16 Ekim 2009 03:00
Avrupa Birliği'nin Türkiye için yayımladığı ilerleme raporunun geniş özeti şöyle:
Demokrasi ve hukukun üstünlüğü
Ergenekon davasında tahkikat sürdü. Bu Türkiye’de bir darbe girişiminin yargılandığı ilk dava ve demokratik kurumları istikrarsızlaştırmayı hedeflediği iddia edilen bir suç şebekesine yönelik en kapsamlı soruşturma. Dahası eski bir genelkurmay başkanı ilk kez gönüllü olarak tanıklık yaptı. Bütün zanlılar için etkili yargısal güvenceler konusundaysa kaygılar ortaya çıktı. Neticede bu dava, Türkiye’nin demokratik kurumlarının düzgün çalıştığı ve hukukun egemen olduğu konusunda özgüvenini artırmak bakımından bir fırsat. DTP’ye karşı Kasım 2007’de açılan kapatma davası hâlâ Anayasa Mahkemesi’nde. Bu durum AB’nin siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili kriterleri ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesine (örgütlenme özgürlüğü) bir bütün olarak aykırı. Türk makamları siyasi parti kanununda AB kriterler ve Avrupa standartları doğrultusunda bir değişikliği hâlâ gerçekleştirmiş değil.
Anayasa
Anayasal reforma yönelik siyasi ve toplumsal tartışma sürdü. 1980 darbesinden sonra hazırlanan Anayasa’nın demokratikleşme ve temel özgürlükler doğrultusunda (sözgelimi siyasi partilere dair kurallar, ombudsman kurumunun oluşturulması, Türkçe dışındaki dillerin kullanılması ve sendikal hakların güçlendirilmesi gibi alanlarda) değiştirilmesi gerektiği kanaati giderek güçleniyor. Ancak siyasi partiler arasında anayasal reforma yönelik hiçbir uzlaşma noktası bulunamadı. Birçok açıklamaya rağmen hükümet bu konuda herhangi bir öneri ortaya koymadı ya da bu amaçla istişareye dayalı metodolojik bir yaklaşım ortaya koymadı.
Meclis
Meclis’in işleyiş kurallarının iyileştirilmesi çalışmaları henüz tamamlanmış değil.
Cumhurbaşkanı
Başlıca siyasi partiler arasındaki çatışmacı siyasi iklime karşı Cumhurbaşkanı partiler ve sivil toplum arasındaki diyaloğu, yanı sıra devlet kurumlarının düzgün işlemesini teşvik yönünde çabalar gösterdi. Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin önemini tekrar tekrar hatırlattı ve AB ile ilgili reformların hızlandırılması çağrılarında bulundu. Dış politikada aktif rol oynayan Cumhurbaşkanı’nın temsil ettiği makam itibarıyla 33 yıl sonra Irak’a yaptığı ilk ziyaret, Kürt meseleriyle ilgili olumlu bir atmosfer oluşmasına yardımcı oldu.
Hükümet
Mart yerel seçimleri sonrası yeniden şekillenen hükümet AB üyelik sürecine ve siyasi reformlara bağlılığını ifade etti. Ocak 2009’da müzakelerin başlamasından bu yana ilk kez tam zamanlı çalışan bir AB Başmüzakerecisi atadı. Çeşitli bakanlardan oluşan Reform Gözlem Grubu kabine değişikliği sonrası daha düzenli toplandı. Fakat bütün bu çabaların daha somut bir sürece tahvil edilmesi gerekiyor. Hükümet güçlü halk desteğine ve Meclis çoğunluğuna rağmen siyasi reformlar konusunda toplam ilerleme sınırlı kaldı. Yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması konusunda hiçbir ilerleme sağlanmadı. Velhasıl, olumlu gelişmeler olsa da, siyasi ve anayasal reformların etkin şekilde uygulanması konusunda pek az ilerleme kaydedildi. Siyasi partiler arasındaki diyalog ve uzlaşma ruhunun eksikliği, bu açıdan olumsuz etkiler yapıyor.
Kamu yönetimi
Bürokrasinin azaltılması, düzenleyici etkin değerlendirmelerin geliştirilmesi, idari prosedürlerin oluşturulması, şeffaflığın güçlendirilmesi ve siyaset belirleme ve koordinasyon sistemlerinin iyileştirilmesi gibi bir dizi esaslı sorun varlığını sürdürüyor. Sivil kamu hizmetleriyle ilgili de pek az ilerleme kaydedildi. Bu hizmetlerin reformu, atama ve terfi sistemlerinin siyasileşmesinin engellenmesine yönelik yasal garantileri de kapsamalı.
Güvenlik güçlerinin sivil denetimi
Haziran 2009’da, sivil mahkemelerin barış döneminde askeri personeli yargılayabilmesini öngören bir yasa kabul etti. Dahası yeni yasa, askeri mahkemelerin barış döneminde sivilleri yargılayabilmesine imkân veren kalan son yetkileri de kaldırdı. Böylece Türkiye AB uygulamalarına yaklaştı. CHP’nin yasayla ilgili Anayasa Mahkemesi’ne açtığı iptal davası ise sürüyor. Hükümet Mart 2009’da polis ve jandarmanın kentsel ve kırsal bölgelerdeki yetkilerine açıklık getiren yasal değişiklikler de yaptı. Ancak silahlı kuvvetler resmi ve gayriresmi mekanizmalar üzerinden kanunsuz siyasi nüfuz uygulamayı sürdürdü. Üst düzey askeri yetkililer birçok kez, etnisite, Güneydoğu, laiklik, siyasi partiler gibi iç ve dış politika meselelerinde kendi faaliyet alanlarını aşan açıklamalar yaptı. Genelkurmay birçok kez siyasetçilere ve medya haberlerine tekpi gösterdi. Nisandaki bir basın toplantısında Genelkurmay Başkanı Ergenekon davası ve iddianamesi hakkında, yargıyı baskı altına alır nitelikte yorumlarda bulundu.
Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu veya Milli Güvenlik Kurulu Yasası’nda hiçbir değişiklik yapılmadı. Bu yasalar ulusal güvenliği yaygın bir düzlemde tarif ederek orduya geniş hareket alanı sağlıyor. Güvenlik, kamu düzeni ve destek birimleri hakkındaki 1997 tarihli gizli EMASYA protokolü hâlâ yürürlükte.
Ordu bütçesi ve harcamaları üzerinde hukuki denetimi güçlendirmek yönünde hiçbir ilerleme sağlanmadı. Savunma Sanayini Destekleme Fonu hâlâ Meclis denetiminin dışında. Meclis’in güvenlik ve savunma politikaları geliştirmek konusunda hiçbir gücü yok. Ergenekon davasının da açığa vurduğu üzere, bazı askeri personelin hükümet karşıtı faaliyetlerde yer aldığına dair iddialar ciddi kaygılara sebep oluyor.
Yargı sistemi
Hükümet Ağustos 2009’da yargı reformu stratejisini kabul etti. Stratejinin uygulanması için bir eylem planı da kabul edildi. Bunlar olumlu adımlar. Fakat yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı ve etkililiği konusundaki kaygılar sürüyor. Bağımsızlıkla ilgili olarak, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun bileşimi veya adli müfettişlerin rapor verme esasları konusunda hiçbir ilerleme yok. 2007 tarihli bir düzenleme göre, adli müfettişler yargı üyelerinin telefon görüşmelerini dinleme yetkisi veren mahkeme kararı isteyebiliyor. Şemdinli davası da sürüyor. Daha önce bu davayla görevli savcının azledilmesi ve davanın bugüne kadarki görülme biçimi, Yüksek Kurulu’n bağımsızlığa yönelik soruları gündeme getiriyor. Yargı, ordu ve hâkimler ve savcılar derneğinin üst düzey üyeleri, önemli davalarda yargının tarafsızlığını tehlikeye atan açıklamalar yapıyor. Etkililik konusundaysa bölgesel temyiz mahkemeleri hâlâ kurulmadı.
Kamuoyunda dikkatle izlenen davalar soruşturmanın yeterliliği konusunda kaygılara neden oluyor. Sivil toplum örgütlerine göre, bilhassa Ergenekon, Malatya ve Hrant Dink davalarında kaygı verici bir gidişat söz konusu. Dink davasında Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun bir raporu, cinayet öncesinde güvenlik güçlerinin rolünü sorguluyor. Rapora göre güvenlik güçleri Dink’e yönelik ölüm tehditlerine dair önemli bilgiler aldıktan sonra gerekli önlemleri almaktan kaçındı. Ergenekon davasındaki adli süreçte zanlıların prosedürle ilgili haklarının ihlal edildiğine dair raporlar da geliyor. Aşırı kalabalık hapishanelerdeki tutukluların yarısından fazlası yargılanmayı bekliyor. Yargıçlar tutuklamanın alternatifi mahiyetinde tutuksuz yargılanma seçeneğini uygulamak konusunda tereddütlü görünürken, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılanların etkin denetlenmesi konusunda da sorunlar yaşanıyor.
Yolsuzlukla mücadele politikası
Yolsuzlukla mücadelede sınırlı ilerleme kaydedildi. Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun koordinasyonunda ulusal bir yolsuzlukla mücadele strateji geliştirmek yönünde ilgili taraflar ve sivil toplum örgütleriyle istişareler yapıldı. Geçen yıl Almanya’daki Deniz Feneri derneğine yönelik yolsuzluk davası çerçevesinde Türk savcılar soruşturmayı Türkiye’de sürdürdü. Başlıca zanlıların Türkiye’deki hesapları donduruldu. Fakat mahkemeye herhangi bir iddianame sunulmadı. Milletvekili dokunulmazlığının yolsuzlukla ilgili davalarda sınırlanması konusunda da hiçbir ilerleme kaydedilmedi. Siyasi partilerin ve seçim kampanyalarının finanse edilmesinin yasal çerçeveye alınması konusunda da ilerleme yok. Şu an seçim kampanyası harcamalarını denetleyecek hiçbir devlet kurumu bulunmuyor. Velhasıl bazı olumlu adımlar atılsa da, yolsuzluk birçok alanda yaygınlığını sürdürüyor.
Basın özgürlüğü, çocuk hakları ve Kıbrıs’a vurgu
İnsan hakları ve azınlıkların korunması
Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin üç ek protokolünü onaylamış değil. Raporun ihtiva ettiği sürede AİHM Türkiye’nin sözleşmeyi ihlal ettiğine dair toplam 387 karar verdi. Türkiye 2008’de bu kararlarla ilgili toplam 5.2 milyon avro tazminat ödedi. Bu davaların çoğunluğu 1990’lara ya da yeni Ceza Kanunu’nun kabul edilmesi öncesine dayanıyor. Yakın döneme ait başvuruların çoğunluğu adil yargılama ve mülkiyet haklarının korunması hakkında. Yüzde 11’i ifade özgürlüğü, yüzde 5’i işkenceyle ilgili. Türkiye mükerrer yargılama ve vicdani retçilerin cezalandırılmasını önleyecek yasal önlemleri almış değil. Keza güvenlik güçlerinin faaliyetlerinin kontrolü, kötü muamele ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalarla ilgili yeterli önlemler de alınmadı. Kıbrıslı Rumların mülkiyet hakları ve kayıp şahıslarla ilgili davalar da sürüyor. Türkiye, AİHM’in Loizidou ve Xenides-Arestis kararlarını henüz tam olarak uygulamış değil. İnsan hakları ihlallerinin önlenmesi ve denetim amacıyla devlet ve hükümet düzeyinde birçok yapı oluşturulurken, bazı insan hakları savunucuları çalışmalarıyla ilgili cezai kovuşturmalara maruz kalmayı sürdürüyor. Kaynak, bağımsızlık ve kamuoyu bilincinin eksikliği, insan hakları kurumlarının düzgün işlemesini engelliyor.
Sivil ve siyasi haklar
Hükümet kötü muamele ve işkenceye karşı yasal güvenceler oluşturma yönündeki çabalarını sürdürdü. Bu bakımdan, ilgili sağlık personeli, yargıçlar ve savcılara işkence vakalarının etkili soruşturulması ve belgelenmesi konusunda verilen eğitim 2008’den itibaren artırıldı. Vatandaşların polis, jandarma ve sahip güvenlik birimleriyle ilgili şikâyetlerini araştıracak bağımsız ulusal bir mekanizma oluşturma hazırlıkları haziranda tamamlandı. Bu konudaki yasa taslağının neticelendirilip Meclis’e sunulması gerekiyor.
Adalet Bakanlığı’na bağlı Adli Tıp Kurumu dışında hiçbir Adli Tıp doktoru mahkemeler tarafından kabul edilmiyor. Bu fiili tekel hali, etkili ve bağımsız adli tıp hizmetlerinin gelişmesini engelliyor. İnsan hakları ihlallerinin cezasız kalmasıyla ilgili olarak, 60 görevli Engin Çeber’in gözaltında ölümünden sorumlu oldukları gerekçesiyle yargılanıyor. Ancak insan hakları ihlallerinin cezasız kalmasının önüne geçmek yönündeki çabalara direniş söz konusu. İstanbul polisinin 431 mensubuna kötü muamele veya işkence gerekçesiyle açılan 35 davanın hiçbirinden ceza çıkmadı. Aynı gerekçelerle idari soruşturmaya tabi tutulan polislerin sadece yüzde 2’si disiplin cezası aldı. Ahmet Kaymaz ve 12 yaşındaki oğlu Uğur’u Kasım 2004’te ‘meşru müdafaa sınırları haricinde öldürmekle’ yargılanan dört polis de haziranda beraat ettirildi.
Türkiye’deki hukuki çerçeve kötü muamele ve işkenceye karşı kapsamlı bir dizi güvence içerse de, sınırlı uygulanıyor. İşkence ve kötü muamele kaygılara vesile olmaya devam ediyor. Bu konu Türk makamları için öncelik taşımalı.
Adalet kurumlarına ulaşmak kentsel bölgelerde nispeten kolayken, kırsal bölgeler, bilhassa Güneydoğu için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Benzer şekilde, Terörle Mücadele Kanunu uyarınca gösterilere katıldıkları için gözaltına alınan 15-18 yaş arası çocukların da kısa sürede avukata ulaşması her zaman mümkün olmuyor.
Türkiye son yıllarda gayretli bir cezaevi reformu sürdürüyor, cezaevi koşulları ve altyapısında gelişmeler var. Fakat cezai reformu adaletsiz şekilde uygulanıyor. Sözgelimi F-tipi cezaevlerinde toplu faaliyetler veya rehabilitasyon programlarının örgütlenmesi eksik kalıyor. Görüşlerde Türkçe dışında dillerin kullanılması üzerindeki kısıtlamaları hafifletmek için yeni bir prosedür oluşturuldu. Yasanın öngördüğü ziyaret düzenlemeleri, mantıklı güvenlik nedenlerinin gerektirdiğinden katı. Ağır hasta olan hükümlülerin sürekli bakıma ihtiyacı olması, salıverilme gerekçesi olarak değenlendirilmiyor. Tıbbi ve psikiyatrik hizmetler yetersiz. Cezaevi personelinin kötü muamelelerine dair de bilgiler söz konusu.
İfade özgürlüğüne gelince, 301 artık ifade özgürlüğünü kısıtlamak yönünde sistematik şekilde kullanılmıyor. Bu maddenin gözden geçirilmesi, bu tür davalarda son yıllarda gözle görülür azalma sağladı. Ermeni meselesi, Kürt sorunu, genel anlamda azınlık hakları, ordunun rolü ve Atatürk’ün mirası gibi konularda canlı tartışmalar yaşandı. Ancak Türkiye’deki hukuki çerçeve, ifade özgürlüğünün kullanılması konusunda yeterli güvenceler vermekten hâlâ uzak ve bu yüzden yasalar savcılar ve yargıçlar tarafından sık sık kısıtlayıcı bir tarzda yorumlanıyor. 301’e bağlı bazı yargılamalar ve cezalar varlığını sürdürüyor. Bu yasal belirsizlik gazeteciler, yazarlar, yayıncılar, siyasetçiler, akademisyenler ve diğerlerini yargılanma riskiyle yüz yüze bırakıyor, bu da otosansürle sonuçlanabiliyor.
Önde gelen ulusal medya grubu Doğan Medya Holding aleyhinde vergiyle ilgili iki yasal işlem başlatıldı. Vergi makamlarının kestiği yüksek para cezaları, Grup’un ekonomik yaşayabilirliğine zarar verme ve bu yüzden pratikte basın özgürlüğünü etkileme potansiyeli taşıyor. Vergiyle ilgili bu işlemlerde orantılılık ve adalet ilkelerine uyulması gerekiyor.
Siyasetçiler kişisel haklarının yayıncılar, gazeteciler, yazarlar veya diğer siyasetçiler tarafından ihlal edildiği gerekçesiyle birçok dava açtı. Genelkurmay, Güneydoğu’da yaşanan olaylarla ilgili gizli bilgilerin ifşa edildiğine dair davalar açtı. Gazeteciler, soruşturmaların gizliliğini ihlal veya adil yargıyı etkileme teşebbüsünden dolayı sık sık davalarla yüz yüze kaldı. Akreditasyon talebinde bulunan belli medya kuruluşları ayrımcılığa tabi tutuldu. Önde gelen siyasi liderler Doğan Medya Holding’e ait gazetelerin ve televizyonların boykot edilmesi çağrılarında bulundu.
İnternet sitelerinin sıkça yasaklanması kaygı nedeni olmayı sürdürüyor. Adli ve idari kararlar, istenmeyen içeriği filtrelemek yerine siteleri bütün olarak engelliyor. Neticede, Türk toplumunda geleneksel olarak hassas sayılan konularda açık ve özgür tartışma ortamı güçleniyor. Ancak yasal çerçeve ve resmi uygulamalar ifade özgürlüğünü garanti altına almanın hâlâ uzağında. Medya üzerindeki siyasi baskılar ve hukuki belirsizlikler basın özgürlüğünü fiilen etkiliyor.
Toplanma ve gösteri özgürlüğüne yönelik hukuki çerçevenin uygulanmasına dair gözden geçirme çabaları söz konusu. Ancak gösterilerdeki güç kullanımı meselesiyle başa çıkmak için Türk polisinin zorlu çalışma koşullarının iyileştirilmesi, yanı sıra eğitimin artırılması gerekiyor.
Örgütlenme özgürlüğüne gelince, derneklerin ve dernek üyelerinin sayısı artmaya devam etti. Yeni Vakıflar Kurulu yeni vakıflar kurulması için gereken varlıkların düzeyinin önemli ölçüde azaltılması gerektiğine hükmetti. Temyiz Mahkemesi lezbiyen, gey, Lambda İstanbul Dayanışma Derneği’nin kapatılması aleyhinde karar verdi. Ancak mahkeme kararı, derneğin yasallığını “lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüel davranışları, bu tür cinsel yönelimleri yayma amacıyla teşvik etmeme” koşuluna bağladı; bu AB’nin homofobi ve ayrımcılıkla mücadele standartlarına aykırı bir karar.
Dernekler Kanunu’na uymadıkları gerekçesiyle derneklere yüksek para cezaları veya sert cezalar veriliyor. AB de dahil, dışarıdan para yardımı alan sivil toplum örgütlerine karşı orantısız soruşturmalar ve bunların medyada olumsuz sunulması, bir diğer kaygı sebebi. Sendikalar açık gösteriler örgütleme hakkını kullanmak konusunda engellerle karşılaşmaya devam ediyor.
İnanç özgürlüğü konusunda, ibadet özgürlüğüne genel olarak gösterilen saygı sürüyor. Yabancı din adamlarının Türkiye’de çalışma izinleri konusunda bazı ilerlemeler kaydedildi. Hükümet yetkilileri gayrimüslim cemaatlerin sorunlarını ele almak için bazı girişimlerde ve ziyaretlerde bulundu. Aralık 2008’de ilk Alevi Enstitüsü’nün açılışına Kültür Bakanı da katıldı ve devletin geçmişte neden olduğu acılardan dolayı Alevilerden özür diledi. Ancak yasalar uyarınca din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ilk ve ortaöğretimde hâlâ zorunlu. Dini grupların örgütlü yapıları mahiyetinde gayrımüslim cemaatler, tüzel kişiliğe sahip olmalarına bağlı sorunlar yaşamayı sürdürüyor. Kimliklerde hâlâ din hanesi yer alıyor ve bu da potansiyel ayrımcı uygulamalara açık kapı bırakıyor. İbadet yerleriyle ilgili olarak gayrımüslim dini cemaatler sık sık ayrımcılığa tabi tutulduklarını belirtiyor. Alevi cemevlerini ibaret yeri olarak tanımayan genel politika devam ediyor. Dini azınlık gruplarının üyeleri ibadetlerinin güvenlik güçlerince gözlendiği ve kaydedildiğini iddia ediyor. Misyonerlikler ülkenin bütünlüğüne ve Müslümanlığa karşı yaygın olarak tehdit sayılıyor. Vicdani retçilere yönelik davalar da sürüyor.
Ekonomik ve sosyal haklar
Kadın hakları konusunda Mart 2009’da yasayla Erkek ve Kadınlar İçin Fırsat Eşitliği Komisyonu kuruldu. Komisyon cinsiyet eşitliği konusundaki gelişmeleri izliyor, yasa taslakları hakkında görüş bildiriyor ve Türk mevzuatını ve uygulamalarının uluslararası anlaşmalara uyması için adımlar öneriyor. Ayrıca kadın-erkek eşitliği ihlalleri ve cinsiyete dayalı ayrımcılık şikâyetlerini inceliyor. Yasal bir düzenlemeyle sözleşmeli kamu çalışanlarına kadrolu çalışanlarda olduğu gibi 16 hafta doğum izninden yararlanma ve ayrıca izin sonunda başvururlarsa aynı göreve geri dönme olanağı verildi. Kamu hizmeti ve sağlık personeline yönelik farkındalık yaratma etkinlikleri ve cinsiyet hassasiyeti eğitim programları devam etti. Nisan 2009’da Kadınların Durumu Müsteşarlığı ile Adalet Bakanlığı arasında, savcı ve hâkimlere kadınlara karşı şiddet alanında eğitim verme amaçlı bir protokol imzalandı. Kadın STK’ları kadınların yerel seçimlere katılımını artırma amaçlı kampanyalar yaptı. Örneğin ‘50/50 eşitlik’ kampanyası, Avrupa Kadınlar Lobisi’nin ‘50/50 - cinsiyet eşitliği olmadan modern Avrupa demokrasisi olmaz’ kampanyasıyla aynı anda yürütüldü. Yine de cinsiyet eşitliği sorun olmaya devam ediyor ve AB müktesebatının gerektirdiği şekilde bir cinsiyet eşitliği kurumunun hâlâ daha kurulması gerekiyor.
Kadınların gerek ulusal gerek yerel düzeylerde siyasi temsili çok düşük. 29 Mart 2009’da düzenlenen yerel seçimler de durumu değiştirmedi: il merkezi düzeyinde 2, ilçe düzeyinde 17 kadın belediye başkanı var. Genelde, seçim öncesi söylemlerine rağmen partiler seçilebilir pozisyonlara yeterli sayıda kadın aday yerleştirmedi. Siyasi Partiler Kanunu ve parti tüzükleri, uygulamada kadınların yeterli düzeyde siyasi temsiline olanak tanıyabilecek hükümler içermiyor.
Kadınların emek piyasasına katılımı hâlâ çok düşük seviyede. Emek piyasasına giren kadınlar daha çok kayıtdışı istihdam edildiğinden daha hassas konumda oluyorlar. Kadınların eğitime erişimi Türkiye’de AB üye ülkeleri ve OECD ülkeleri arasında en düşük düzeyde seyrediyor. İlköğretimdeki cinsiyet uçurumunu kapatma yönünde elde edilen iyi sonuçlar devam ettirilmeli ve iyileştirilmeli.
Aile içi şiddet, namus cinayetleri ve erken ve zorunlu evlilikler ciddi sorunlar olmaya devam ediyor. Kadınlara karşı aile içi şiddetle ilgili ulusal araştırma raporu, sorunun ciddiyetini gösterdi: kadınların yüzde 39’u fiziksel şiddete, yüzde 15’i cinsel tacize maruz kaldığını söyledi. Her 4 kadından biri fiziksel veya cinsel şiddet sonucunda yaralanmış. Kurbanların yüzde 48,5’i sorundan kimseye bahsetmezken sadece yüzde 4’ü polise, yüzde 1’i devletin sığınaklarına başvurmuş. Çoğu Türk kadın haklarının hâlâ tam bilincinde değil.
Kadın örgütleri Aileyi Koruma Yasası kapsamında şiddet tehdidiyle karşı karşıya kalan kadınları korumak için aile mahkemelerinden yasaklama emri çıkarılmasının uzun zaman aldığını bildiriyor. Aile içi şiddet kurbanı kadınlar için sadece 54 sığınak var. Gerek sığınak sayısı gerek genel yatak kapasitesi, yasanın gerektirdiği veya gerçekte ihtiyaç duyulandan çok daha az.
Başbakanlığın namus cinayetleri ve aile içi şiddetle mücadele alanındaki genelgesiyle sağlanan işbirliğinde ilk baştaki bir iyileşmenin ardından, raporlama döneminde bu alanda kaygılar doğdu. İçişleri Bakanlığı genelgesinde öngörülen yerel işbirliği kurulları yasaların gerektirdiği gibi kurulmadı. Polis ve kamu idaresinin İçişleri Bakanlığı genelgesinin farkında olmadığı görüldü.
Genel olarak bakıldığında, kadın haklarını ve cinsiyet eşitliğini koruyan yasal çerçeve geniş kapsamlı olarak mevcut. Ancak bu yasal çerçeveyi hayata geçirmek ve ekonomik katılım ve fırsat, siyasi güç ve eğitime erişim alanlarında erkeklerle kadınlar arasındaki uçurumu kapatmak için daha fazla ve ciddi çabalar gerekiyor.
Çocuk hakları alanında, ilköğretimdeki cinsiyet farkı 2007/2008’de yüzde 2,3 iken 2008/2009’da yaklaşık yüzde 1’e indirildi. İlköğretimdeki çocukların sayısı 2007’den 2008’e yüzde 24 artarken, genel okul öncesi eğitim oranı yüzde 33’e yükseldi. Okul öncesi eğitimde öğretmen sayısı da 2007’den 2008’e yüzde 14 oranında arttı. E-okul sistemi sayesinde Milli Eğitim Bakanlığı okuldan ayrılan çocukları istediği anda tespit edip bunlara ulaşabiliyor. Bebek, çocuk ve 5 yaş altı çocuklarda ölüm oranları azaldı. 2003-2008 arasındaki yüzde 1,7’lik oran, 1998-2003 arasına oranla yüzde 47 daha düşüktü. 2005 Çocuk Koruma Kanunu uyarınca ülkenin 81 ilinin tümünde çocuk mahkemelerinin kurulması gerekiyor. Bu mahkemelerin sayısı geçen yıl 40’tan 73’e çıkarıldı. Bunlar ülkenin 81 ilinden 33’ünde bulunuyor.
Ancak 15 yaş altı çocukların yoksulluk oranı 2007’de yüzde 0,9 artışla yüzde 26,1’e yükseldi. Kırsal alanlarda bu oran yüzde 42’ye kadar çıkabiliyor. İlköğretime kaydolma alanında bölgesel farklılıklar devam ediyor, ülkenin batısı ve doğusu arasında yüzde 10’u aşan bir fark var. Çocuk istihdamıyla mücadele alanında ilerleme kaydedilmedi, zira sorumlu ulusal kurumların yetkileri zayıf kalıyor. Etkin bir teftiş sistemi yok.
Çocuk davaları alanında, 2005 Çocuk Koruma yasasına göre 18 yaşına kadar olan tüm Türk vatandaşları çocuk kabul ediyor ve çocuk haklarından yararlanıyor. Ancak 2006 Terörle Mücadele Yasası’ndaki değişiklikler (özellikle Ceza Kanunu’nun 220 ve 314 sayılı maddeleri) nedeniyle, 15 ila 18 yaşındaki çocuklar yetişkin olarak yargılanabiliyor. Uygulamada, Ceza Kanunu’nun değiştirilen 220 ve 314 sayılı maddeleri nedeniyle bu yaş grubundaki çocuklara karşı açılan davaların sayısında ciddi bir artış oldu. Örneğin güneydoğuda gösterilere katılan çocuklar ‘terör örgütüne üyelik’ suçlamalarıyla ve dolayısıyla uzun hapis cezalarıyla karşı karşıya kalıyor. Mahkeme kararları sıklıkla polisin ve yetkililerin ifadelerine dayanıyor ve sağlan kanıtlarla desteklenmiyor. Çocuklara tutuklandıktan sonra ve savcıya götürülmeden önce kötü davranıldığına ve avukatlarını görmelerinin önlendiğine dair iddialar bulunuyor. Çocuk mahkemelerinde çocuk savcılarının bulunmaması ve tutukluluk koşulları da eleştirildi. Son olarak, yeterli sayıda yetkin personelin olmaması nedeniyle çocukların psikolojik değerlendirmeleri düzgün bir şekilde hazırlanamıyor. Yetişkin olarak yargılanan ve orantısız cezalarla karşı karşıya kalan çocuklar ciddi bir kaygı nedeni oluşturuyor.
Sosyal olarak savunmasız veya engelli kişilerle ilgili olarak Türkiye aralık ayında Engelli Kişilerin Haklarına İlişkin UH Konvansiyonu’nu onayladı. Engelli kişilerin sorunlarına yönelik birçok kamu finansmanlı proje başlatıldı. Ancak ruh sağlığı kaygı doğuran bir alan. CPT bu alandaki hastalara özellikle şahsen veya vasi yoluyla tedaviyi kabul etme veya reddetme fırsatı verilmesini sağlamak için yasal reformlar gerektiğini vurguladı. Mahkemeler ve ruh sağlığı kurumları, Medeni Kanun’un ruh sağlığı kurumlarına istek dışı yerleştirilmeyle ilgili hükmlerini yeterince uygulamıyor. Tedavi programları, fiziksel altyapı ve eğitimle ilgili daha fazla çaba gerekiyor. Türkiye’de ruh sağlığı kurumlarını denetleyebilecek bağımsız bir kuruluş yok. Engelli kişiler ve ruh sağlığı sorunları olanların bakım koşullarıyla ilgili kapsamlı veriler bulunmuyor. Yerel seçimlerde engelli kişilere yeterli tesis sağlanmadı ve YSK engelli kişilerin oy verme hakkını olumsuz etkileyecek iki karar aldı.
İşçi hakları ve sendikalar alanında, 1 Mayıs’ın yeniden Emek ve Dayanışma Günü ve resmi tatil ilan edilmesi ve sendikaların (az sayılarda) İstanbul Taksim Meydanı’nda gösteri yapmasına izin verilmesi iki sembolik adımdı, zira 1980 askeri darbesinden sonra sendikal haklar kısıtlanmıştı. Öte yandan, sendikal mevzuatta reform çabaları sonuç vermedi. Mevcut yasal çerçeve (sendikal haklarla ilgili anayasal hükümler dahil) bilhassa kamu sektörü veya özel sektörde örgütlenme, grev hakkı ve toplusözleşme hakkı alanlarında AB standartlarına ve Uluslararası Çalışma Örgütü Konvansiyonları’na uymuyor. Mevcut sendikal hakların uygulanmasında kısıtlamalar ve sendika üyeliği nedeniyle işten çıkarmalar olduğu bildirildi. Türkiye’de sosyal diyalog zayıf. Genel olarak, toplu iş sözleşmelerinden yararlanan işçilerin yüzdesi düşük.
Ayrımcılık yapmama ilkesi anayasada ve birçok kanunda vurgulanıyor. Hükümet ayrımcılıkla mücadele konusunda kamuoyunun farkındalığını artırdı ve akademik yılın ilk dersinde bu konunun ele alınmasına karar verdi. Ancak yasal çerçeve AB müktesebatıyla yeterince uyumlu değil. İşyerinde LGBT çalışanların cinsel tercihleri nedeniyle işyerinden çıkarıldığı birçok ayrımcılık olayı oldu. Bazen Türk Ceza Kanunu’nun ‘teşhircilik’ ve “kamu ahlakına saldırı” ile ilgili hükümleri kullanılarak LGBT kişilere ayrımcılık yapıldı. Kabahatler Yasası sıklıkla cinsiyet ötesi kişilere para cezası dayatılmasında kullanıldı. Homofobi, fiziksel ve cinsel şiddet olaylarına yol açtı. Birçok transseksüel ve travestinin öldürülmesi endişe verici bir gelişme. Mahkemeler ‘haksız tahrik’ ilkesini transseksüel ve travestilere karşı suç işleyen kişilerin lehine kullandı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin homoseksüelliği ‘psikoseksüel’ hastalık olarak tanımladığı ve homoseksüelleri askerlik için uygun bulmadığı bir sağlık yönetmeliği bulunuyor.
Mülkiyet haklarıyla ilgili olarak, Vakıflar Kanunu’nun uygulanması, raporlama dönemi boyunca sorunsuz gerçekleşti. Ancak Vakıflar Kanunu veya diğer yasal hükümler, (a) ele geçirilen ve üçüncü şahıslara satılan mülkler veya (b) yeni yasa kabul edilmeden önce birleştirilen vakıf mülkleri konularını ele almadı.
Süryaniler mülklerle ilgili zorluklar yaşamaya devam ediyor. Özellikle Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırı, toprak mülkiyeti ile ilgili sorunlarla karşılaştı. Raporlama dönemi boyunca süren birkaç dava halen devam ediyor. Mart 2009’da AİHM Türkiye’nin Bozcaada’daki bir Rum Ortodoks kilisesinin mülkiyet haklarını ihlal ettiği kararını aldı. İki Ermeni Vakfı davasında da Türkiye’nin ilgili yasaları ihlal ettiği kararı verildi. Genel olarak bakıldığında, Vakıflar Kanunu raporlama dönemi süresince sorunsuz şekilde uygulandı. Ancak kanun, ele geçirilen ve üçüncü şahıslara satılan veya yeni kanun kabul edilmeden önce birleştirien edilen vakıflarla ilgili sorunlara çözüm getirmiyor. Türkiye’nin tüm gayrımüslim toplumların mülkiyet haklarına tam olarak saygı gösterilmesini sağlaması gerekiyor.
Azınlık hakları, kültürel haklar ve azınlıkların korunması
Ülkede azınlıklarla ilgili konularda bir tartışma gelişmiş durumda. Özellikle de eğitim ve eğitimde ayrımcılıkla ilgili çeşitli raporlar yayımlandı. Ayrımcı dili ders kitaplarından çıkartma yönünde çalışmalar yürütülüyor. Fakat Türkiye’nin azınlık haklarına yaklaşımı hâlâ kısıtlayıcı. Türkiye BM Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne taraf olsa da, azınlık hakları ve BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ndeki eğitim hakkı konusundaki çekinceleri endişe verici. Türkiye, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Belgesi’ni veya Avrupa Bölgesel veya Azınlık Dilleri Şartı’nı imzalamadı. Rum azınlık eğitim ve Gökçeada ve Bozcaada dahil olmak üzere mülk hakları konusunda sorunlarla karşılaşmaya devam ediyor. Çifte başkanlık dahil olmak üzere azınlık okullarının yönetimi hâlâ sorun teşkil ediyor.
‘Sarı Gelin: Ermeni Sorununun İç Yüzü’ belgeselinin okullarda dağıtımı, Ermeni toplamunun çocuklara ayrımcı eğitim verildiği yönündeki şikâyetlerinin ardından Milli Eğitim Bakanlığı’nca durduruldu. Fakat belgesel okullardan toplatılmadı ve bu belgeselin gösterilmesi kararı eğitim yetkililerinin bireysel kararına bırakıldı.
İsrail’in Aralık 2008’de Gazze’ye yönelik askeri müdahalesinin ardından, Yahudi toplumuna karşı nefret söylemlerinin dile getirildiği olaylar gerçekleşti. Yahudi toplumunun endişelerini ifade etmesi ve nefret söylemiyle ilgili mevcut yasal düzenlemelerin yetersizliğinden şikâyet etmesi sonrası, hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan anti-Semitizm’i açıkça kınadı.
Genel anlamda dil, kültür ve temel hakların bunların korunması konusunda Avrupa standartlarına hâlâ tam olarak ulaşılmadı. Türkiye hoşgörüyü veya azınlıklara yönelik kapsayıcılığı güçlendirmek adına sınırlı çaba gösterdi.
Kültür haklar alanında, devlet televizyonu TRT Ocak 2009’da 24 saat Kürtçe yayın yapan TRT 6’yı açtı. Eylülde YÖK, Mardin’deki Artuklu Üniversitesi’nin Kürtçe ve ülkede konuşulan diğer dillerde yütsek öğrenim verecek ‘Yaşayan Diller Enstitüsü’ kurma başvurusunu kabul etti. Devlet radyosu ağı Mart 2009’da Ermenice yayına başladı. TRT 6’nın açılış töreninde başbakan birkaç kelime Kürtçe konuştu. Yerel seçim kampanyası sırasında siyasetçiler ve siyasi partiler Kürtçe’yi siyasi faaliyetlerinde kullandı. Seçim ve Siyasi Partiler Yasası’na göre siyasi hayatta Türkçe’den başka dilin kullanılması yasadışı olsa da, bu tür olayların çoğunda yasal işlem başlatılmadı. Kürt siyasetçilere Kürtçe kullandıkları için açılan çoğu dava, çoğu vakada savcıların temyize gitmiş olmasına rağmen beraatle sonuçlandı.
Güneydoğu’daki bazı şehirlerin valilikleri Kürçe kamu hizmeti vermeye başladı. Ancak, siyasi yaşamda Kürtçe dilini kullandıkları için DTP üyelerine karşı cezai hükümler halen askıda. Temmuz 2009’da Yargıtay Başsavcısı birçok DTP milletvekilinin dokunmazlığının kaldırılması için başvuruda bulundu. Suçlamalar arasında Kürtçe’nin TBMM’de kullanımı da var.
RTÜK yasasındaki kısıtlamalar özel yerel ve ulusal TV ve radyo programları için geçerli. Kürtçe dil eğitim programlarına izin verilmiyor. Kürtçe siyasi tartışmalar veya genel eğlence programları, özel kanallarda neredeyse imkânsız. Şu anda Kürtçe yayın yapan tek özel TV kanalı GÜN TV’ye karşı çok sayıda soruşturma sürüyor.
Anadili Türkçe olmayan çocuklar Türk eğitim sisteminde anadillerini öğrenemiyor. Üniversite eğitimiyle ilgili olarak AİHM, Kürtçe seçmeli ders istedikleri için Afyon Kocatepe Üniversitesi’nden çıkarılan 18 öğrencinin başvurusunda Türkiye aleyhine karar vererek, öğrencilerin eğitim hakkının ihlal edildiğini belirtti. Türkçe konuşmayan kişilerin kamu yetkililerine erişimini kolaylaştıracak hiçbir önlem alınmadı.
Romanlar konusunda, Türkiye’nin Roman nüfusun sorunlarını ele alan ve uygun yasal korumayı sağlayan bir strateji belirlemesi gerekiyor. Türkiye Roman toplumunun hükümete yaptığı çağrılarına rağmen 2005-2015 uluslararası ‘Roman Katılımının Onyılı’ girişimine katılmıyor.
Romanlar eğitime erişimde toplumsal dışlanma ve marjinalleştirme, sağlık hizmetlerinde ayrımcılık, iş fırsatlarından dışlanma, kişisel belgelere erişimde zoruluklar, kamu konuları ve yaşamına katılımdan dışlanma sorunları ile karşı karşıya bulunuyor. İskân konusunda, çeşitli yerlerde kentsel yenileme programları kapsamında Roman semtlerinin yıkılmasına devam edildi. İstanbul Sulukule’de Roman mahallesinde 2008 ilkbaharında başlayan yıkımlar konusunda Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu’nun yürüttüğü soruşturmanın sonuçları henüz yayımlanmadı. Avrupa Konseyi’nin İnsan Haklarından Sorumlu Komiseri Türkiye ziyaretinin sonunda tarihi Sulukule alanında yaşam standartlarını iyileştirmek için Türk makamlarının çaba harcadığını belirtti. Ancak, Avrupa Konseyi insan hakları standartlarına aykırı şekilde, tahliye edilen bazı ailelere iskân alternatifi sunulmaması nedeniyle yine de Romanların başka yerde iskânı konusunda kaygıları olduğunu söyledi.
Doğu ve Güneydoğu’da durum
Raporlama dönemi boyunca Türkiye, 2008 sonundan bu yana nispeten şiddetinde azalma görülse de, can kaybına yol açan sürekli bir teröre maruz kaldı. Aralık 2008’de AB Türkiye’ye teröre karşı mücadelesinde destek verdiğini yineledi. Bu mücadele insan haklarına, temel özgürlüklere ve uluslararası yasalara saygı gösterilerek yürütülmek zorunda. Cumhurbaşkanı’nın Irak ziyareti ve Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile yakınlaşması Kürt sorununa olası bir çözüm çevresinde olumlu bir hava oluşmasına katkıda bulundu. Bu konuda canlı bir tartışma ortamı oluştu. Yaz döneminde hükümet Kürt sorununu barışçı yollarla çözmek niyetiyle geniş bir istişare başlattı ve kapsamlı bir planı olduğunu ilan etti, ama konu henüz ayrıntı açıklamadı.
Hükümetin Mayıs 2008’de açıklanan GAP’ı tamamlama ve böylece bölgenin sosyo-ekonomik gelişimine katkıda bulunma planı, ilave kaynak tahsisiyle devam etti. Resmi kaynaklara göre GAP’ın toplam kamu yatırımlarındaki payı 2008’de yüzde 12’ye yükseldi (2007’de yüzde 7,2’ydi). GAP Yönetimi’nin merkez ofisi Ankara’dan Şanlıurfa’ya taşındı. GAP için özel bir izleme, değerlendirme ve raporlama mekanizması ilan edildi ancak henüz oluşturulmadı. Önceki yılların aksine Mart 2009’daki Nevruz kutlamaları genel olarak olaysız geçti.
Haziranda TBMM Suriye Sınırını Mayınlardan Temizleme yasasını kabul etti. Buna göre önümüzdeki beş yıl içinde Savunma Bakanlığı gözetiminde ve gerekirse kamu alımları prosedürleri izlenerek, anti personel ve anti tank mayınları temizlenecek. Yasa bazı koşullarda özel şirketlerin de mayın temizliği yapmasına olanak tanıyarak, karşılığında temizleme bittikten sonra 44 yıl boyunca toprağı işleme hakkı veriyor. CHP bu önlemin Türkiye’nin milli çıkarlarına aykırı olduğunu iddia etti ve yasayı Anayasa Mahkemesi’ne gönderdi. Anayasa Mahkemesi temmuzda davayı kabul ederek yasayı geçici olarak kısmen askıya aldı. Ancak bu durum mayın temizleme operasyonlarını etkilememeli.
Terörizmi geniş tanımlayan terörle mücadele yasasının kullanım şekli, bölgede ifade ve toplanma özgürlüğü gibi temel özgürlüklerden yararlanılmasında yersiz kısıtlamalara yol açtı. Yasa birçok durumda şiddet içermeyen görüşleri cezalandırmada kullanıldı. Nisan 2009’dan beri polis yüzlerce DTP üyesi ve yöneticisini terörist yapıya üye olduğu iddiasıyla tutukladı.
Genel olarak bakıldığında, terörist şiddet devam etse de hükümet Kürt sorunu hakkında (kültürel, siyasi ve ekonomik alanları içeren) geniş kapsamlı bir tartışma başlattı. Bunun ardından somut tedbirlerin gelmesi büyük önem taşıyor. Suriye sınırının mayınlardan temizlenmesine ilişkin yasa da diğer bir olumlu adım. Ancak terörle mücadele yasasının geniş bir açıyla yorumlanması temel hakların uygulanmasında yersiz kısıtlamalara yol açtı. Köy korucu sisteminin halen aşamalı olarak ortadan kaldırılması gerekiyor.
Bölgesel sorunlar ve uluslararası yükümlülükler
Kıbrıs
Türkiye, Kıbrıs Türk ve Rum topluluklarının liderleri arasında BM Genel Sekreteri’nin aracılığıyla Kıbrıs sorununun çözülmesi için kapsamlı bir anlaşmayı amaçlayan tam teşekküllü müzakerelere desteğini ifade etmeye devam etti. Ancak müzakere çerçevesi uyarınca ve 8 Aralık 2008’de Konsey’in altını çizdiği gibi, Türkiye’nin devam eden müzakereleri aktif olarak desteklemesi ve kapsamlı bir anlaşma için olumlu bir ortam oluşturacak somut adımları atması bekleniyor. Türkiye, Gümrük Birliği Ek Protokolü’nün tümüyle uygulanması ile ilgili ilerleme kaydetmedi ve limanlarını Kıbrıs gemilerine kapalı tuttu. Türkiye’nin Ek Protokolü tam ve ayrım gözetmeyen bir şekilde uygulama mecburiyetini yerine getirmesi artık acil bir hal almıştır.
Türkiye, Kıbrıs ile ilişkilerini normalleştirme alanında ilerleme kaydetmedi. Raporlama dönemi sırasında birçok kez Türk donanması, Kıbrıs adına petrol bekleyen sivil gemilere yanaştı.
© Tüm hakları saklıdır.