzemeyenin hakları ve eşitliği konusunda ciddi sorunlar var ve bunu en iyi bilenler de bu coğrafyanın azınlıkları… Ancak bu, Batı’nın İslam ve Müslümanlarla ilgili sahip olduğu çifte standardı görmemize engel değil. İncil’de denildiği gibi, "Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün." ifadelerine yer verildi.
İşte o haber:
Bir film, İslam dininin kutsallarına yönelik hakaretamiz içeriğiyle, dünyanın çeşitli yerlerinde insan ölümleriyle sonuçlanan protesto gösterilerini beraberinde getirdi. Lübnan’dan Libya’ya, Afganistan’dan Mısır’a uzanan gösteriler ve saldırılar, Batı dünyasına doğru yayılıyor. Ve tabii yıllardır bitip tükenmeyen bir tartışmayı da yeniden dünya gündemin ön sıralarına taşıyor. İfade özgürlüğünün sınırlarının nerede başlayıp, bitiyor?
Londra’da, Paris’te ya da New York’ta görünürlükleri hızla artan Müslümanların inançları söz konusu olunca arkasına sığınılan ifade özgürlüğü, aniden kendisine benzemeyene karşı olan nefretin üstünü örten bir perdeye mi dönüşüyor? Almanya’da “cami ve göçmen” düşmanlığıyla tanınan ve bununla övünen Pro Deutschland grubunun, film için özel gösterim düzenleme isteği, ifade özgürlüğüne duyulan derin saygının bir ifadesi midir?
Film için “tek kelimeyle iğrenç” diyen ABD Dışişleri Bakanı Clinton’ın “Nasıl olur da özgürleştirdiğimiz Libya elçimizi öldürür. Anladık ki Ortadoğu’da görevimiz daha bitmemiş” cümlelerini kurabilmiş olması aslında sorunun bir ifade özgürlüğü sorunu olmadığını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Ortadoğu’yu ve daha genel olarak İslam dünyasını “ehlileştirme”yi kendisine misyon edinenlerin şapkalarını önlerine koyup düşünme vakti geldi de geçiyor bile.
İçinde yaşadığımız Ortadoğu ve İslam dünyasında, kendisine benzemeyenin hakları ve eşitliği konusunda ciddi sorunlar var ve bunu en iyi bilenler de bu coğrafyanın azınlıkları… Ancak bu, Batı’nın İslam ve Müslümanlarla ilgili sahip olduğu çifte standardı görmemize engel değil. İncil’de denildiği gibi, “Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.”
ABD yapımı ‘Müslümanların Masumiyeti’ filmi, Hz. Muhammed’e ve İslam dinine yönelik aşağılayıcı içeriği ile önce büyük tartışmaları, sonrasında da dünyanın çeşitli yerlerinde can kaybıyla sonuçlanan protesto gösterilerini beraberinde getirdi. Pakistan, Lübnan, Afganistan, Mısır büyük gösterilerle sarsılırken, Taliban’ın Afganistan’da NATO üssüne yaptığı saldırıda 18 kişi hayatını kaybetti, Libya’da ABD Büyükelçisi ve 4 elçilik çalışanı öldü.
Tartışmalar, Arap dünyasından ABD ve Avrupa’ya doğru yayılıyor. Özellikle Müslüman göçmenleri barındıran Batılı ülkelerin vereceği sınav merakla izleniyor. Bir yanda filmin gösterimini ifade özgürlüğü içinde görme ve saldırıları bir başına gündemleştirme gayretleri görülürken, sağduyulu kesimler, çıkış amacı provokasyon olan ve esasen 11 Eylül’den bu yana yoğun olarak hissedilen İslam fobisine yaslanan girişimleri siyasi tablo içinde daha geniş görmekten yana. Nitekim Almanya’da camilerin yapımına karşı çıkan eylemleriyle bilinen İslam karşıtı ırkçı Pro Deutschland grubunun film için özel gösterim düzenleme isteği, aşırı uçların birbirini besleme pratiği açısından çarpıcı bir örnek.
AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, “İfade özgürlüğü, nefret, hoşgörüsüzlük ya da önyargı propagandasıyla çatıştırılmamalıdır” derken, aslında bu potansiyel tehlikeye işaret etmiş oldu. Başbakan Erdoğan’ın, “Tahrik biçiminde olduğu zaman insanların kutsallarına, dini inançlarına saldırıların tanzim edilmesi konusunda uluslararası düzenlemelerin yapılması gerekir” diyerek konuyu Birleşmiş Milletler’e götüreceğini açıklaması ise tartışmaları yoğunlaştırdı.
Gerek çalışmaları gerekse duruşları ile konuya özel ilgileri olan farklı kesimlerden isimlere bir soru yönelttik: “11 Eylül saldırısı sonrası ortaya çıkan Müslümanlara yönelik önyargılı ortam ve dini değerlere hakaret içeren provokatif çıkışların yol açabileceği toplumsal bedeller göz önüne alındığında, ifade özgürlüğü ve bir arada yaşama ikileminin, bir unsuru diğerine feda etmeden üstesinden gelebilmek mümkün müdür? Bunun yolu somut olarak nereden geçer?” İşte yanıtlar…
Ömer Laçiner: (Birikim Dergisi Yayın Yönetmeni)
Mevcut sorunu aşabilmenin olmazsa olmaz koşulu, tarafların ifade özgürlüğü ve birlikte yaşamanın temel kurallarını içselleştirmiş olmalarıdır. Sorun, bir dine/mezhebe/inanca veya millete mensubiyeti kendi varoluşlarının, kişiliklerinin asli özelliği olarak görenlerin –üstelik bir de çoğunluk/egemen konumda iseler– bu tarz bir eşitlenmeyi esasen reddediyor oluşlarından kaynaklanıyor. Çatışmaların konusu, bahanesi olan ‘hakaret’in, ‘saygısızlık’ın tanımını, karar merciini, müeyyidesini tayin etmek bu durumda zorlaşmakta, bulanıklaşmakta. O nedenle de genellikle çoğunluğa, egemen topluluğa mensup olanların sadece bir kısmı kendi kimlik ve kişiliklerine hakaretin söz konusu olduğuna resen karar verip saldırgan bir girişimde bulunduğunda sırf yatıştırılmakla yetinilebilmekte; aynı kesimler o toplumdaki bir azınlığa o hakaretin mislini reva gördüğünde ise otoriteler genellikle göz yumabilmektedir.
Birey ve toplulukların varoluşlarının asli, birincil öncelikli özelliğini dini ve milli mensubiyet olarak gören zihniyet tarzına kapı açıldıkça ya da sadece prim verildikçe bile bu tür sorunların –artarak– devamı kaçınılmazdır. O zihniyetin doğallığını, dolayısıyla meşruiyetini kabul edenlerin önerebileceği en ideal çözüm ise ancak ‘‘tarafların karşılıklı olarak birbirlerinin ‘kutsal’larına saygılı olmalarını sağlayan’’ gayet titiz idari-hukuki düzenlemeler olabilir. Bu da sonuçta düşünce ve ifade özgürlüğünün kaynağından kurutulması demektir.
Özetle; hem sözünü ettiğimiz zihniyete, dini ve milli mensubiyet ‘bilinc’ine prim vermek, hele öncelik tanımak, hem de düşünce, ifade özgürlüğü ve birlikte eşit yaşama talebi bir arada uzun boylu var olamaz. Biri diğerini tasfiye etmek zorundadır.
Mine Yıldırım: (AAbo Akademi İnsan Hakları Enstitüsü uzmanı)
İnsan hakları hukuku açısından bakacak olursak, öncelikle ifade özgürlüğü ve düşünce, din veya inanç özgürlüğünün birbiriyle çatışan haklar olmadığı gerçeğinden yola çıkılmalı. Bunlar kendi sistematiği içinde uyumlu ve birbirine bağımlıdır. Öte yandan, bu hakların her ikisi de sınırsız değildir. Kamu düzenini, sağlığı, başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla yasalarla sınırlanabilir. Ayrıca ırksal ya da dinsel nefretin, ayrımcılık, düşmanlık ya da şiddete kışkırtma şeklini alacak biçimde savunulması yasaklanır (BM MSHS Madde 20). Herhangi bir dine veya bu dini benimseyen kişilere yönelik düşmanlığa provokatif çıkışlar mevcut uluslararası hukuk çerçevesi içinde ele alınabilir. Bunun için yeni uluslararası normlar oluşturma gereği yoktur.
İnsan hakları hukukunun dinleri değil, bireyleri koruduğunu hatırlamalıyız. Dinleri korumaya yönelik yasakların genellikle azınlıktaki inanç gruplarını ve eleştirel görüşleri bastırmak için kullanıldığını gösteren araştırmalar var. Bunun en uç örneği Pakistan olabilir. Türkiye’de TCK madde 216 (3) çoğunlukla inançsızlara karşı kovuşturmanın yasal temelini oluşturmaktadır. Çözümün bir yolu bireylerin ve toplumların birbirini tanımasına ve karşılıklı önyargılarının ortadan kalmasına yönelik politikalar olabilir.
Ziya Meral: (Cambridge Üniversitesi İnsan Hakları ve İnanç Özgürlüğü uzmanı)
İkilemin üstesinden gelmek yasal bir düzenleme ya da yaptırım ile değil, sadece saygı ve insani değerlerle mümkündür. İnsan hakları, dinleri veya düşünceleri eleştirilerden korumak için değildir ama bireylerin özgürlüklerini korur. Yine uluslararası hukukta ifade özgürlüğüne, bireyleri korumak için sınırlar getirilmiştir. İnsanları değil ama bir dini veya düşünceyi korumaya yönelik yasaların olduğu yerlere baktığımızda, örneğin Pakistan ve Mısır’da, dini hassasiyetlerin korunması adına bireylerin, özgür düşüncenin ve demokrasinin gelişmesinin engellendiğini görüyoruz. Bu tür yasaların en büyük kurbanları yine Müslümanlar oluyor.
Kendi dini yorumlarını korumak isteyen devletler veya gruplar o fikirleri paylaşmayan veya çıkarları ile çatışan kişi ve grupları kolaylıkla yasal dille etkisiz hale getirebiliyor. Asıl ihtiyacımız olan birbirimize saygı duymayı öğrenmek ve insanın değerini korumaktır. Bu da ahlaki tutumdur. Ne saygı, ne de başka bir dine gösterilen hassasiyet yasalar ile sağlanamaz. İhtiyacımız olan, tehdit, korku ve provokasyonlar karşısında asıl önemli olanın insanlar olduğunu unutmadan küresel bir sivil hassasiyet ve saygı kültürünün geliştirilmesi. Bunun da yolu radikal çağrıları olduklarından daha çok büyüten ve skandal ile çıkar sağlayan medyalı, siyasi veya dini kişileri öne çıkarmaktansa sessiz çoğunluğu ve olumlu tutumları öne çıkarmaktan geçer. Sorun sadece Islamophobia (İslam fobisi) değil, ama dünyada artan xenophobia’dır (yabancı fobisi). Zaten bu yüzden, eğer dürüst konuşmamız gerekirse, Türkiye ve Ortadoğu’da da başka dinlere yönelik o dinlerdeki insanları derinden rencide eden kitaplar, filmler ve konuşmalar sıkça yapılıyor. Bunlar da aynı sorunun parçası.
Yıldız Ramazanoğlu: (yazar)
Hz. Muhammed’e hiçbir insan zarar veremez, öncelikle bunun bilinmesi lazım. Diğer peygamberlere de. Hakaretlere yaratıcı ve entelektüel tepkiler verilmesi gerekli. Mesela YouTube’u asla açmayarak çökertmek yerine milyonlarca insan izlemeye koşarsa, sokaktaki tepki ne işe yarar. Yıllar önce bir akşam New York’ta bir otel odasında televizyon izliyordum. Bir komedyen Hz. İsa’yla ve onun çile yolundaki düşüşleriyle alay ediyordu. Sonunda arkası bize dönük temsili İsa çarmıhıyla yukarı doğru çekilirken pantolonu düştü. Gülme efekti. Ne kadar canımın yandığını, bu bayağılık karşısında ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Sonra bu gibi davranışlara karşı yayınların durdurulması için yasal ve toplumsal mücadeleler veren nice örgütler ve gönüllüler olduğunu öğrenmek iyi geldi bana.
Peygamberimize yönelik hakaretler içeren ‘Müslümanların Masumiyeti’ saçmalığının fragmanını yüreğim kaldırmayacağı için izlemedim. Hillary Clinton bile tek kelimeyle iğrenç dediğine göre mesele belli. Adım adım gidecek olursak, ortada bir film bile yok. Bir skeç var ve planlı şekilde 11 Eylül’de gösterime konularak tahmin edilen sonuçları ile işgaller yeniden aklanacak ve yeni girişimler için zemin oluşturulacak. Sanki her şey Clinton’ın “Nasıl olur da özgürleştirdiğimiz Libya elçimizi öldürür” ya da “Anladık ki Ortadoğu’da görevimiz daha bitmemiş” cümlelerini kurabilmesi için kurgulanmış bir mizansen.
En acıtıcı olan da, Müslümanların Ortaçağı’ndan söz eden, hâlâ Batı’yı aklın, sağduyunun, insanlığın referansı olarak gören ve gösteren yazarlar. İslam dünyasının çabuk dolduruşa gelip şiddetli tepkiler verdiği söyleniyor ki aslında ABD elçisinin öldürülmesinin de gizli servislerin işi olduğunu söyleyenler var. Müslümanlar yapmış olsa bile aslolan alimlerin bu cinayetin İslam’la bağdaşmayacağını söylemesi ve bütün kanaat önderlerinin ve liderlerin şiddetle kınaması, milyonlarca insanın bu cinayete karşı çıkması.
Batı toplumları yalan raporlarla kolayca manipüle edilip Irak’ın yerle bir edilmesini çılgınca desteklemedi mi, beş milyon yetim çocuk kalmasına göz yummadı mı? Sorgulama, yüzleşme, hakikati merak etme neredeydi? Susan Sonntag gibi vicdanlı yazarlar Amerikan toplumunu suçlu görmeyin, gerçeği bilmiyorlar derken ‘Bilmek istiyorlar mı peki, bilmenin sorumluluğunu taşımaya, çalınanların geri verilmesine hazırlar mı’ diye sormuştuk biz de. Önleyici Saldırı kavramını da barbar Batı üretti diye genelleme yapsam ‘Hangi Batı’ diye sorar biri çıkıp haklı olarak.
Bu yüzden Doğu Batı diye konuşmayı sevmiyorum, hiçbir yön yekpare değil, çünkü Doğu da Batı da Allahındır ve dünyanın erdemli insanlarının buluştuğu platformlar olmalı yerimiz. İslam dünyasının ve Avrupa’nın fanatikleri birbirini sürekli yeniden üretirken hiçbir kötülüğü taraftarlık duygusuyla savunamayız. Öldürülen elçi konuşulurken şu an Afganistan’da içinde yer aldığımız ittifak NATO sekiz kadını ve onlarca erkeği çocuğu öldürdü ve bu konuşulmaya değmiyor. Elçi bir insan ama bu kurbanlar sayı, ‘değersiz kurbanlar’ çünkü.
Peygamberimiz ‘gökler ve yerler ancak adaletle ayakta durabilir’ der ve bize düşen her koşulda bu yolu izlemek. Sanat elbette verili olan her şeyi sorgulayacak ama pervasızca hakaretin sanatın soyluluğuyla bir ilgisi yok.
İrvin Cemil Schick: (araştırmacı-yazar)
İfade özgürlüğü hiçbir zaman mutlak değildir. Hakaret, tehdit, şiddete teşvik gibi konularda ifade özgürlüğünün kısıtlanması doğaldır. O halde burada mesele, nefret söyleminin, yahut birtakım insanların maneviyatına düzenlenen bir sözlü saldırının bu tür bir kısıtlamaya tabi tutulup tutulmaması gerektiği. Ve ikincil olarak da eğer böyle bir kısıtlamaya gidilecekse kim tarafından kısıtlanmasının doğru olduğu.
Theo Van Gogh’un 2004’te çevirdiği “Boyun Eğme” filmi, 2005 yılında Danimarka’da “Jyllands-Posten” gazetesinin Peygamber’in karikatürlerini yayımlaması, yahut son aylarda “Müslümanların Masumiyeti” başlıklı garabetin YouTube’a yüklenmesi olaylarına baktığımızda bunların basit bir “ifade özgürlüğü” meselesi olmadığını görürüz. Her iki olayda da provokasyon, nefretin körüklenmesi, insanların huzurunun kaçırılması söz konusudur. Ve bu nedenle böyle yayınların ifade özgürlüğü kapsamına girmediği açıktır. Yani bunların yasaklanmasına ilkece karşı değilim. Ama tercihim bu yönde değil.
Bu gibi olayların İslâm dünyasını galeyana getirmesi, onbinlerce insanın sokağa dökülmesi, birçok insanın yaralanması yahut ölmesi anlaşılır bir şey değildir aslında. Sonuç olarak eğer inançlı bir Müslüman iseniz, Peygamber’e yahut İslâm dinine hakaret eden insanın cehennemde yanacağı kesin bilgisinin rahatlığı içinde işinize devam etmeniz gerekir. Sokaklara dökülmenin, etrafı yakıp yıkmanın, adam öldürmenin bu durumda ne anlamı vardır ki? Bana öyle geliyor ki bu olaylar da Batı’dan gelen provokasyonları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak isteyenlerin manipülasyonunun sonucudur. Yani her iki tarafta da kötü niyet söz konusudur, sıradan halkın duyguları sömürülmektedir. İran Devrimi’nin, Amerikan elçiliğinin işgali sonucunda yön değiştirdiğini, radikal ögelerin inisiyatifi ellerine geçirdiğini hatırlayacaksınız. Benim inancım, “Arap Baharı”nın gidişatından tatmin olmayan bazı köktenci unsurların “Müslümanların Masumiyeti” filmini bu gidişatı etkilemek için kullandıkları.
Bu durumda devletin bu filmi ve benzeri yayınları sansür etmesinin doğru olup olmayacağı sorusu gündeme geliyor. Şahsen devlete böyle bir rol biçmeye ben gönüllü değilim. Yıllar evvel Şirin Tekeli pornografiye ilişkin bir soruyu “Yasaklamayın, bırakın biz uğraşalım” şeklinde cevaplandırmıştı. Ben aynen öyle düşünüyorum. Eğer bu nefret tellalları kendi kendilerini denetlemekten aciz iseler, biz onlara gereken cevabı verelim. Nefret söylemini lanetleyelim. Nefret edenleri afişe edelim. Ama lütfen devlete bir yasak hakkı daha bahşetmeyelim.
© Tüm hakları saklıdır.