Sürpriz bir şekilde ABD'nin 45'inci başkanı seçilen Cumhuriyetçi Donald Trump, Beyaz Saray'a geçiş döneminin hazırlığını yapıyor. Adayları Hillary Clinton'ın seçimi kaybı ile sarsılan Demokratlar ve onu adeta seçim öncesi Başkan ilan eden Demokratlar için ise kendilerini sorgulama dönemi başladı.
Ülke çapında popüler oyların çoğunluğunu kazanmasına rağmen seçici delege sayısındaki üstünlüğü Trump'a kaptıran Clinton, yenilgisinin nedenlerinden birini, FBI Başkanı James Comey'nin, seçimlere 11 gün kala Dışişleri Bakanlığı sırasında kişisel elektronik posta sunucusu kullanmasıyla ilgili soruşturmayı yeniden açmasına bağladı.
Kampanyasına para bağışında bulunan kişilerle yarım saatlik telekonferans görüşmesi yapan Clinton, "Bunun gibi bir seçimin neden başarılı olmadığının pek çok nedeni var. Ama bizim yaptığımız analiz, Comey'nin Kongre'ye soruşturmayla ilgili gönderdiği mektubun temelsiz ve asılsız kuşkulara yol açtığı ve ivmemizi durduğu yönünde" dedi.
Clinton, Comey'nin, seçimlerden iki gün önce Kongre'ye yazdığı ve soruşturmadan kendisini bir kez daha temize çıkaran ikinci mektubunun ise, ilkinden daha çok hasara yol açtığını ve tartışmanın yeniden gündeme gelmesini sağlayarak seçim kampanyasını olumlu bir notla sona erdirmesine mani olduğunu söyledi.
Clinton'un Dışişleri Bakanlığı döneminde gizli devlet yazışmalarını da içeren elektronik postalarını, evindeki özel bir İnternet sunucusu üzerinden kullanması nedeniyle suç işleyip işlemediğine ilişkin FBI soruşturması, bir yılı aşkın bir süredir medyayı en çok meşgul eden konulardan biriydi.
Tartışmalı konu, Clinton'un sadece Cumhuriyetçi rakibi Trump'a karşı değil, kendi partisindeki önseçimlerde Bernie Sanders'a karşı adaylığı kazanmak için yürüttüğü kampanya sırasında da başını ağrıtmış ve inandırıcılığının sık sık sorgulanmasına yol açmıştı. Ancak Clinton'un da belirttiği gibi e-posta skandalı, seçim yenilgisinin muhtemel nedenlerinden sadece biri.
Pek çok gözlemcinin üzerinde anlaştığı diğer nedenleri şöyle sıralamak mümkün:
Seçimlerden sonra ortaya çıkan oy tablosu ve bunların eyalet, ırk, cinsiyet ve yaşa göre incelenmesi, Clinton'un güvendiği seçmen guplarını hiç de umduğu gibi yanına çekemediğini ve onların önem verdikleri konulara eğilemediğini gösteriyor. Örneğin anketlerin aksine Clinton, Trump'ın Latin kökenli göçmenleri kızdıran açıklamalarına rağmen Latin seçmenlerin etkili olduğu Florida'yı kazanamadı.
Cornell Üniversitesi'ne bağlı Roper Center'ın verilerine göre, ülke genelinde Latin kökenlilerin oyları yüzde 65 oranında Clinton'a, yüzde 29 oranında da Trump'a verildi, ama sekiz yıl önce Obama bu oyların zaten yüzde 67'sini almıştı. Clinton, Obama'nın siyah seçmenlerden kazandığı yüzde 93'lük oy oranını da muhafaza edemedi ve yüzde 88'ini almakla yetindi.
Hillary Clinton kadın seçmenlerin oylarını da Trump'dan daha fazla kazanmasına rağmen (yüzde 42'ye karşı yüzde 54), bu rakam yeterli olmadı. Trump'ın kadınları aşağılayan ya da cinsel taciz olarak yorumlanan sözlerinden dolayı anketlerde kadın seçmenlerin yüzde 70'sinden eleştiri almasına rağmen, Clinton'ın, onları ülkenin ilk kadın başkanını seçmek için sandıklara akın ettirmede başarısız kaldığını söylemek mümkün.
Clinton, "Millenials" adı verilen 18-29 yaş grubundaki seçmenler arasında da başarılı olamadı. Bu grubun yüzde 53'ü Trump derken, sadece yüzde 43'ü Clinton'a oy verdi.
Clinton'a seçimi kaybettiren en büyük oy kaybı, Rust Belt olarak adlandırılan ve Amerika'nın sanayi havzası olan Orta-Batı eyaletlerindeki beyaz orta gelirli ve işçi sınıfının oylarında yaşandı. Clinton, 1980'lerden bu yana Cumhuriyetçilere oy vermemiş olan Michigan ve Wisconsin ile, kazanacağından büyük ölçüde emin olduğu Pennsylvania eyaletlerinin oylarını çok az farkla da olsa Trump'a kaptırdı.
Washington Post gazetesine göre, milyonlarca oyun kullanıldığı seçimlerin kaderini, sonuçta bu üç eyalette oluşan yüz binlik oy farkı belirledi. Bill Clinton'ın, eşinin kampanyasında özellikle bu bölgelerde yaşayan ve ekonomik açıdan sıkıntı çeken orta ve düşük gelirli seçmenlere ağırlık verilmesini istediği, ancak kampanya yöneticilerinin bu çağrıya kulak vermediği belirtiliyor.
Bu seçimlerin, anketlere göre belki de şimdiye kadar halk tarafından en çok "beğenilmeyen" iki aday arasında yapılmış olması ve özellikle Demokrat Parti seçmenlerinde Clinton'ın, rakibi Bernie Sanders'ı demokratik olmayan yöntemlerle safdışı bıraktığı izlenimi, milyonlarca seçmenin evde oturmasına ve oy kullanmamasına yol açtı.
Amerikan Seçim Projesi adlı araştırma kuruluşunun verilerine göre, oy kullanma çağındaki kişilerin yüzde 46,9'u sandığa gitmedi. Geriye kalan yaklaşık yüzde 53 oranındaki seçmenin yüzde 25,6'sı Clinton'a, yüzde 25,5'i ise Trump'a oy verdi.
Bağımsız aday Johnson ise yüzde 1,7 oranında oy aldı. Bu şekilde Clinton, Gore'un 2000'de, Nixon'un 1968 ve Kennedy'nin 1960'da kazandıklarından daha büyük oranda popüler oy kazanmasına rağmen, başkanlığa seçilemedi.
Hillary Clinton'un kazandığı eyaletlerin çoğunluğunu, ülkenin Doğu ve Batı yakasında deniz kenarındaki büyük kentlerde oturan ve büyük ölçüde üniversite mezunu ve gelir düzeyi yüksek kişilerin yoğunlukta olduğu yerler oluşturdu. Bu gerçek yukarıdaki rakamlarla birleştirilince ortaya çıkan tablo, bir zamanlar özellikle işçi sınıfı ve orta gelirli seçmenlerin ilk tercihi olan Demokrat Parti'nin "giderek halkın geri kalanından koptuğu ve elitlerin partisi haline geldiği" suçlamasına ağırlık kazandırdı.
Clinton'un özellikle Wall Street'ten konuşma yapmak ve seçim kampanyaları için aldığı milyonlarca dolarlık paralar ve taşıdığı Clinton soyadıyla önce ülkenin First Lady'si, ardından Senatör ve Dışişleri Bakanı olarak yıllardır adı Washington'la özdeşleşen bir isim haline gelmesi, özellikle Washington'daki "kurulu düzene" ayaklanma rüzgarlarının hem sağ, hem de solda kuvvetli biçimde estiği bu seçimlerde Clinton'ın en önemli dezavantajı oldu.
Washington'da "siyasi deprem" yapma vaadiyle yola çıkan ve kendi partisinin ağır toplarının desteğini alamamasına rağmen (ve belki de sırf bu nedenle) önseçimlerde Bush "hanedanlığını" yıkmayı başaran Trump, başkanlık seçimlerinde de benzer başarıyı "Clinton hanedanlığını" yıkarak göstermiş oldu.
Clinton'un önseçimlerdeki rakibi Bernie Sanders da, New York Times gazetesi için kaleme aldığı son makalede, Trump'ın, halkın Washington'daki bozuk düzen ve Wall Street'in orantısız gücüne karşı duyduğu kızgınlık ve öfkeyi çok iyi biçimde anlayıp kullanarak, Clinton'a karşı seçmenin oyları kendi yanına çekmeyi başardığını yazdı.
Amerika'yı adeta iki ayrı kampa bölen ve iki tarafın da oldukça yıkıcı bir kampanya yürüttüğü bu seçimlerin sonucu, hiçbir önde gelen gazetenin Trump'ı desteklemediği ve başyazılarında açıkça Clinton'u başkanlık için onayladıkları ana akım medyası için de sarsıcı etkiler yarattı.
Columbia Journalism Review'dan Kyle Pope, "gazetecilerin kendilerini sorgulama vakitleri geldi" başlıklı yazısında, "medyanın Donald Trump'ın Salı günkü zaferiyle sonuçlanan son bir yıl içindeki yükselişini görememesi, gazeteciliğin en azından bu nesilde ve hatta modern zamanlardaki en büyük başarısızlıklarından biri olarak yerini alacak" dedi.
Gazetecilerin, Trump ve destekçileriyle önce alay edip sonra onları yok saydığını, ardından da yenilmesi için aktif biçimde lobicilik yaptığını belirten Pope, "tüm bunlar bizi gazetecilik mesleğini yeniden düşünüp inşa etmemiz gereken bir noktaya getirdi. Bu bizim anti-Watergate skandalımız olmalı" ifadesini kullandı.
Bu arada Facebook ve Twitter gibi sosyal medyanın da, insanların haberlerini sadece kendi görüşüne yakın çevreler ve medyadan alıp karşıt görüşlere kulak tıkamalarını kolaylaştırdığına, bunun da iki kutbu birbirinden daha da ayrıştırdığına dikkat çekiliyor.
The Week dergisinden Ryan Cooper, gazetecilerin Amerika'nın iç kesimlerine gidip oradaki kişilerin görüşleri ve kızgınlıklarını dinlemek yerine büyük şehirlerde kalmayı tercih ettiğine işaret etti ve "her seçimde olduğu gibi bu seçimde de gazetecilerin asıl izlemesi gereken haber, seçmenlerin kendileriydi, büyük sayıda Twitter takipçileri olan gazeteciler, kampanya sorumluları ya da TV yorumcuları değil" ifadesini kullandı.