04 Temmuz 2017 22:06
*Ümit Kıvanç
3 Temmuz günü Los Angeles Times’da yayımlanan üç imzalı geniş haberin başlığı şuydu: “Yaklaştıkça karmaşıklaşıyor. Irak ve Suriye’de İslâm Devleti’nin yenilmesi yaklaşırken Beyaz Ev strateji çırpınışında”. ABD basını da aynı çırpınışın içinde: Washington Suriye’de ne yapmak istiyor? Aynı yazıda, bu toplu şaşkınlık ve bilmezlik halini görmesek gözümüze şaka gibi görünecek şu paragraf da yeralıyor:
“[Bölgede] daha önce çalışmış veya halen görevdeki Birleşik Devletler yetkilileri, hasım aşiret liderleri arasında barışı korumak, reformları desteklemek, radikal ideolojinin kökünü kazımak, hattâ sadece polisin maaşını ödemek ve okullarla hastaneleri yeniden çalışır duruma getirmek için bir stratejiye ihtiyaç olduğunu söylüyorlar.”
ABD’nin somut hedeflere sahip, sağlam ve tutarlı bir Suriye, Irak, hattâ Ortadoğu stratejisinin olup olmadığı, sadece Atlantik ötesinin değil, Ortadoğu’nun, Avrupa’nın, Rusya’nın, Mağrip’in, Uzak Asya’nın… da merak konusu.
Türkiye’nin değil! Çünkü biz her şeyi baştan biliyoruz. Veya bilmesek de fark etmiyor, çünkü ne olduğuyla, olabileceğiyle değil, neyin olmasını istediğimizle ilgiliyiz sadece.
Suriye’de Kürt silahlı güçleriyle Amerikan ordusunun, Kürt siyasî güçleriyle ABD’yi yönetenlerin ilişkileri bolca tartışma konusu edildiği halde, bunlar hakkında pek fazla elle tutulur bilgiye sahip değiliz. Gerçi yerli-millî alışkanlıklarımız bu durumda kendimizi konunun uzmanı sayabilmemize, bol bol işkembe-i kübrâ mesaisi yapabilmemize izin veriyor, ama küstahça cehaletin hüküm sürdüğü o havasız, basık mekânın arasıra dışına çıkmak iyi oluyor, bu yüzden o mübârek eylemi, anlamaya çalışmayı sürdürelim.
Allahtan, ne olup biteceğine dair fikir yürütebilmek için ne olup bittiğine dair bilgi edinme ihtiyacı duyan bir minik azınlık nüfusumuz var, ABD’nin Suriye Kürtleriyle sürdürdüğü askerî ittifakın kalıcı olup olmayacağını, Washington’un Kürtleri “satıp satmayacağını” veya aksine, askerî işbirliğinin daha uzun vadeli siyasî işbirliğine sıçrayıp sıçramayacağını merak eden. Türkiye Kürtleri, elbette, gelişmeleri hem umut hem kaygıyla izliyorlar - başka nasıl olabilirdi?
Tabka’dan izlenimler
Geçen gün, Washington’un DAİŞ ile mücadele alanındaki özel görevlisi Brett McGurk ve yanındaki heyetle beraber taze kurtarılmış Tabka’ya giden Washington Post yazarı David Ignatius izlenimlerini kaleme aldı. Şehrin yakın gelecekteki hayatının Suriye’nin bütününün yakın geleceğine de ışık tutabileceğini öngören Ignatius’un yazısı ilginç ayrıntılar içeriyor.
İzlenim yazısından, ABD’nin, özellikle Pentagon’un YPG ağırlıklı Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile, giderek Suriye Kürtleriyle ilişkileri açısından önem taşıyanlar kısımları aktaracağım.
İlkin: ABD Suriye’de DAİŞ’e karşı sokak sokak çarpışan, savaşı fiilen yürüten, koca bir gençlik kuşağı kendini savaşa adamış görünen, kurbanlar veren, her gün birkaç genç cenazesi kaldıran aslî güce ne gözle bakıyor, ona nereye kadar ne vaat ediyor?
Ignatius, Irak ve Suriye’deki uluslararası koalisyon kuvvetlerine komuta eden Tuğgeneral Stephen Townsend’in sözünü aktarıyor. “Kürt askerî liderliği” için, “dayanıklı olsun diye yapıştırıcıya kattığınız koyultucu, sertleştirici [madde]” demiş tuğgeneral. ABD yeni Arap kuvvetleri eğitmeye ve sahaya sürmeye çalışıyor. Rakka alındıktan sonra orada asayiş ve günlük güvenlik hizmetlerini yürütecek, polisimsi jandarmamsı birlikler oluşturuyor. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) içinde zaten -sayıları az olsa da- Arap unsurlar var. Hepsini toparlayan, bütünleştiren, hepsinin toplamından fazla ve etkili hale getiren, Kürt “askerî liderliği”dir, demiş oluyor Amerikalı general.
Bu söz azıcık da kanını canını ortaya koymuş müttefiklerin göğsünü kabartmak için söylenmiş olabilir; yine de en üst düzeydeki askerî yetkilinin ağzından çıktığı gözönüne alınırsa, Pentagon’un “Kürt askerî liderliği”ni belirleyici, olmazsa olmaz konumda gördüğü, esas muhatap saydığı sonucuna varmak, erken hüküm ya da abartı olmaz.
Olduğu kadar…
Yalnız sözün savaş çerçevesinde, askerî bağlamda sarf edildiğine dikkat çekmeliyim. Yani DAİŞ’in elindeki topraklar kurtarıldıktan sonra buralarda kurulacak düzene ilişkin belirgin uzantısı yok bu sözün. “Şimdilik yok” da diyebiliriz, belki “hiç olmayabilir” de. ABD’nin stratejisizliği olarak görünen genel belirsizlik, tam aksini düşünmemizi de mümkün kılıyor: Pentagon-YPG işbirliğinin, Washington-PYD, Washington-“Kuzey Suriye Özerk Yönetimi” vs. işbirliğine doğru derinleşmesi ihtimalini kimse hesap dışı bırakamaz.
Ancak aynı belirsizliğin, bölgedeki operasyonel ABD yetkililerini, faaliyetlerini etkisizleştirebilecek bir ihtiyatlılığa mecbur bıraktığını da görüyoruz.
Ignatius’un aktardığı bilgi daha berrak düşünmemize yardımcı olabilir: Washington’un -Obama’dan Trump’a geçişte yerini koruyan “kritik” bürokratlarından olan- özel temsilcisini anarak, “McGurk,” diyor Ignatius, “yerel yetkililerle biraraya geldiği her toplantıda, Birleşik Devletler’in Suriye’yi toparlama kapasitesinin sınırlı olduğunu tekrarlıyor.” Ignatius’a göre McGurk’ün mesajı şu: “Amerika İslâm Devleti’ni yenmede yardımcı olabilir ve su, elektrik ve başka altyapı onarımlarının yapılması ve istikrarın sağlanması için süratle destek verebilir. Ama her şeyi yapamaz.”
Son seyahatinde, YPG tarafından, etrafı sarıldığında kendini havaya uçuran bir DAİŞ emirinin o vakte kadar ölüm fermanlarını damgaladığı yüzüğü hediye edilerek onurlandırılan özel temsilci “her şeyi yapamayız” derken ne kastediyor? Buradaki “her şey” nedir?
Görünen, sınırlı bir iştirak, bir sıkışıklık, bir belirsizlik.
Ignatius da aynı yere, ABD açısından vurgu yapıyor; ABD’nin şu “sınırlı taahhüdü”yle Suriye’de neyi başarıp neyi başaramayacağı sorusunu ortaya atıyor. Suriyeli Kürtlerle ittifakın orta-uzun vadeli stratejik hesaplara, baştan kurulmuş politikalara, planlanmış adımlara dayanmadığı izlenimini araya sıkıştırıyor, “ABD, neredeyse tesadüfî müttefiki Suriye Kürtleriyle birlikte İslâm Devleti’ni Doğu Suriye’den sürebilir ve ülkenin bu kısmını iktikrara kavuşturabilir,” diyor. “Fakat ABD yetkilileri dürüstçe itiraf ediyorlar ki, Suriye’nin bütününü onarabilmek için gerekli kaynaklara veya berrak bir stratejiye sahip değiller.” Burada “yetkililer”den kastı, ağırlıkla, bölgede iş götüren elemanlar. Ancak Washington “dehlizlerinde”, CIA veya Pentagon’un toplantı odalarında zihni daha açık, ne yaptığını daha iyi bilen birilerinin bulunup bulunmadığı da belli değil. Görebildiğimiz kadarıyla, Pentagon da, McGurk gibi askerî-diplomatik iş götüren operasyonel yetkililer de önlerine konmuş, ikna edici bir siyasî kılavuz olmaksızın hareketlerini yalnız güncel savaşın somut hedefleriyle sınırlı tutmak zorunda kalıyorlar. Gazetecinin bu olgulardan çıkardığı sonuç şu: “İlke şöyle görünüyor: elindeki güçlerle ne yapabiliyorsan yap ve verebileceğinden fazlası için taahhütte bulunma.”
Ignatius, gezisinde McGurk’e eşlik eden Britanyalı tümgeneral Rupert Jones’un bir sözünü aktarıyor. Irak ve Suriye’deki uluslararası koalisyon kuvvetlerinin komutan yardımcısı Jones, “Mükemmel iş yapmıyoruz,” demiş. “Bu, pragmatizm.” Ignatius da şunları ekliyor: “Birleşik Devletler ve ortakları, eğitim ve hava desteği için etkili Özel Operasyon Kuvvetleri temin ediyor. Ancak cephede Suriye Kürtleri ve Arap müttefikleri savaşıyor ve ölüyor; ve beğenin beğenmeyin, İslâm Devleti çöktükten sonra onların yönetime dair yaklaşımı hüküm sürecek.”
Nâçizâne benim anlayabildiğimse, Trump ve yakın çevresindekiler için DAİŞ’e karşı savaşın pek aciliyetinin olmadığı, onu nasıl olsa alt edeceklerine güvendikleri, Suriye’de İran nüfuzundan âzâde bir bölgeyi -ittifaklar aracılığıyla- denetim altında tutmayı, Bağdat üzerindeki etkinliği sürdürmeyi başardıktan sonra, “Levant”ta nasıl bir rejimin varolacağını, Suriye kısmen “işlemez halde” kaldığı sürece ABD’nin pek sorun etmeyeceği.
Buradan Kürtler açısından zıt yönlerde iki ayrı sonuç çıkarılabilir:
İlki, ABD’nin denetimi altında tutmayı istediği bölge için Kürtlere ihtiyacının olduğu, dolayısıyla onları kollamayı ihmal etmeyeceği. Öteki, Rojava-Şam ilişkilerinin -ve iyi ihtimalle masabaşı mücadelelerinin- seyri boyunca “Kuzey Suriye Federasyonu”nun kayda değer bir ABD desteğine sahip olmayabileceği.
Çünkü, birincisi, hernekadar gençleri kurban ederek sürdürülebilen bir zorlu uğraşsa da savaş siyasetten daha basit, daha kolay çözülür denklemler barındırıyor. Ve kurban edilenler, ABD’nin gençleri değil.
İkinci olarak, nedense bütün puanları Rusya lehine yazma yönündeki günün modasına rağmen aslında ABD pek çok kazanç elde etmiş durumda ve bunların meyvesini toplamak için neye ne kadar karışması gerekecekse elini taşın altına o kadar sokmayı, fazlasını yapmamayı münasip görüyor.
ABD aslında kazançlı
İlhan Uzgel, Duvar’da yayımlanan, “Amerika’nın Orta Doğu politikası var mı?” başlıklı zihin açıcı yazısında, ilk bakışta etkisiz ve başarısız görünen ABD politikasının ulaştığı sonuçları saydı döktü.
ABD’nin Suriye performansı değerlendirilirken, ilk ortaya getirilen olgu, Esad’ın varlığını kabullenme yönünde çark ediş. Beşar Esad rejimini yıkmaktan vazgeçişi, pek çoklarınca, ABD’nin Suriye’de “yenildiği”ne delil ve kaybettiği en büyük parti olarak görüldü. Washington, Esad’ı devirmekten vazgeçişini ve bu konuda inisiyatifi bütünüyle Rusya’ya bıraktığını geçen hafta en yetkili ağızdan resmen teyit etmiş oldu. Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’le özel görüşmesinde, “Esad’ın kaderinin Rusya’nın elinde” olduğunu, Trump yönetiminin önceliğinin “İslâm Devleti’ni yenmekle sınırlı” olduğunu bildirdi.
İlhan Uzgel, ABD yönetiminin bir noktada, Esad’ı devirmenin en iyi seçenek olmadığını düşündüğü kanısında. Hele Mısır’da Mursi başkanlığındaki Müslüman Kardeşler iktidarı varken bir de Suriye’de İslâmcı iktidar kurulmasının İsrail açısından nasıl bir çift yönlü tehdit oluşturacağına dikkat çeken Uzgel, Obama döneminde, pahalıya mal olacağı da belli bu seçeneğin terk edilişinde bu etkenin rol oynadığını ileri sürüyor.
Rusya’nın sahaya fiilen girişini ABD hesabına stratejik etkinlik kaybı olarak görenlere cevaben, Uzgel, Şam’ın 1950’lerden bu yana önce Sovyetler Birliği, sonra Rusya’nın müttefiki olduğunu, Moskova’nın Tartus limanını zaten kullandığını, Suriye’deki askerî varlığını artırma şansına zaten sahip olduğunu hatırlatıyor: “[Suriye] zaten çok eskiden beri müttefikiydi,” diyor, “ve buraya istediği zaman daha fazla asker vs. gönderebilirdi. Oysa, çatışma sonucunda bu ülke çok uzun süre kendisine gelemeyecek şekilde yıkıldı, harap oldu, nitelikli insanlarını kaybetti. Ortadoğu denkleminde çok önemli bir ülkeyken etkisizleşti.”
ABD’nin kazancını saymaya şöyle devam ediyor Uzgel:
“2011 öncesinde bu ülkede tek bir ABD askeri yok iken şu anda ülkenin kuzeyinde, Kürt bölgesi içinde şimdilik yedi askeri tesis kurulmuş durumda. Savaşın bitişine doğru yapılacak düzenlemede büyük bir olasılıkla Kürt bölgesi belli bir özerklik elde edecek ve ABD askeri varlığı kalıcı hale gelecek. Rusya’nın Ortadoğu’daki en önemli müttefikinin topraklarında ABD üs elde etmiş olacak.”
Uzgel son olarak, bölgenin “ne yazık ki hâlâ” Amerikan stratejilerine “ne kadar bağımlı olduğunu” ortaya koyuyor: “Irak işgaline bölgede çok haklı olarak çok sert bir tepki gösterilirken 2010’larda birçok ülke IŞİD’le savaşması, Erdoğan Esad’ı devirmesi, Suriyeli Kürtler kendilerini Esad ve IŞİD’a karşı koruması, Suudi Arabistan İran’a karşı sertleşmesi, Iraklı Kürtler bağımsızlıklarını desteklemesi, Katar diğer Körfez ülkelerine karşı kendisine destek olması için ABD’yi bölgeye geri çağırdı. (…) ABD bir gün sürpriz bir biçimde İran ile anlaşma yaptığını ilan ederek, diplomasi yoluyla bütün Ortadoğu dengelerini alt üst edebiliyor, yeni yönetim bunu tanımayacağını ilan edip yeni bir denge kurabiliyor.”
ABD’nin “stratejisizliği” meselesine bir de karşı yönden baktıktan sonra, dönelim mâlûm sorumuza: Kürtlerin ABD ile ilişkisi nasıl seyredecek?
Galiba şöyle: Kürt bölgesindeki askerî varlığını uzun vadeli güvence altında tutmak istiyorsa, ABD, PYD’nin uluslararası düzeyde herkesçe muhatap alınan bir resmî temsilci, YPG-YPJ’nin kimse tarafından terör örgütü ilan edilemeyecek bir meşru silahlı güç olarak kabûlünü sağlamak zorunda. Bunun için PYD’yi başka Kürt partileriyle koalisyona ikna etmeye çalışabilir, yetiştirmekte olduğu Arap unsurları yanlarına katarak YPG-YPJ’nin etnik bakımdan daha “karma” ordular haline gelmesine önayak olabilir.
Bunların dışında başka nelerin gerekeceği sorusuysa, herhalde en çok Türkiye’yi ilgilendirecek.
Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.