Cebimde, yarım torba tuzlu kabak çekirdeği, neredeyse 'aranmadan' diyebileceğim biçimde girdim içeri. Maçın başlamasına daha 20/25 dakika var. Bir kıyıya iliştim, ısınan takımları izleyerek başladım 'çitlemeye...'
Maça ilginin az olacağını, o nedenle daha 'az gürültülü' bir maç izleyeceğimi, Antalya işin peşini bıraktığı için maçın gollü geçeceğini, tribün esprisinin her zamankinden daha abartılı olacağını düşünüyordum. Kimini tutturdum, kiminde yanıldım. Yanıldıklarım için pişman değilim!
Bu maçın özetini maç başlamadan tribün yaptı aslında. İnsanlar dönüp dolaşıp Antalya ile oynamaktan ve sürekli galip gelmekten hakikaten bıkmışlardı. Muhtemelen aynı şey sürekli Beşiktaş'a yenilmek zorunda kalan Antalyalılar için de geçerliydi. Antalyalı futbolcular çıkış tünelinin önünde tek sıra dizilmişken kapalının göbeği patladı; "Yeter artık Antalya, yeter artık!"
Peki ama bu nasıl mümkün olmuştu? Aynı gruptan çıkan Beşiktaş/Antalya, Bursa/Fenerbahçe nasıl olmuştu da çeyrek finalde yine karşılaşmışlardı? Bu sorunun yanıtını, Türk futbol yeni boyutlar kazandıran federasyonun cin fikirli yetkilileri ile buna itiraz etmeyen takım yöneticilerinin dehalarında aramak gerektiği gibi, en önemli pay olan yayıncı kuruluşun 'sona doğru heyecan düşmesin cinliği'ni de atlamamak gerekiyor kanımca. Öyle ya, artık futbol eşittir para. Biri sorsa bu dehalara, "Tamam da, para var, futbolcu ve takımlar varken stadın neden yarısı boş?" diye... Soran sorar. Bu ülkede kim kime hangi sorunun yanıtını vermekle yükümlü ki, değil mi?
İKİ YENİ KARAKTER
Zaten Antalya'da bitmiş olan maç Bobo'nun 3. dakikadaki penaltısıyla bir kez daha bitti. Sonrasında iş eğlenceye dönüştüyse de ben iki yeni transferi izlemeye ayırdım ilgimi.
Öncelikle Erkan Zengin...
Bir kaç çok sıkı depar attı, iki üç kişinin arasına daldı, kiminden çıktı, kiminde son adama takıldı. Ama oyun içinde hep doğru yerlere gidip topu almaya çalıştı, aldığı topları önündeki rakibini geçip doğru kullanmaya gayret etti. Ceza yayı üzerindeki bir şut girişimi biraz rakibin müdahalesi biraz kaygan zemin bir parça da heyecandan olsa gerek ıska ile sonuçlandı. Böylesi 'boş bir maç', bir oyuncuyu anlamak için elbette yeterli veri toplamanıza imkan vermez ama stiliyle bende 'iyi bir oyuncu' intibaı bıraktı Erkan Zengin.
Şimdi Fabian Ernst...
İlk 15 dakikadan sonra onun stilini kime benzettiğimi düşünmeye başladım, sonunda buldum; Antonio Carlos Zago. 100 ve 101. yıllarda tam karşımda oynayan kemik gibi adam. Gözünü budaktan sakınmaz, yanına yöresine adam yaklaştırmazdı. Bir biçimde geriye sarkan topları toplamak arkasında oynayan Ronaldo Guiaro için leblebi yemek kadar basit bir işti.
İlk maça bakarak konuşmak doğru olmaz ama Ernst için de edindiğim ilk izlenim "sağlam" olduğu yönünde. Ayrıca ilk devre üç dört, iyice soğuyan ikinci devrede ise bir iki kez kanatlara attığı çok doğru paslar iyi bir orta saha oyuncusu izleyeceğim duygusu yarattı bende.
Gerçi ikinci devre tam önümüzde, rakibini bir kez bırakınca gerek rakibin zayıfı vuruşu gerekse Hakan'ın iyi yer tutuşu golü önledi ama o kadar kusur yeni takımıyla ilk maçını oynayan kadının kızında da olur...
SERDAR, HOLOSKO, BOBO, SERDAR
Ve diğerleri... Serdar Özkan çok çalışıyor ama bir türlü gerekli patlamayı yapamıyor. Soldan sıfıra indiği bir pozisyonda kolayını yapıp topu altı pas içinde bulunan Bobo ya da Holosko'ya geçirmek yerine, zor olanı yapıp ters taraftan taca atmak gibi tuhaf işler yapıyor. Haliyle ondan gelecekte çok umutlu olmak için yeterli gerekçe biriktirmemize de engel oluyor bu hamleleri.
Bobo, her zamanki gibi rakip müdafaayı darmadağın ediyor ama çoğunlukla yalnız kalıyor...
Holosko, evet hızlı bir oyuncu. Ancak hızıyla top kontrolü arasında ciddi bir orantısızlık var. Bobo'ya ayak uydurabilirse Beşiktaş çok daha kolay gol bulur diye düşündürtüyor insana.
İlk geldiğinde benim çok umutlu olduğum ama geçirdiği uzun dönemli sakatlığın ardından bir türlü toparlanamayan Serdar Kurtuluş, tıpkı ters tarafında oynayan İbrahim Üzülmez gibi oyunu tek yönlü, yani müdafaada oynarsa bundan daha büyük bir oyuncu olması zor görünüyor. Hücuma çıktığı anlarda ki, daha fazlası olması gerekirken maç içinde en çok üç ya da dört kez olabiliyor bu, orta yapamaması sorununa mutlaka bir çözüm bulmalı... Bana sorarsa gelişmesi bu engeli aşıp aşamayacağına bağlı...
İBRAHİM ÜZÜLMEZ VE TARAFTAR
Beşiktaş tribünleri zaman zaman ciddi gerginlikler olsa da eğlenceli yerlerdir. Bu maçta da sanırım taraftarın ilgisizliğini bastırma gayretinden olsa gerek İnönü'ye gelenler, kapalı tribünün önderliğinde beklediğimin çok üzerinde performans gösterdiler. Daha maç başlarken enteresan bir şey oldu, genellikle maçın bitimine iki üç dakika kala söylenmesi geleneksel hale gelen Dev-Genç marşından uyarlanan "Gün doğdu hep uyandık/Statlara dayandık..." sıkılı yumruklar eşliğinde hep birlikte söylendi.
Maçta böyle başladı ve sonra gollerle birlikte arkası geldi curcunanın. Ancak 60. dakikalara doğru tribünün ateşi öylesine doruğa çıkmıştı ki, bütün tribünlerin katıldığı o eğlenceli marş sırasında, babasıyla birlikte maça gelen hemen yanı başımızdaki 8/9 yaşlarındaki küçük kız, bir yandan atkısını sallıyor bir yandan da zıp zıp zıplıyordu. Öyle ki yaklaşık 5/6 dakika sürdü onun lunapark keyfindeki eğlencesi...
Ve sahada o çocuk gibi zıp zıp zıplayan bir İbrahim Üzülmez vardı. O tribünlere yıllardır gidenler bir de gol atan İbrahim Üzülmez'in gösterdiği çabaya, ki her maçta gösterir ama bu kez olumluydu çabası, o kadar şaşırmıştı ki dayanamayıp hep birlikte sordular; "Söyle İbrahim söyle/ Ne içtin doğruyu söyle..." Ve arkası geldi, "Ne içtin söyle/Biz de içelim..." O dakikadan sonra maç İbrahim Üzülmez'in kontrolüne geçti. Yaptığı her hareket, çaldığı her top maçta eğlenceli bir tezahürata yol açtı. Hatta sanırım 80'lerdi, Üzülmez soldan kaçtı, topa bastı, yanımda duran Serdar belki o da duyar ümidiyle narayı bastı; "Kes bi ters muz..." Kesti İbrahim ters muzu ama rakibe...
Güldük, eğlendik, Taksim'e çıktık... Bu sene artık kimse bir daha İnönü'de Antalya forması görmek istemiyordur sanırım...