Gündem

9 gazeteden 16 köşe yazarı gündem için ne dedi?

Ertan Altan: 'Ordu göreve' pankartları açarken, 'Darbelere Dur De' diyerek birlikte sokaklara çıktığımız dindar dostlarımızın TMMOB’a, Taksim Dayanışması üyelerine yönelik kurulan bu tezgâha sessiz kalması çok acı

12 Temmuz 2013 10:43

Yeni Şafak'tan Ali Bayramoğlu, Murat Aksoy; Zaman'dan Kerim Balcı, Mümtaz'er Türköne; Radikal'den Koray Çalışkan, Cengiz Çandar; Hürriyet'ten İsmet Berkan, Taha Akyol; Milliyet'ten Melih Aşık, Fuat Keyman; Star'dan Beril Dedeoğlu; Vatan'dan Okay Gönensin, Güngör Mengi; Sabah'tan Hasan Bülent Kahraman; Taraf'tan Ertan Altan, Cafer Solgun gündem hakkında yazdı, önemli tespitlerde bulundu.

İşte o yazılardan hazırladığımız bir derleme:

Ali Bayramoğlu – Yeni Şafak
Krizden çıkış yolu: Anayasa paketi


Tam 447 gündür Meclis'te grubu bulunan siyasi partiler bir anayasa metni konusunda uzlaşmaya çalışıyor. Ve özellikle temel hak ve özgürlükler konusunda belli bir noktaya gelmiş bulunuyorlar.

İstenilen sonuca varılamamış, siyasi partilerin kırmızı çizgileri uzlaşmayı engellemiş olabilir.

Ancak gelinen nokta ve oluşturulan şekil bile alışık olduğumuz durumlardan değildir. Anasayalar bu ülkede 1960'tan itibaren askerin oluşturduğu olağanüstü kurucu meclisler tarafından siyasi hacir altında hazırlanmışlardır. Bugün Kürt meselesi ve başkanlık rejimi tarzı keskin meseleler etrafında MHP ve BDP'nin ayrım noktalarını, CHP ile AK Parti'nin sürtüşme alanlarını dikkate alacak olursak, ortaya çıkan 48 madde bile önemlidir. Kaldı ki, dört partiden üçünün anlaştığı maddeler bu rakama eklenirse, mutabakat çıtası yükselmekte, anlaşılan madde sayısı 80 civarına ulaşmaktadır.

Gelinen bu noktanın siyasi bir karşılığının olması gerekir.

Mutabık kalınan maddelerden hareketle hazırlanacak bir anayasa paketi hem bu açıdan önemlidir, hem ileriye yönelik vereceği umut bakımından..

Umalım Başbakan'ın bu çağrısına diğer siyasi partiler de koşulsuz destek versin.
 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Murat Aksoy – Yeni Şafak
TMMOB'ne ceza 'siyaseten' yanlıştır


Önceki gece Meclis'te bu kurumlardan olan TMMOB'nin gelirlerini kesintiye uğratan düzenleme torba yasada kabul edildi. Kabul edelim ki, bu düzenlemenin gerekçeleri siyaseten ikna edici olsa; zamanlaması, tartışılmadan son dakika değiştirilmesi Gezi Protestoları ile doğrudan bağlantılı olduğu algısı oluşmuştur. Bu yönü ile de yanlıştır.

Eğer evrensel anlamda bir STK'dan bahsedeceksek bu gruptaki kurumların devlet tarafından lağvedilmesi ya da bu kurumların kendilerinin devletten ayrıştırmaları gerektirmektedir.

Bu açıdan STK'ların temel misyonu toplumsal yani kamusal alanın genişletilmesi talep etmek ve bunun için mücadele etmektir. Kamusal alanın genişliği toplumun gücü demektir. Bunun sağlayacak bir unsur siyasetse ikinci unsuru STK'lardır. STK'ların bu yönü ile en temel özelliği ise muhalif olma halidir. Bu da STK'ların ancak yukardaki gruplamada ilk grupta yer aldığı ölçüde anlamlı olduklarıdır. Gezi protestoları bu yönü ile okunmalı sivil toplumun yeniden sahneye çıkışı olarak da okunmalıdır.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Kerim Balcı – Zaman
Mısır’ı bölgesel dinamiklerle okumak


Mısır, Arap dünyasının amiral gemisidir ve bu geminin kimin kumandasında olduğu krallardan dilencilere kadar bütün Arapları ilgilendirir. Kahire’nin Arap dünyasına nispeti, gözbebeğinin vücuda olan nispeti gibidir. Birini okumadan öteki anlaşılamaz; birini okuyan ötekini de okumuştur.

Mısır darbesi öncesinde Arap ve İslam dünyasında yaşanan dönüşümlere bakalım ve darbeyi bir defa da bu dönüşümlerin altını çizdiği dinamikler açısından okuyalım. 25 Haziran günü Katar’da beklenmedik bir liderlik değişimi yaşandı. Şeyh Hamad bin Halife görevini henüz 33 yaşındaki oğlu Şeyh Temim bin Hamad’a bırakarak siyaset sahnesinden çekildi. Katar’ı Arap Baharı döneminin etkin aktörüne dönüştüren Başbakan ve Dışişleri Bakanı Şeyh Hamad bin Câsim de görevini bırakınca bölge siyasetinde bir şeylerin değişeceği açıktı. Şeyh Hamad bin Halife, Mursi’nin bir yıllık yönetiminde Mısır’a 7 milyar dolar maddi yardımda bulunmuştu. Gazze’yi ziyaret eden ilk devlet başkanı olmuştu Şeyh Hamad. Arap Baharı’nın motor isimlerinden biri olan Şeyh Yusuf el-Karadavi’ye vatandaşlık vermiş, Katar’ın merkezi camisinde vaaz verme hakkı tanımıştı. Şeyh Hamad, Körfez siyasetinin İran ve Suudi Arabistan’dan bağımsız yürütülebileceğini göstermeye çalışmıştı. Oğlu Şeyh Temim’in ilk icraatlarından biri 16 Haziran günü yapılan genel seçimlerde Ayetullah Hama-ney’in adaylarını geride bırakan yeni İran  Cumhurbaşkanı Hasan Rûhanî’yi kutlamak oldu.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Mümtaz’er Türköne – Zaman
İslamcılık tuzağı


Mısır’daki darbe, laik düzeni İslamcıların radikal baskısından korumak için yapılmadı. Düpedüz seçkin bir azınlık, halkı ve halkın temsilcilerinin elindeki devlet iktidarını gasp etti. Güçlü, yerleşik bir çıkar şebekesi, dikta rejimi etrafında oluşan bir yönetici azınlık sınıf, askerleri öne sürerek gücü tekrar ele geçirdi. Bu kanlı iktidar oyununa, laik-İslâmcı damgasını vurmak darbeyi mazur göstermekten başka bir anlam taşımaz. “İslâmcılık ölmedi” lafını duyunca kendine gelen İslâmcıların dikkatine. Askerler laik oldukları için darbe yapmadılar; darbe yaptıkları için laiklik zırhı ile ortalıkta dolaşıyorlar. Mursi, İslamcı olduğu için darbe ile devrilmedi; darbe ile devrildiği için İslâmcı sıfatıyla yaylım ateşine tabi tutuluyor.

Adeviyye Meydanı’nda demokrasi talep eden insanlar duruyor; Mısır halkını haklı iken haksız duruma düşürecek İslâmcılık tuzağı değil.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız 

Koray Çalışkan – Radikal
Yurtta kutup cihanda kutup


Biz bir taraftan askeri darbeye karşı çıkıyoruz, diğer taraftan askerlerin idaresindeki Mısır’la diplomatik ilişkimizi kesmiyoruz. Mısır toplumunun bir bölümü Erdoğan hayranı, ama büyük bir bölümü İhwan desteğinden dolayı Türkiye’yi itmiş durumda. Mısır toplumunu uzlaştırıcı yumuşak gücümüzle ikna etme şansını yitirmiş durumdayız. 

Daha da ironik durum şu: Bu kutup siyaseti İhwan’ın da Hamas’ın da Esad karşıtlarının da Irak’ta Sünnilerin de yani yanında durduğumuz hiç kimsenin işine yaramıyor. Onları güçlendireceğine uluslararası arenada yalnızlaştırıyor. 

Sonuç olarak yurtta kutup, dünyada kutup siyaseti, bu siyaseti kendi amaçlarına ulaşmak için kullananların dahi işine yaramıyor. Soğuk Savaş dünyasının siyasetiyle Twitter dünyasının siyasetine yön vermeye çalışmak yalnızca gülünç olmuyor, aynı zamanda etkisiz ve öfkeli siyasi aktörler yaratıyor. 

Keskin sirkenin küpüne zarar vermediği günler çoktan geçti.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Cengiz Çandar – Radikal
Kandil’de yenilik ve ‘Süreç’in geleceği


KCK üst yönetimindeki değişiklikleri, ‘Barış Süreci’ ile ilgili olarak ‘olumlu anlamda’ irtibatlandıranlar var. Devlet güvenlik bürokrasisinden kimi gazetecilere bu konuda üflenen görüşler (şayet bilgiler değilse), Murat Karayılan’ın KCK Yürütme Kurulu Başkanlığı’ndan ayrılıp, HPG’nin (PKK’nin silahlı gücü) başına getirilmesini, geri çekilmeye direnenleri disiplin altına sokup, ‘barış süreci’nin ilerlemesini sağlama amacıyla açıklıyor. 

Tabii bu görüşün (şayet bilgiyse) ardında, Abdullah Öcalan’ın iktidarla eşgüdümlü ve uyumlu davrandığı, geri çekilmeyi tümüyle sağlama almak istediği, çünkü devletin ‘Süreç’in devamı için ayak sürümesine ve dolayısıyla ‘Süreç’in devamının engellenmesine yol açacak hiçbir gerekçeyi devlete vermek istemediği argümanı yatıyor. 

Bu ‘görüş’ doğru mu bilemiyoruz ama Murat Karayılan’ın dünkü şu sözleriyle birlikte ele alınması gerektiğini düşünebiliyoruz: 

“... Eğer bu süreç ilerleyecekse Önder Apo’nun koşulları iyileşmeli ve dışarıdan gelen heyetlerle görüşebilmeli. Dışarısıyla irtibatı olmalı. Diğer taraftan yardımcıları ve sekreterleri olmalıdır.” 

Bu sözlerden, bugüne kadar İmralı’da ‘Abdullah Öcalan ile diyalog’ şeklinde yürüyen ‘Süreç’in bundan sonra artık ‘iki taraf arasında müzakere’ şeklinde yürümesi gerektiği ‘mesajı’nı çıkartmak mümkün mü? 

Öyleyse, Kandil’deki Kongra Gel’in 9 Kongresi’nin sonucunda gelen ‘yenilikler’in de Abdullah Öcalan’ın istekleri uyarınca PKK’nin ‘müzakere heyetinin oluşturulması’ olarak anlamak da mümkün olabilir mi? 

Ne de olsa, Cemil Bayık’lı, Murat Karayılan’lı 6 kişilik ‘Genel Başkanlık Konseyi’, Abdullah Öcalan’ı temsil eden ve onun yardımcılarından –ve onun onayıyla- oluşan bir kadro. 

Bu soruların cevabını ‘kısa süre’ içinde alacağız.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

İsmet Berkan – Hürriyet
Ölmenin, öldürmenin bu kadar kolay olduğu bir ülke

Eskişehir gibi şehir merkezi görece küçük bir kentte ‘polisten gizlenmeyi başaran’ eli sopalı bir grubun tek kurbanı Ali olamaz. Nitekim böyle tanıklıklar var. O eli sopalı grup beş-on dakikalığına ortaya çıkıp sadece Ali’yi dövmüş değil; başka kurbanlar da var.

Olayın birinci vahim tarafı bu: O eli sopalı adamların Eskişehir’deki polis ordusunun gözünden kaçmış olması.

O kişilerin polis olduğunu düşünen, iddia edenler de var, biliyorsunuz. Bir de Eskişehir Valisi var, Ali’yi sırf polisi töhmet altında bırakmak için göstericilerin dövdüğünü söyleme kadar işi vardıran.

Ama maalesef konu Ali’nin dövülmesiyle bitmiyor. Gezi olayları yüzünden yüzlerce insan dövüldü Türkiye’nin dört bir yanında, çoğu polis tarafından. Bir de eline kocaman ve keskin kıyma zırhını alıp sokakta vatandaş kovalayanlar da oldu. Antalya’da İzmir’de eli sopalı sivil polisler belgelendi.

Biz Ali’nin ölüm hikayesiyle devam edelim. Ali hastaneye gitti. Resmi kayıtlara göre ‘Omuz ve baş ağrısı’ şikâyetiyle. Doktorlar baktılar ve ‘Bir şeyin yok, git’ dediler. Oysa Ali’nin fotoğraflarına bakmak bile onun ‘bir şeyi olduğu’nu gösteriyor. Beyin sarsıntısı ihtimalini o doktorlar nasıl elediler, ne gibi tetkikler yaptılar acaba?

Bu ilk hastane ziyaretinden tam 20 saat sonra yeniden hastaneye kaldırıldı Ali. Bu kez beyin kanaması vardı, kısa zamanda komaya girdi ve o komadan da çıkamadı, önceki gün öldü.

İnsan hayatının ne kadar ucuz olduğunu, devlet gözetiminde ölmenin ne kadar kolay olduğunu gösteren bir örnek Ali’nin ölümü.

Hiç kuşkunuz olmasın, bu cinayet de ‘faili meçhul’ kalacak. Gezi olayları sebebiyle öldürülen öteki üç genç insan gibi. Bir tek Ethem Sarısülük’ü kimin öldürdüğünü biliyoruz; onu da yüce Türk yargısı aklayacak herhalde.

Yeri geldiğinde, ‘Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürür’ diyenler, Ali’nin ölümüne üzülürler mi üzülmüşler midir?

Hükümeti protesto etmenin bedeli sokakta dövülerek öldürülmek midir? Siyaset 19 yaşında öldürülen Ali’nin hayatından daha önemli bir şey midir?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Taha Akyol – Hürriyet
Yargıya güven


Türkiye toplum olarak sert bir kutuplaşma sürecinden geçiyor, iktidar ise gittikçe daha sertleşiyor, otoriterleşiyor.

Böyle durumlarda “bağımsız ve tarafsız yargı” her dönemden daha fazla önemlidir.

Herhangi bir haksızlığın yargı tarafından er veya geç giderileceğine güvenmek!... Herhangi bir sert siyasi çatışma çıktığında, bir noktadan itibaren yargının “tarafsız hakem” olarak karar vereceğine inanmak!...

Bu duyguları kaybeden bir toplum ne hale gelir?!

İşte bunun içindir ki, “bağımsız ve tarafsız yargı” sadece adalet felsefesinin temel bir ilkesi değil, aynı zamanda, toplumsal barışın da demokrasinin de olmazsa olmaz şartıdır. Gezi olaylarıyla ortaya çıkan büyük gerilim, yargının “yürütmeyi durdurma” kararına uyulmasıyla yatışma yoluna girmedi mi?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Melih Aşık – Milliyet
Cinayetin anatomisi


Artı 1 TV’de üst üste çarpıcı gelişmeler yaşandı. Önce kanalın CEO’su Tuncay Mollaveisoğlu’nun görevine son verildi. Ardından Mustafa Hoş ve Barbaros Şansal kanaldan ayrıldı. Onları Uğur Dündar, Banu Güven, Ece Temelkuran  gibi ünlü isimler izledi... Artı 1 büyük umutlarla kurulmuştu... İktidarın baskısı sonucu dağıldı...

İki hafta önce Doğuş grubu, Gezi Eki yapıyorlar diye NTV Tarih’i kapattı... Yarım düzine gazeteci işi bıraktı... Doğuş ballı devlet ihalelerini kaçırmamak için bünyesindeki  gazetecileri kaçırıyor.

Bu arada Gezi olaylarını en yakından izleyen Halk TV ve Ulusal Kanal’da reklam izliyor musunuz?

Mümkün değil... Çünkü işverenler korkudan bu kanallara reklam vermiyor.

İşverenler Gezi olaylarının başında yandaş ve yarı yandaş kanallara reklamı azaltmışlardı. Başbakan Fas gezisine çıkarken onları tehdit etti... Reklam verecekleri yoksa veriyorlar şimdi... Korkudan...

Başbakan önceki akşam bir iftar davetinde konuşma yapıyordu. Tam16 kanal canlı yayınladı. Sıkıysa yayınlamasınlar...

Devlet korkusuyla biçimlenen bir basın - televizyon yayıncılığı izliyoruz günümüzde...

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Fuat Keyman – Milliyet
Olması gereken: Anayasa ve çözüm süreçlerine geri dönüş


Gezi Parkı protestolarına Başbakan Erdoğan ve AK Parti hükümetinin yanıtı, bir taraftan, çok sert tepki göstermek, diğer taraftan da, “ben hala çok güçlüyüm” mesajını veren büyük mitingler düzenlemek şeklinde oldu.

Yapılan mitingler büyük güç gösterileriydi. Başbakan, sert ve tepkici söylemini büyük kalabalıklarla paylaşıyordu.

Bu manevrayla, belki, Başbakan, kendi bahçesinde gücünü sergiliyordu ama, hep vurguladığımız gibi, bu tercih, yapılması ve olması gereken değildi.

Kendi bahçesinde güç sergilemek, zaten kutuplaşmış Türkiye’yi daha da kutuplaştırıyor ve cepheleştiriyordu.

Dışarıya, komşulara kapanan bahçe kapıları, toplumsal güveni sıfır noktasına indiriyordu.

Türkiye cepheleşiyor, hiç istemediğimiz “dost-düşman ayırımına dönük” bir siyaset anlayışı kendini göstermeye başlıyordu.

Dahası, Türkiye, mitinglerle, hızla ve erkenden seçim sürecine sokuluyordu.

2014 yılında yapılacak, mart yerel, ağustos cumhurbaşkanlığı seçimleri sanki başlamış gibiydi.

Halbuki, Türkiye’nin güç gösterisine değil; tam da aksine, yazılarımda kendimi tekrarlama riskini de göze alarak vurguladığım gibi, iyi ve demokratik toplum yönetimine gereksinimi vardı.

Güç ve seçim değil; aksine, demokrasi ve birlikte yaşamak kültürü Türkiye’yi güçlendirecekti.

Ki, demokrasinin pekişmesi ve birlikte yaşama kültürünün güçlenmesi olasılığı, son dönemde yaşadığımız Çözüm Süreci’nin başarılı olma şansıyla birlikte ortaya çıkmıştı.

Çözüm sürecinde çalışan Akil İnsanlar bölge gruplarının hazırladıkları raporları Başbakan’a sunacakları 26 Haziran toplantısını bir şans olarak görmüştüm.

Başbakan’ın bu toplantıyla, Türkiye’nin gündemini, Gezi’den Çözüm Süreci’ne ve güç gösterisinden de yeni anayasa ile demokratik reforma kaydırabileceğini umut ediyordum.

Çok erkenden seçim sürecine giren Türkiye tablosu yerine, yeni anayasa ve Çözüm Süreci’ne odaklanan Türkiye tablosu, Akil İnsanlar toplantısından çıkabilirdi.

Ama, öyle olmadı. Toplantı sonunda hayal kırıklığı yaşandı.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Beril Dedeoğlu – Star
PKK’da değişim


Cuma kod adıyla tanınan Bayık, PKK’nın kurucularından ve emirlere uymayan PKK’lıları infaz etmesiyle ünlenmiş biri.

2004’de örgüt içinde gelenekselci-reformcu ayrımı yaşandığında Bayık gelenekselci kesimin temsilcisi olarak Öcalan ile ters düşmüştü; bu nedenle olsa gerek örgütün Kültür Sanat Komitesi’nde yer almıştı. Hozat ise, örgütün kadın kolları ve örgütlenmesinden sorumluydu.

Bugün üstlendiği görevyakın geçmişe oranla daha önemli olduğuna göre, Bayık’ın eğilimlerinin ne olduğu da önem kazanıyor. Şahin kanatta yer aldığı ve İran’a yakınlığıyla tanınıyor ya da öyle iddia ediliyor.

Çözüm Süreci’nin her kesim için değişimi zorladığına şüphe yok. Silahların bırakılması ve siyasetin şiddetsiz alana taşınması tercih ediliyorsa, o zaman siyaseti siyasi, hukuki ve meşru araçlarla yapacak kuruluşlara ve kişilere ihtiyaç olacaktır. Dolayısıyla yeniden yapılanma ihtiyacı tam da bu nedenle ortaya çıkmış olmalı. Ancak ortada bir sorun bulunuyor. Şahin olarak tanınan biri karar alıcı olurken, silahlı kolun, muhtemelen Karayılan marifetiyle, daha da güçlendirileceği duyuruluyor.

Bu, siyaseten atılacak adımlar talepleri karşılamaz ise, PKK/KCK’nın daha da sertleşeceğini mi ima ediyor?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız 

Okay Gönensin – Vatan
Anayasa tıkanması


Muhalefetin hâlâ “asıl engel” dediği AKP’nin ve Erdoğan‘ın “başkanlık sistemi” konusu. Ama üzerinde anlaşılmış gibi yapılan maddelere bile onlarca muhalefet şerhi koyanların “başkanlık sisteminden vazgeçtiğinizi açıklayın ilerleyelim” demesi de samimi bir hamle gibi görünmüyor.

Meclis’te bir ortak metin üzerinde, birkaç muhalefet şerhiyle birlikte ortaya çıkılması mümkün olsaydı bu çoktan olurdu. CHP ve MHP öyle bir niyetleri bulunmadığını göstermeye devam ediyorlar, edecekler. Yeni anayasa barış sürecinin tamamına ermesinin temel dayanağıdır. Bu temel dayanak toplumun demokrasi taleplerinin ana belgesi olacaktır.

Bunu tekrar etmek, sürekli hatırlamak gerekiyor. Ve siyaset hâlâ olmazların etrafında dönerek zamanı da israf ediyor, heyecanları da yıpratıyor.

AKP’nin, bütün demokratik unsurları içeren, çatışma alanlarını en aza indirmiş, medeni bir metinle halkın önüne çıkması hâlen sonuç alabilecek bir yöntem olarak duruyor. “Başkanlık sistemi” konusunu bu aşamada kapattığını ilan edecek AKP’nin getirdiği metne karşı en önyargılı itirazlar bile bu şekilde etkisiz kılınmış olacaktır.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Güngör Mengi – Vatan
Yardım alma zamanı


AKP’nin muhalefete baskı uygulayan siyaset üslubunu da terk etme zamanı geldi.

Terör sorununa dönük bir süreç yürüyor şu anda. İktidar PKK ile pazarlık yapıyor görüntüsü vermemek için oyalama siyaseti uyguluyor.

Ama daha ne kadar dayanabilir?

Aslına bakarsanız CHP’nin yakın zaman önce açıkladığı 17 maddeli “Özgürlük ve Demokrasi bildirgesi” eğer AKP dediklerinde samimi ise bulunması zor bir tarihi fırsattır.

CHP bildirgesinde sıralanmış olan sorunlar, gerçekçi bir doktorun teşhisini hatırlatıyor.

“Yüzde 10 seçim barajı kaldırılsın; milletin vekillerini millet seçsin; insan haklarına saygı gösterilsin; düşünce ve ifade özgürlüğü güvence altına alınsın; gösteri ve örgütlenme özgürlüğü geliştirilsin; din ve vicdan özgürlüğü korunsun; basın özgürlüğü sağlansın; özel yetkili mahkemeler kaldırılsın; gizli tanık hukukuna son verilsin; mayınlı araziler temizlenip köylülere verilsin..”

Demokratik rejimin gücü, muhalefetin de çalışır ve çözüm üretir olmasından gelir.

CHP’nin bildirgesindeki sorunlar bu ülkede yaşayan tüm vatandaşların sorunudur.

İki taraf da el uzatmasını yekdiğerinden isteyebilir.
 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Hasan Bülent Kahraman – Sabah
Bir anayasamız olmayabilir


Eğer hükümet demokratik bir anayasa yapmak ve o yoldan bir demokratik devlet kurmak istiyorsa, makro planda attığı güçlü adımları destekleyecek biçimde mikro alanlarda, şu saydığım düzlemlerde de, değişikliklere gitmeli. Varsın anayasa değiştirilmesin. Ama hükümet diğer adımları atsın.

Türkiye'nin son otuz yıldır belini kıran, ayağını köstekleyen şu yükleri onun sırtından kaldırsın.

O kadar önemli buluyorum ki bu noktayı Türkiye'nin bir anayasası olmayabilir dahi diyebilirim. Bir fantezi değil bu söylediğim. Tam tersine bizdeki anayasa tarihi düşünüldüğünde, hele hele 1982 Anayasası ve nitelikleri hatırlandığında bu düşüncem daha da berraklaşıyor. Anayasa bizde devletin toplum üstüne giydirdiği bir deli gömleğidir.

Ne bir toplumsal sözleşmedir ne bir uzlaşma metnidir ne bir demokratik manifestodur bizde anayasalar. Devleti tanımlayan, vatandaşın devlete yükümlülüğünü sayan, sır(a)layan bir metindir. O değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen maddeler de devletin kendisini korumasının ikinci zırhı veya kalkanıdır.

Varsın öyle bir metin olmasın. Şu saydığım alanlarda demokratikleşmiş bir Türkiye'nin anayasaya ne ihtiyacı olacak?

Anayasal kurumlar nasıl işleyecek diye sorulabilir. Hepsi birer yasayla düzenlenir. Bu olmuyorsa, anayasa son derecede kısa, üç-beş maddelik bir temel metin olur. Gerisini politika düzenler. Yoksa bugün üstünde uzlaşıldığı söylenen 48 madde bile haddinden fazladır ve ancak eski yapıyı yeni bir hale uydurma çabasına hizmet eder.

Biz hep önce anayasa yapılır sonra diğer alanlardaki düzenlemeler gelir diye düşündük. Bir de tersini yapsak?...

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Ertan Altan – Taraf
Taksim Halk Kurtuluş Cephesi


Gezi eylemlerinin başından beri Başbakan Erdoğan’ın sürekli tekrarladığı “Faiz lobisi”, “dış parmak”, “darbe girişimi” tezviratları özellikle yandaş basında sözümona haberlerle sürdürüldü. Hükümete yakın birçok yazar, Türkiye’de yaşanan kalkışmanın bir “darbe girişimi” olduğu iddiasını ısrarla gündemde tuttu.

Polis de oluşturulan bu kamuoyuna karşı kayıtsız kalamadı elbette.

Hükümeti bir darbeyle devirmeye çalışanları yakalayıverdi. Meclis’ten geçirilen TMMOB düzenlemesiyle darbecilerin mali kaynaklarına da el konuldu.

Şimdi halkın özellikle şu meşhur yüzde 50’si, Taksim Dayanışması’na yönelik operasyonları, Ergenekon, Balyoz operasyonlarını izler gibi izliyor. Demek ki yalnızca emekli ya da muvazzaf askerler değil, mimarlar, mühendisler de darbe peşindeymiş. Çok şükür hükümetimiz bu darbecilerin de hakkından geldi.

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı engellenmeye çalışılırken, AK Parti’yi kapatmak için davalar açılırken Ergenekon sanıklarının organize ettiği kalabalıklar, “Ordu göreve” pankartları açarken, “Darbelere Dur De” diyerek birlikte sokaklara çıktığımız dindar dostlarımızın TMMOB’a, Taksim Dayanışması üyelerine yönelik kurulan bu tezgâha sessiz kalması çok acı.

Sivil toplum yargı önünde. Gösteri hakkı terör suçu. Meslek örgütü temsilcileri nezarethanede. Onlar darbeci, siz demokratsınız öyle mi?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Cafer Solgun – Taraf
Türkiye çok değişti çok


Evet, Türkiye’nin son 10 yılında çok şey değişti ve iktidar partisi de AKP idi. Ne var ki, bu “son 10 yıla” gelinceye değin dünyada da çok şey değişti. Türkiye bu “değişen dünya” durumunun ister istemez bir parçası idi. Daha da önemlisi, kendi süreci içinde bu değişimi ziyadesiyle ertelemiş, geciktirmişti. 2002 yılına gelindiğinde köhnemiş resmî ideoloji zihniyeti ile, “Milli Güvenlik Kurulu” devleti ile, soğuk savaş dönemlerinden kalma “tehdit ve tehlike” konseptleri ile bir arpa boyu daha ileri gitmesi, “değişen dünya” durumu ile uyumlu olması mümkün değildi. AKP, böylesi bir tarihî momentte iktidar oldu. Çünkü “yeni” bir seçenek idi, “yenilikçi” idi ve siyasi muarızlarının tamamı, artık hayata ve kendisini dayatan değişim ihtiyacına dair söyleyeceği hiçbir şey bulunmayan, “aşılmış” devlet partileri idi. Öncelikle bunun tesbit edilmesi gereği var...

Günümüz dünyasında “değişim”, demokrasi ve özgürlükler temelinde bir yenilenmeyi ifade eder. “Değişim” sözcüğünü slogan olarak benimseyen hiçbir yeryüzü partisi yoktur ki, bunu söylerken daha fazla demokrasi ve özgürlük değil de, mesela “nerede eski günler” nostaljisini kastediyor olsun. Bizde CHP de son yıllardaki seçimlerde bu sloganı kullanmaya niyetleniyor, ama inandırıcı olamıyor. Çünkü “değişim”, ne kadar yenilenmeyi, demokratikleşmeyi, hayatın her alanında özgürleşmeyi ifade eden bir anlayışla örtüşüyorsa, o kadar inandırıcı, etkileyici olabiliyor insanlar üzerinde.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız