T24- Yazar Sırrı Süreya Önder, 20 Kasım 1980 günü gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren'in annesi Elmas Eren'e Nüfus müdürlüğü, askerlik şubesi, pasaport dairesi başta olmak üzere devlet kurumlarının Hayrettin Eren adına evine yazı gönderdiğini yazdı. Eren'in yaşamadığını kanıtlamak için kurumların Eren'in son çekilmiş fotoğrafını istediğini aktaran Önder, "meraklısının cumartesi günleri Galatasaray Lisesi’nin önünde görebileceğini" söyledi.
Önder'in Radikal gazetesindeki köşesinde yayımlanan (14.02.2011) yazısı şöyle:
Ölü mü denir şimdi onlara?
Benim için Radikal gazetesi demek Yıldırım Türker demektir bir bakıma.
Bulunduğu her yeri onurlandıran, “Dünya dönüyorsa biraz da onun yüzü suyu hürmetinedir” diye anılan insanlardandır.
Tozun dumana, çığlığın kana karıştığı uğursuz 1995 yılında, Expres dergisinde bir dizi röportajı yayımlandı Türker’in.
Gözaltında zorla kaybedilenlerin izini sürüyordu. Metis Yayınları bu çalışmayı ‘Onu Unutma’ ismiyle kitaplaştırmıştır.
Dicle Haber Ajansı öncülüğünde Saadet Yıldız tarafından yayına hazırlanan ve başlıktaki Edip Cansever dizesini ad olarak seçen çalışma da ‘geriye kalanların’ özellikle de kadınların öykülerini anlatmakta.
Bu iki çalışmayı da bilmeden atıp tutanlara okutmak gerekir.
Yıldırım Türker, 20 Kasım 1980 günü gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’i anlatırken,
“Kayıp aileleri arasında en çok onun anası, güzel Elmas Hanım’ı dinlerken ürktüm... Bu binbir acıyla kurulabilmiş olan dengeyi bozmaktan, bu hayatı yaşanabilir kılan üslubu incitmekten korktum” diyor.
Yıldırım Türker, Eren ailesinin kapısını çalan ilk gazeteci olduğu zaman, Hayrettin kaybedileli 15 yıl olmuştu.
Ben de ondan 15 yıl sonra, ortak utancımız omuzlarımda, aynı korkuyla “Bari incitmeyelim” duygusuyla kapılarını çaldım.
Atı kaybolanın kulağından at sesi gitmez
Bu söz, bir Çerkez atasözüdür. Çerkezler soylu bir millettir. Tüm canlıları evlatları nazarıyla görürler. Evlatlarını aşikârane sevmemeleri belki biraz da bundandır.
Aslen Çerkez olan Eren ailesine Setenay ve Işıksu isminde iki güzel evlat daha katılmış. Elmas ana, biraz da bu torunlar sayesinde halen aynı güzellikte. Bir seferberlik zamanı kadını gibi yol gözleyip duruyor.
Şimdilerde başarılı bir gazeteci olan küçük oğlu Faruk ve yitik oğlu Hayrettin’in küçüklüklerini anlatırken “Makinayla saç tıraşı olmuş çocukların saçını okşamayı çok severdim. Ayıp olmasın diye fazla sevemedim. Ah keşke biraz daha sevseymişim, Hayrettin’in sesi, gülümsemesi kulaklarımdan gitmiyor” diyor.
Bir parça kalbiniz varsa, anılar ve hatıralarla dolu bu evde, siz de o sesi duyabilirsiniz.
Turuncu Murat 124
Çerkezler, yeryüzünde hapishanesi olmayan tek millettir. Edep ve doğruluğa büyük önem verirler. Bundan ayrı düşenleri içlerinden uzaklaştırmak gibi bir yaptırımları vardır ki bilene en büyük hapishaneden daha büyük bir zulümdür.
Elmas Ana “Hayrettin daha şuncacık çocukken bile yaptığı işi yüksünmeden kabul eder, yapmadığını da öldürsen kabul etmezdi” diyerek anlatıyor evladını.
“Mutlaka işkencede yapmadığı bir işi kabul etmesini istemişlerdir Hayrettin’den.. O da kabul etmeyince kıymışlardır evladıma” diyor, evladını iyi tanıyan bir ananın güveniyle.
Yoksul babası Kemalettin Eren, emekli olduğunda gecekondularını yaptıracağı yerde oğluna turuncu rengi bir Murat 124 otomobil almış. Hayrettin araba kullanmayı çok sevdiğinden kıramamış.
Otomobiliyle bir arkadaşına ev ararken gözaltına alıp Karagümrük Karakolu’na götürmüşler. Oradan siyasi şube polisleri alıp Gayrettepe Emniyeti’ne götürmüşler. Bütün bunları karakol tutanaklarından anne Elmas ve baba Kemalettin’e göstermişler.
Elmas Ana Gayrettepe’ye gittiğinde, oğlunun otomobilini bahçede görmüş. Oğlunu sorunca, ‘Git buradan’ demişler. Gitmeyince de kolundan tutup çamurların içine atmışlar. Bütün gün oğlunun otomobilinin başından ayrılmamış. Bir gece içinde, tıpkı kaybolan oğlu gibi, aracını da kaybetmişler.
Bütün bunlar tanıklıklarla sabit. Sadece bunlar değil, emniyette işkence yapılırken onu gördük diyen ve bu ifadeyi resmi olarak veren tam 4 ayrı insan var.
Bütün bunlardan sonra soruşturma falan yapıldığını sanıyorsanız, sanmayın! Bundan sonra, baba Kemalettin, anne Elmas, kardeşler, Faruk, Cemile ve İkbal’e, bu işin peşini bırakmaları için gözdağı operasyonları başlamış. Uğradıkları zulümü anlatmaya bu sütunlar yetmez.
Yavrusunu yitiren güvercin, atmaca kesilir misali, Elmas Ana hiç yılmadan her kapıyı aşındırmış. Ellerinde ne var ne yoksa satıp savıp, bir kısmını da “ben bulurum” diyen madrabazlara kaptırıp kalan ömürlerini buna vakfetmişler. Başlangıçta ilgi gösteren Savcı Enver Özdemir, sonunda korkulu bir telaşla kapısından kovmuş. “Ben bu mevki-makama kolay gelmedim, sizin yüzünüzden kaybedemem” demiş Elmas Ana’ya...
Mehmet Ağar, yanında Kemal isimli bir görevliyle kabul etmek zorunda kalmış anayı. Gülerek bir kol hareketi yapmış Elmas’a, anlatmak istemem...
Bunun ne kadar gücüne gittiğini bilenler, Ağar evladını yitirdiğinde ne düşündüğünü sormuşlar Elmas Ana’ya... Verdiği cevap tüm insanlığını yitirmişlere insanlık dersi olur.
Öfkesini kalbine gömüp, bunu soranları da tersleyerek, evlat acısıyla kavrulan diğer ananın derdine yanmış.
Başbakan’la görüşme
“Başbakan davet ettiğinde, hele bir yol gideyim de bizi kim kullanıyormuş evladım diye sorayım istedim. Fakat gittiğimde gözümün önüne bizi dövdürten, lanet olasıca Kenan Paşa geldi, bizimle görüşmeye bile tenezzül etmeyen, Demireller, Ecevitler, Çillerler geldi, kıyamadım. Yine de Allah razı olsun, bizi hiç olmazsa kabul edip derdimizi dinledi dedim. Fakat başka bir ana sordu, o da siz böyle demişsiniz demedi de böyle söyleyenler var dedi. Bunun üzerine Başbakan, lisanı münasiple ‘o bir yanlış anlaşılmaydı’ dedi” diyerek anlatıyor görüşmeyi.
Başbakan’ın, acılarına ortak olup duygulanmasını “Gönül ağlamazsa göz ağlamaz” diyerek yüksek bir yerde kıymetlendirmişler.
Annesi devlete, devlet annesine...
Annesi Hayrettin’i devlete soruyor, devlet de dönüp ona soruyor! Nüfus müdürlüğü, askerlik şubesi, pasaport dairesi başta olmak üzere devletin bütün kurumları Hayrettin’in evine yazı gönderip duruyor. Belki de annesinin “Ölmüş olsaydı hiç devlet yazı yollar mıydı?” dediğini biliyorlardır.
Yazı bir yana bir de son çekilmiş fotoğrafını istiyorlar. Oysa meraklısı cumartesi günleri Galatasaray Lisesi’nin önünde görebilir Hayrettin’in yakışıklı, çocuk yüzünü. Ve galiba şimdilik sadece orada!
Nasıl anlatacaksın?
Siz Elmas Ana’nın güzel, yeşil bakan gözlerini bir kez görseniz, o insanda hiçbir yanlışın barınamayacağını anlarsınız. Hanelerine konuk olduğumda, Ö. Nasuhi Bilmen’in ilmihali ile bir Kuran duruyordu Elmas Ana’nın yanı başında.
Bütün insanlık kör, bütün kulaklar sağır kesilince “Allah yeter!” deyip, inancına iltihak etmiş Elmas Ana...
Dertleşmenin sonunda büyük bir umutla nasıl anlatacağımı sordu. Başbakan’dan umudu vardı, ben de onaylarsam rahatlayacaktı. Doğrusu hazır bir cevabım yoktu.
Yıllardır umudu tükenmeden, azmi kırılmadan bir tek haberin hatırına, yaşamak denirse yaşamaya çalışan bir insana “Hükümet bu işi komisyona havale etti, işi de yayma eğiliminde” diyemedim.
Komisyona havale!
İsmet İnönü “Eğer bir işin halli cihetine gitmek istemiyorsanız komisyona havale edin, başına da Coşkun Kırca’yı getirin” dermiş.
Yeni nesil Kırca’yı tanımayabilir. Gözünüzün önüne Cemil Çiçek’i getirin, hah işte üç aşağı beş yukarı öyle bir devletliydi. Bizde devletin zülf-ü yarine dokunacak işler hep komisyonlara havale edilir ve bugüne kadar, sonuç alabilmiş bir komisyon görülmemiştir.
Unutmayalım ki Mutki’de yargısız infaz edilenler de bir ananın evlatlarıydı.
‘Cumartesi Anaları’nı kabul edip, ardından da Mutki’ye yayın yasağı getirmenin ne anlama geldiğini birisi bize anlatsa da öğrensek...
Merhamet değil Adalet!
Muhteşem insan Willy Brandt, Varşova’da, Nazi soykırım anıtının önünde diz çökmüştü.
Planlanmış bir jest değildi. Sebebini soranlara “Yakın tarihin ağır yükü altında, kelimeler yetersiz kaldığında, tüm insanların yaptığını yaptım” demiştir.
Bu sözüm ayrımsız olarak, iktidarıyla ve muhalefetiyle herkesedir.
Yaşananların kötülüğü yanında artık kelimeler yetersiz kalmaktadır.
Bu ülkenin yakın dönem pislikleri için bir anıt yapılacaksa mesela Galatasaray Lisesi’nin önüne yapılmalıdır.
Hakiki bir komisyon kurulacaksa, tümüyle bağımsız insanlardan oluşmalı ve bu anıtın önünde diz çöktükten sonra, belki de ilk kaybedilen olduğu için Hayrettin’in akıbetiyle işe başlamalıdır.
Böylece “Hanım iyi ki de oğlana araba almışız, yoksa şimdi çok yazıklanacaktık” diyerek evine sığamayan, her gün kendini dağa bayıra vuran, baba Kemalettin Eren, gideceği bir adres ve sarılacağı bir mezartaşına sahip olacaktır.
Bunu yapmayacaksanız, kimsenin cıvık merhamete ihtiyacı yok!