Gündem

24 Mart Muhtırası

Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık'ın...

04 Nisan 2011 03:00

T24 - Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık'ın kitap taslaklarınının toplatılmasını köşesinde değerlendirdi. Ertekin, kitap taslaklarının toplatılması kararını "27 Nisan Muhtırası"na benzeterek "Yargı, Ahmet Şık’ın müstakbel kitabı ve nüshaları hakkındaki 24 Mart tarihli kararıyla bütün Türkiye’ye muhtıra verdi" dedi.

Ertekin'in Radikal İki'de "24 Mart Muhtırası" başlığı ile yayımlanan yazısı şöyle:

Yargı, Ahmet Şık’ın müstakbel kitabı ve nüshaları hakkındaki 24 Mart tarihli kararıyla bütün Türkiye’ye muhtıra verdi. Bu kararın sadece Ahmet Şık’ı muhatap kıldığını düşünmek, “27 Nisan Bildirisi”nin sadece hükümeti muhatap kıldığını düşünmekle aynı anlama gelir ve verilen askeri muhtıranın bütün toplumun siyasal özgürlükleri için yarattığı tehdidi önemsizleştirme zaafını besler. Bu muhtıra da gerçekte, demokratik haklarımızı hedef almasıyla hepimize verildi. Çünkü bu kararla sadece Ahmet Şık’ın özgürlüğünü değil, bütün toplumun siyasal özgürlüğünü, neyi okuyup neyi okumayacağımızı da keyfince tayin etme yetkisine sahip olduğunu ilan etmekten çekinmedi mahkeme. “27 Nisan Muhtırası” nasıl hepimizin özgürlüğünü ve iktidar üzerindeki siyasi haklarımızı tehdit etmişse bu karar da hepimizin hak ve özgürlüklerini bir sonraki emre kadar askıya aldığını duyuran bir siyasi otoriterliğin bir başka biçimde ilanını sergiliyor. Dolayısıyla bu kararı, artık “24 Mart Muhtırası” olarak muhtıralar tarihimize kaydetmekte bir sorun yok.


Yeni iktidar ve “eski demokrasi”


Türkiye’de devlet aygıtlarının kendi kurumsal kapasitelerini aşan siyasal müdahale geleneklerine sahip olduğunu zaten biliyoruz. Askeri muhtıralar bu siyasi müdahale geleneğinin temel araçlarını oluşturuyorlardı. Ordu, bu araçlarla “doğru siyaset” ve “doğru demokrasi”nin “gerçek” anlamları doğrultusunda bizi eğitiyor, neleri okumamamız ve düşünmememiz gerektiğine ilişkin yol haritaları veriyordu. Kendi tanımladığı siyasi yolun dışındaki herkese de sadece “terör” bahsini reva görüyordu. 24 Mart kararıyla beraber bir “yargı muhtırası”yla karşı karşıyayız ve yeni iktidar döneminin eski demokrasi sorunlarıyla karşı karşıya kaldığımızda üzerimizdeki yorgunluğu atıp geçmiş demokrasi mücadelemizi yenilememiz gerektiğini acilen fark etmemiz gerek.


Siyasetin kriminalleştirilmesi


“Derin devlet” davasına ilişkin bir soruşturmada önce C. Savcılığının peşine düştüğü sonra kerli ferli hukukçu ve gazetecilerin ve nihayet bütün memleketin merakına dönüşen sorulara bir bakın hele: Ahmet Şık’ın kitabına eklemeleri kim yaptı? Şık’ın Odatv’de bulunan kitabındaki şerhler kime ait? Şık kitabını Odatv’ye kendisi mi gönderdi? Kitabın yazımı için Ahmet Şık’ı kim yönlendirdi? Peki Hanefi Avcı’nın kitabının bazı bölümlerini kim yazdı? Nedim Şener mi? Peki ya bu kitapları onlara kim yazdırdı? Bu kitaplarla manipülasyon mu yapılmaya çalışılıyor? Bütün bu kitaplar Ergenekon terör örgütünün talimatı ile mi yazılıp yayınlanıyor? Davayı etkilemek için yürütülen bir projenin ürünleri mi bu kitaplar? Soruları daha da çoğaltabilirsiniz. Fakat, sorduğunuz fazladan sorular da sözün ve yazının sınırlarını bir türlü aşamıyor. Çünkü meraklarımızı silaha, cebire, şiddete veya bunların övgüsüne dair bir soruşturmaya kadar taşıyacak tek beyana dahi rastlayamıyoruz. Bunun yerine bu kitapların hikayesini bir “terör örgütü”ne veya özelde de “Ergenekon örgütü”ne bağladığımızda yargı soruşturmasının hukuksal sırrına ereceğimiz müjdeleniyor ve yargının sorunu çözmesini beklememiz isteniyor. Bu kitapların terör örgütü olan Ergenekon ile “irtibat” içinde ve onun amaçları doğrultusunda kaleme alındığı şüphesi var çünkü!
Bu nedenle suç soruşturmasının iddianameyle tamamına ermesini bekleyelim! Aldık mı cevabımızı? Hayır almadık! İkna olduk mu? Olmadık! Hatta ikna olmadığımız gibi tam tersine sorularımızı acilen bizzat soruşturmayı yürüten C. Savcılığına ve yargıya doğru yöneltmemiz gerektiğini anlıyoruz bu cevaptan. Sorun hakikaten çok ciddi ve yargıdaki yeni iktidarın adli perspektifinin geleneksel adli perspektifin zihniyet ve uygulamalarını yansıtan içtihatları aynen devraldığını gösteriyor. Dolayısıyla asıl sorun “siyaset” ile “terör” arasındaki farkı görememekle ilgili ve bu sorun bugün de başlamış değil. Bu tartışmadaki en can alıcı nokta şu: Eğer bu kitapları Ergenekon örgütünün yazdırdığı cevabıyla karşılaşırsanız dahi bu cevabın mantıksal sonucu olarak Ergenekon örgütünün ilk defa doğru ve siyasi bir yolda olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ergenekon gibi bir “terör örgütü”nün cebir, şiddet, tehdit yollarını terk ettiğini ve siyasi yollara tevessül ettiğini bizzat kendi yargı soruşturmanızla ispatlamış olursunuz. Ve bunun farkına bile varmazsınız.


Terörle mücadele heyulası

Türkiye, 1991’den beri iki farklı anayasayla kendi hukuksal rejimini inşa ediyor. İlki 82 Anayasası ve “normal yurttaşlara” uygulanacak hukuk rejimini temsil eder. İkincisi ise Terörle Mücadele Kanunu ve “terörist” olarak tasnif edilenlere uygulanacak hak ve özgürlük rejimine hukuksal bir çerçeve kazandırır. TMK’yı, ikinci bir anayasa olma anlamında, bu kadar önemli kılan şey, hukuk devletinin korumayı vaat ettiği bütün temel hak ve hürriyetleri çifte bir uygulamalar alanına bölmesi ve tek bir siyasal düzenin içinde iki farklı hukuksal alan yaratmasıdır. Buna göre, teröristler olarak tasnif edilenler, birer hak ve hukuk öznesi olarak değil, haklarından arındırılmış çıplak birer şiddet nesnesi olarak görülmüşlerdir. Kendisine suç isnat edilen “yurttaşlara” tanınan haklar, örneğin bir ceza davasında tüm delilleri görme, lehinde ve aleyhindeki tüm şahitlerle yüzleşme hakları sınırlandırılmıştır. Kendi masumiyetini soruşturma gücü karşısında eşitlikle savunma haklarının hiçbiri “terörist”lere tanınmaz. Kendi yargılamasının bir öznesi değil, sadece nesnesidir. Böylece, hukuk devleti, çifte bir geçerliliğe tabi tutulur. Fakat, burada, çok daha önemli bir sorunu görmek gerekir. Eğer, hukuk devletinin temel ilkeleri ve tarif ettiği hak ve özgürlükler ikili bir rejime tabi tutuluyor ise, bu durumda “yurttaşlar” ile “teröristler” arasındaki hukuksal sınırın nasıl belirleneceği sorusu çok önemli bir hale gelir. Peki kim yurttaştır, kim teröristtir? Hangi eylemler bizi bir “terörist”e dönüştürür? Bu sorunun hukuksal hiçbir cevabı yok. Çünkü, “terör” ve “terörist” tanımlarını hukuksal bir yeterliliğe taşımak bugüne dek hiç mümkün olmadığı gibi “terör eylemi”nin sonsuz bir esneklik içinde tasnif edildiğine sıkça rastlandı. Bu tanımlamayı başaran bir yargı da yok dünyada. Dolayısıyla, yukarıdaki sorunun cevabı, karar verenin siyasi zihniyetine bağlı olarak “herkes yurttaş ve herkes terörist olabilir” şeklinde olacaktır. Bunun sonucu, suç yargılamasının bizzat suç eylemlerinin ötesine geçerek giderek daha fazla biçimde kendi hayat alanlarımıza yönelmesidir. Yazdıklarımız, konuştuklarımız, mesajlarımız, maillerimiz ve bunlarla her yurttaşın en temel hakkı olan hükümeti değiştirme planları bir suçmuş gibi algılanıyor. Ceza hukuku içinde topu topu kırk yıldır var olan bu terörle mücadele pratiği, kendisi de aslında sorunlu olan modern ceza hukukunun temel ilkelerinin bile alaşağı edilmesi anlamına geldiği gibi giderek herkesin bir “terörist” olma ihtimalini de ortaya çıkarıyor. Zaten, yargının verdiği “24 Mart Muhtırası”nın esas siyasi zeminleri de buralarda örülüyor ve hepimizi en geri demokrasi seviyelerine sürgün ediyor. Yapmamız gereken şey, bugüne kadarki muhtıralara verdiğimiz cevabı yenilemek ve ona karşı direnmektir.

ORHAN GAZİ ERTEKİN: Yargıç, Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı