Ekonomi

1930 krizinde, Türkiye'de memur kazandı, işçi ve çiftçi kaybetti

Türkiye'de 1930'da kaybedenler çok büyük ölçüde köylüler ve tarıma bağlı taşralı tüccar kesimiydi. Kazanan kesim ise milli burjuvazi ve memurlardı.

12 Ekim 2008 03:00

Türkiye'de 1930'da kaybedenler çok büyük ölçüde köylüler ve tarıma bağlı taşralı tüccar kesimiydi. Kazanan kesim ise milli burjuvazi ve memurlardı. Ortalama bir memur, vasıflı bir işçinin iki katından fazla ücrete sahipti.

Şu sıralar en popüler konulardan biri de Türkiye’nin 1930-33 döneminde büyük ekonomik krizin etkilerinden nasıl korunabildiği. Gerçekten korunabildi mi? Kimler kazandı, kimler kaybetti?

Resmi tarih "başarıyı" Atatürk'ün üstün yönetim yeteneğine atfeder. 1930'lu yıllar yönetici seçkinler için bir çeşit altın çağdır. Bu bakımdan bilimsel analizden çok, yüceltici efsaneler revaçtadır. Oysa tarihsel gerçekler çok farklıdır.
Önce 1930 bunalımını anlamaya çalışalım. 1930'dan 1933 sonuna kadar gelişmiş ekonomilerde küçülme hangi iktisadi mekanizmaların sonucu olarak gerçekleşti? Türkiye'de de aynı mekanizmalar gündemde miydi? Nasıl oluyor da deflasyona rağmen Türkiye ekonomisi küçülmedi, aksine büyüdü?

Deflasyon kâbusunun kaynağı

Krizin kaynaklandığı Amerikan ekonomisinde, daha sonra da Avrupa'da ekonomik daralmayı esas olarak iki etken yarattı. Biri "reel faiz etkisi", diğeri de "reel borç etkisi". Büyük bunalımın temel özelliği deflasyondu. Tüm dünyada fiyatlar dört yıl boyunca düştü. 26 sanayileşmiş ve sanayileşmekte olan ülkeyi kapsayan derleşik toptan fiyat endeksi, 1929 yılı 100 alınırsa 1934'te 70'e gerilemişti (Ben Bernanke, "The Macroeconomics of The Great Depression: A Comparative Approach", Journal of Money, Credit and Banking, Feb. 1995). Bu muazzam deflasyonun büyük bölümü bunalımın ilk iki yılında gerçekleşti.
Nominal faiz yüzde 10, enflasyon da yüzde 5 ise reel faiz yüzde 5'tir. Ama deflasyonda iş değişir. Nominal faize bu kez deflasyon oranını eklemek gerekir. 1930 yılında ve 1931 yıllarında söz konusu 26 ülkede deflasyon oranı sırasıyla yüzde 11 ve yüzde 12 oldu (Bernanke, 1995). Nominal faizler ise aynı yıllarda yüzde 5'in üzerindeydi. Sonuçta ekonomiler üzerine muazzam bir reel faiz baskısı bindi.

Deflasyonun ikinci etkisi "reel borç etkisi"dir. Fiyat düzeyi düştüğünde nominal borç düzeyi düşmez; hiçbir sözleşmede deflasyon olursa borcu indirmekten söz edilmez. Dolayısıyla fiyat düzeyi düştüğünde reel borç yükü artar çünkü nominal gelirler düşer. Bildiğiniz gibi firmalar borçludur. Bu durumda borç yükleri arttığına göre ilk başta büyük ölçüde yatırımlarını kısıtlarlar. Bilançosu bozulan firmaların bir bölümü de iflas eder. Bu da ekonomide daraltıcı bir etki yaratır. Sanayileşmiş ülkelerde, özellikle ABD'de hanehalkları da borçluydu. ABD'de bu yıllar dayanıklı tüketim mallarının kitlesel tüketime konu olduğu bir dönemdi. Bugün olduğu gibi o gün de tüketici kredisiyle alınan mallardı bunlar. Dolayısıyla hanehalklarının da reel borç yükü deflasyonla birlikte artmaya başladı, onlar da çareyi tüketimlerini kısmakta buldular.

Para buharlaştı

Deflasyon finans kesimine da ağır darbe vurdu. Geri dönmeyen kredi oranı hızla arttı. En sorunlu bankaların aktifleri ciddi biçimde zayıfladı ve banka iflasları yaygınlaştı. Ama sorun salt geri dönmeyen kredilerden ibaret değildi; ekonomide daralma ortaya çıktığında bankaların aktiflerindeki finansal varlıkların değerleri de hızla azalmaya başladı, bilançolar daha da bozuldu, iflaslar arttı.

Deflasyonun Pigou etkisi diye bilinen bir yönü vardır; fiyatlar düşüyorsa, tedavüldeki para miktarının gerçek değerinin artması gerekir. Fiyatlar bir yıl içinde yüzde 10 düşerse cebimizdeki 100 liranın satın alma gücü de yüzde 10 artar. Tabii bu arada cebinizdeki para azalmadıysa. Satın alma gücü arttığına göre talebi destekleyen bir etkiden söz ediyoruz. Oysa bu etki ortaya çıkamadı çünkü iflas eden bankalardaki mevduat buharlaştı. ABD'de ve Almanya'da banka iflasları o kadar şiddetli yaşandı ki, reel para arzında gerilemeler oldu. Krizden çıkış son derece zorlaştı. Ekonominin kendi kendine krizden çıkması mümkün olamadı.

Türkiye deflasyonu ithal etti

Türkiye ekonomisinde 1930-33 döneminde deflasyon yaşandı ama buna karşılık büyüme de yaşandı. Deflasyona rağmen büyümeyi açıklamak için depresyonu yaratan etkilerin var olup olmadığını, var idiyse neden sanayileşmiş ekonomilerdeki gibi etkili olmadıklarını incelemek gerekiyor. Türkiye açısından diğer ilginç bir konu da deflasyonun gelir dağılımını nasıl etkilediği ve bu etkilemenin siyasal sonuçlarıdır.

Türkiye'de yaşanan deflasyon ülke ekonomisinin iç dinamiklerinden kaynaklanan bir deflasyon değildi. Tamamen küresel deflasyonun Türkiye ekonomisine ithal edilmesinin sonucuydu. Çok şiddetli bir deflasyon gerçekleşti.

Dört yılda fiyat genel seviyesi yarı yarıya düştü. Tarımda deflasyon çok daha şiddetli yaşandı; en büyük darbeyi tahıl fiyatları yedi. Fiyatlar yüzde 60 düştü; sanayi ürünlerinde deflasyon yüzde 50'yi buldu. (Tuncer Bulutay, Nuri Yıldırım, Yahya S. Tezel, "Türkiye Milli Geliri 1923-1948", 1974). Sanayi mallarının fiyatı tarım ürünlerine kıyasla daha az düştüğü için nispi olarak sanayi mallarının fiyatları daha yüksek kaldı. 1929 yılında 1 kg şeker alabilmek için 3.2 kg buğday gerekiyordu. 1931 yılında bu rakam 7,76'ya çıkmıştı. Yine 1929'da 1 metre pazen almak için 2.5 kg buğday gerekiyorken 1931'de aşağı yukarı 7 kg gerekliydi. Bunlar çok ciddi nispi fiyat farklarıdır ve çiftçinin satın alma gücünün ne kadar düştüğünü gösterir.

Ekonomi büyüdü ama tarım perişan oldu

Bu dönemde gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) 1932 dışında hep pozitif oldu yani ekonomi büyüdü. 1932 yılında GSYH'nin yarısını oluşturan tarımsal üretim o yıl yaşanan büyük kuraklık nedeniyle yüzde 30 kadar düştü ve GSYH'nin yüzde 10 küçülmesine neden oldu. Daralmanın krizle ilgisi yoktu.

Deflasyon tarım üretimini hiçbir şekilde etkilemedi. Bu yıllarda (1932 hariç) tarım üretimi düşmedi. Ürünlerin fiyatları düşüyor ama tarım üretimi düşmüyordu. Çünkü tarım üretimi kâr amacı güden kapitalist tarz üretim değildi. Küçük ve orta üreticilik egemendi. Küçük çiftçi büyük ölçüde geçimlik üretim yapıyordu, pazar ilişkileri zayıftı. Buna karşılık pazar için az ya da çok üretim yapan orta ve zengin çiftçiler düşen fiyatlar ölçüsünde büyük gelir kayıplarına uğradılar. Tarım perişan oldu. 1932 yılında Atatürk'ün yurtiçi gezileri bu koşullarda gerçekleşmiştir.

Açıklanması gereken paradoks sanayideki büyümeyle ilgilidir. Sanayi dört yıl boyunca büyüdü. En düşük tahminler bile bu dönemde sanayinin yılık ortalama büyüme hızını yüzde 7 olarak veriyor (Beril Zendisayek, "Large and Small Enterprises in Turkish Industrialisation During The Great Depression", MA Thesis Boğaziçi Üniversitesi, 1997). Sanılanın aksine sanayinin bu performansında devletçiliğin rolü olmadı. Bu bir zamanlama meselesidir. Türkiye'de KİT'lerin Sovyet destekli 1. sanayi planı ile kurulmaya başlanması 1934'te başlar. 1930-33 döneminde büyüme çok büyük ölçüde özel sektörce gerçekleştirilmiştir.

Şiddetli korumacılık

Deflasyonu tüm şiddetiyle yaşayan Türkiye ekonomisinde reel faizlerin aşırı yükseldiğini görüyoruz. Osmanlı Bankası arşivlerindeki kredi sözleşmeleri nominal faiz oranının bu dönemde yüzde 8-9 düzeyinde olduğunu gösteriyor. Merkez Bankası'nın faiz oranı yüzde 8; Ziraat Bankası ise yüzde 12'lerden başlıyor. Tarım fiyatları düştüğü için çiftçinin perişan durumda olduğu, anaparayı ödeyecek durumda olmadığı bu dönemde banka yüzde 12 faiz istiyor. Basit bir hesap 1930 yılında reel faiz düzeyinin deflasyonla birlikte yüzde 30'u bulduğunu gösteriyor. Beklendiği gibi, 1930 öncesindeki döneme göre yatırımlar düşüyor ancak hâlâ ciddi miktarda yatırım yapılıyor. Bu durum ancak yatırımlardan beklenen kârlılığın çok yüksek olması ile açıklanabilir.

Yerli sanayi nasıl bu kadar yüksek kârlılığa sahip olabildi? Açıklama çok basittir. 1929 yılında Lozan'da zoraki kabul edilen serbest dış ticaret rejimine tanınan beş yıllık süre doluyordu. Dünyada bunalım henüz başlamamışken haziran ayında Hükümet Âli İktisat Meclisi'ni topladı ve korumacılığa geçiş kararını aldı. İttihat ve Terakki'den beri cumhuriyetçi kadrolar kalkınmanın ancak yüksek koruma duvarları ardında gerçekleşebileceğine inanıyorlardı. 1929 Ekimi'nden itibaren çok şiddeti bir korumacılık devreye girdi. İthalat vergileri iki kat arttı. Aynı zamanda kotalar, kısıtlamalar başladı. Bu da yeterli olmadı, bazı malların ithalatı tümüyle yasaklandı. Sonuçta yüksek korumacılık yerli sanayinin fiyatlarını aşırı yükseltti (nispi olarak). İç piyasaya üretim yapmak çok kârlı hale geldi. Bu dönemde hesaplamama göre tüketim malı ithalatı yüzde 75 daraldı (Seyfettin Gürsel, "Growth Despite Deflation: Turkish Economy During the Great Depression", WP, 2005). Deflasyona rağmen büyüme bu şiddetli korumacılığın yarattığı yüksek kârlılıkla mümkün oldu.

Şiddetli korumacılığın bir diğer yönü de kalitesi düşük yerli malların kaliteli ithal malları ikame etmesidir. "Yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı" sloganı altında düzenlenen resmi kampanyalar bir rastlantı değildir. Bu olgu da sonuç olarak toplumsal refahtan bir miktar kayba tekabül eder. Tabii "buna değerdi" de denebilir.

Kaybedenler ve kazananlar

Çiftçi muazzam bir borç yükü altında ezildi. Bu da köylünün talebini kısıcı bir etki yaptı ama köylünün talebi zaten toplam talebin içinde çok büyük bir paya sahip değildi. Her ne kadar nüfusun yüzde 80'i çiftçi de olsa bunun bir bölümü geçimlik ekonomi içinde üretim yapmaktaydı.

Tarım kesiminde sanayi mallarına yönelik talepte bölgelere göre az ya da çok bir daralma ortaya çıktığına ama ekonomi büyümeye devam ettiğine göre bir başka kesimin talebini fazlasıyla artırmış olması gerekir. Bu kesim kentli sınıflardı.

1930'lu yıllarda geri dönmeyen kredi sorunu tarımda ve ticarette yaşandı. 1920'ler çok sayıda yerel bankanın kurulduğu yıllardır. Ticaretin nispeten yoğun olduğu kasabalarda, genellikle tek şubeli yerel bankalar kuruldu. Tarım ürünleri ticaretinde büyük şok yaşanınca bu bankaların önemli bir bölümü 1930'lu yıllarda battı. Ama banka iflaslarının para arzını ciddi biçimde kısıcı bir etkisi olmadı, çünkü çok küçük bankalardı bunlar.

Dolaşımdaki para 1929'da 165 milyon TL'den 1933'e gelindiğinde 153 milyon TL'ye düşmüştü. Bu paraya vadeli ve vadesiz mevduatı da eklediğinizde para arzı 1929'da 379 milyon TL'den 1933'te sınırlı bir düşüşle 343 milyon TL oldu. Fiyat genel seviyesi yarı yarıya düştüğüne göre, reel para arzı bu dönemde neredeyse iki kat arttı. Cebinde nakdi olan, bankada mevduatı olanlar, 1933'lü yıllarda nakit servetlerinde muazzam reel artışlar gördüler. Türkiye ekonomisinde ABD'nin aksine çok güçlü bir Pigou etkisi söz konusudur. Bu etkiden en çok yararlananlar da kârları yükselen sanayi burjuvazisi ile her ay aynı nakit maaşları alan ve deflasyonla birlikte satın alma gücü hızla artan memurlardır.

Sonuçta kaybedenler çok büyük ölçüde köylüler ve tarıma bağlı taşralı tüccar kesimiydi. Kazanan kesim ise milli burjuvazi ve memurlardı. Ortalama bir memur, vasıflı bir işçinin iki katından fazla ücrete sahipti. Bu arada bir fabrikatörün veya bir bürokratın yıllık kazancı çok daha fazlaydı. Memurlar açısından 1930-33 dönemi bir altın çağdır. Yönetici sınıfın tek artı dönemini efsaneleştirmesinin ardındaki nesnel olgu budur. Buna karşılık köylüler için 1930'lu yıllar sefalet yıllarıdır. Onlar da bunun acısını 1950 seçimlerinde çıkarmışlardır.