Gündem

18 gazeteden 21 köşe yazarı gündem hakkında ne yazdı?

İbrahim Karagül: Şam rejiminin canı cehenneme. Onun gibi, bu bölgedeki monarşiler, zorba yönetimler yok olup gitmeli. Keşke bölge ülkeleri kendileri bu müdahaleyi yapabilselerdi

28 Ağustos 2013 12:22

Radikal’den Cengiz Çandar, Murat Yetkin; Taraf’tan Erdal Güven, Lale Kemal; Vatan’dan Ruşen Çakır; Milliyet’ten Fuat Keyman, Mehveş Evin; Akşam’dan Kurtuluş Tayiz; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül; Zaman’dan Joost Lagendijk; Star’dan Mustafa Akyol; Sabah’tan Hasan Bülent Kahraman; Hürriyet’ten Sedat Ergin; Yeni Çağ’dan Arslan Bulut; Özgür Gündem’den; Veysi Sarısözen; Türkiye’den İsmail Kapan; Yeni Mesaj’dan Haydar Baş; Milli Gazete’den Adnan Öksüz; Bugün’den Gülay Göktürk; Takvim’den Bülent Erandaç ve Cumhuriyet’ten Mümtaz Soysal gündem hakkında yazdı.

İşte köşe yazılarının bazı bölümleri şöyle:

 

Cengiz Çandar - Radikal
'Batı, Suriye'ye saldırırsa Türkiye ne yapacak?

Suriye’ye ortak ‘Batı askeri harekâtı’ göstere göstere geliyor. İngiliz Financial Times’ın dünkü başyazısının başlığı, ‘Hiçbir iyi seçenek yok ama hiçbir şey yapmamak en kötü seçenek’ idi ve bu cümle, birkaç gün önce Fransa Dışişleri Bakanı tarafından söylenmişti.

İngiltere istiyor, Fransa gönüllü. ‘Sorun’ ABD’de idi. Dış politikasında ‘Irak sendromu’nu yaşamaya devam eden ABD’de Barack Obama’nın Suriye’ye askeri müdahaleye en ufak bir istek duymadığı herkesin çoktandır malumu. Ancak ‘kimyasal silah kullanımı’nı geçilmesi yasak ‘kırmızı çizgi’ ilan etmiş olan ABD Başkanı’nın, bu ‘yasağı koyuşu’nun birinci yıldönümünde, yani 21 Ağustos günü Şam varoşlarında ‘kimyasal silahla gerçekleştirilmiş’ bir saldırı sonucunda 1000’den fazla insanın öldürülmesi karşısında eli kolu bağlı kalması da düşünülemezdi.

Suriye, bir ‘ortak Batı askeri harekâtı’ ile yüz yüzedir. Suriye rejimine dayak atılmasından yana olan Tayyip Erdoğan hükümetine sorulacak sorular da var; en başta şu: “Mısır konusunda sürekli ikiyüzlülüklerinden dem vurduğunuz ABD-Fransa-İngiltere’nin Suriye’ye karşı ‘ortak askeri harekâtı’ hakkında nasıl bir tavır takınacaksınız?”

Bu soruya ‘evet’ cevabı da verilse, ‘hayır’ da dense, Türkiye’nin Suriye’de ‘ofsaytta kaldığı’ gerçeği değişmeyecek. Bir ‘ortak Batı askeri harekâtı’ karşısında Tayyip Erdoğan’ın durumu, ‘aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık’ oldu.
Başbakan, son haftalarda çok savruldu; ağzınızdan çıkanı kulağı duymadı. O yüzden, İhsan Dağı’nın dünkü Zaman’daki şu sorusuna ve satırlarına da kızmak yok:

“‘Kan ve petrol içenler’ bölgeye yeniden geliyorlar galiba. Gelip Suriye’de Esed rejimini yıkacaklarmış. Gelsinler mi? Gelsinler diyorsanız ve hatta onları çağırıyorsanız, ortaklık teklif ediyorsanız, haftalardır Batı, ABD, Avrupa hakkında saydırdıklarınızı unutmaya hazır mısınız? İlkeli, ‘değer’li dediğiniz dış politika çizgisinin bu ‘ortaklık’la ‘değersiz’leştiğini söyleyenlere ne cevap vereceksiniz?”

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Murat Yetkin - Radikal
On yıl sonra yine tezkere kâbusu

On yıldan biraz fazlaydı, 1 Mart 2003’te AK Parti hükümetinin ABD’nin Irak işgal harekâtına kuzey cephesi açacak ABD birliklerini Türk topraklarından geçmesi için Meclis’e verdiği izin tezkeresi kabul görmemişti.

Meclis’teki açık çoğunluğa rağmen AK Parti vekillerinin neredeyse üçte biri muhalefetle birlikte oy kullanmış, Türkiye’nin savaşa, üstelik Müslüman nüfuslu komşusundaki savaşa aktif destek vermesine karşı çıkmıştı. Hatta altında imzası bulunan bakanlardan dördü, tezkereye Meclis’te karşıoy verdiklerini sonradan açıkladılar.

Bu bakanlardan birisi olan (ve daha sonra hiç Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir daha bakanlık görevi vermemiş olduğu) Hüseyin Çelik, dün AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve sözcüsü olarak muhtemel bir Suriye tezkeresiyle 1 Mart Irak tezkeresini karşılaştırmanın yanlış olduğunu söyledi. Bunda, bir gece önce Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın, muhalefet karşı çıksa da hükümetin gerektiğinde Meclis’e Suriye’yi de kapsayacak bir tezkere getirebileceğini söylemesinin payı vardı.

Suriye de Irak gibi ‘Müslüman komşu’ ve üstelik 10 yıl öncekinden çok farklı boyuta gelen Kürt meselesi ve ABD ilişkileri söz konusu.

Erdoğan o zamandan bu zamana ABD ile ilişkileri düzeltmek için doğrusu çok uğraştı.

Şimdi on yıl sonra Türk-Amerikan ilişkileri bir başka tezkere, bu defa Suriye tezkeresi nedeniyle yeniden gerilir mi?

Meclis’teki üç muhalefet partisi, CHP, MHP ve BDP, Türkiye’nin Suriye’deki savaşa dahil olmasına karşıoy kullanacaklarını açıkladı.

Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun iki yıla yakındır Batı’dan müdahil olmasını istediği ve ön safta aktif çalıştığı göz önünde tutularak tezkere gerektirecek bir askeri katkı istenirse, işte o zaman hükümetin 10 yıl sonra bir tezkere kâbusu daha kapısında demektir.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Erdal Güven - Taraf
AKP ne peşinde, Batı’nın derdi ne

Türkiye’nin, daha doğrusu AKP hükümetinin ne istediği çoktandır belli: Esad’ın devrilmesi.

Son olarak ‘kimyasal silah saldırısı’nı öne sürdü Ankara, Suriye’ye topyekûn bir saldırıya gerekçe olarak.

Gelgelelim Batı’nın hiç de öyle bir niyeti yok. ABD’nin hedeflerini Obama CNN’e verdiği söyleşide açıkça ortaya koydu: 1- Kimyasal silah kullanımının rutin hâline gelmesini önlemek, 2- Bölgedeki müttefiklerinin ve askerî üslerinin güvenliğini sağlama almak.

Yani, ABD bir ‘cezalandırma operasyonu’ndan, cerrahi bir müdahaleden söz ediyor.

AKP hükümeti ise amiyane tabirle bodoslama gidiyor. Davutoğlu, uluslararası koalisyon kurulması için canını dişine takıyor. Erdoğan, “Kim yapacak, tabii ki katil Esed yaptı” diyebiliyor. Ve AKP hükümeti Suriye’ye topyekûn bir saldırının bayraktarlığını yapıyor.

Peki, hangi yetkiyle? Belirsiz. Üstelik siyaset ve kamuoyu ortadan ikiye bölünmüş durumdayken... Siyasi partilerin de toplumun da ezici çoğunluğunun karşı çıktığı Irak işgali öncesinde çok daha fazla tartışılmıştı Türkiye’nin müdahil olup olmaması. Meclis’te de medyada da.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Lale Kemal
Neyse ki NATO var

Bir olasılık NATO, zayıf ihtimalle BM ya da “Gönüllü ülkelerden” oluşacak bir koalisyon kararıyla, Suriye’ye saldırı işaretleri artık gelmeye başladı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, önceki gün Milliyet gazetesine yaptığı sürpriz olmayan açıklamasıyla, Türkiye’nin, Rusya ve Çin’in engellemesi hâlinde BM dışında da Suriye’ye olası saldırıyı yapacak koalisyona katılacağını öğrendik.

Suriye’ye olası bir savaş riski kapımıza dayanmışken ülkelerin asker sayıları ve askerî teknolojik üstünlüklerinin ters orantılı olduğunu ortaya koyan bir araştırma, Türkiye’nin ekonomik yükü ağır ve aynı zamanda askerî etkinliği zayıflatan ve hantallaştıran zorunlu askerlik sisteminin yeniden ve acilen irdelenmesi gerektiğini ortaya koyar nitelikte.

Globalfirepower.com adlı internet sitesinde önceki gün yayınlanan bir araştırmaya göre, Türk ordusunun, 612 bin mevcudu ile “savaşa hazır” askerî personel sayısı açısından dünyada sekizinci sırada olduğu belirtiliyor. Ama aynı araştırmada, küresel ateş gücü en yüksek 10 ülke sıralamasında Türkiye yok. Zira bu ilk 10’da yer alan ve aynı zamanda bazıları savaşa hazır askerî personel sayısı açısından yüksek olan bu ülkelerin ateş gücü üstünlüğü, sahip oldukları teknolojik ve endüstriyel üstünlüklerinden kaynaklanıyor.

İyi ki NATO var ve üyesiyiz diyelim...

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Ruşen Çakır - Vatan
Suriye’ye müdahale: Bu filmi daha önce görmemiştik

Hedefteki Beşşar Esad/Baas rejimi Tahran’ın bölgedeki en önde gelen müttefiki. Esad rejimi yıkılırsa, İran’ın Lübnan’da Hizbullah aracılığıyla sahip olduğu nüfuzunun da sıkıntıya gireceği, yani İsrail’e yönelik kartlarını teker teker kaybedeceği ortada. Tabii bütün bu sürecin sonunda sıradaki hedef kesinlikle İran ve buradaki İslami rejim olacaktır.

Yani Suriye’ye saldırmak bir şekilde İran’a da saldırmak anlamına geliyor. Dolayısıyla muhtemel Batı saldırısı hakkında Tahran’dan gelen uyarıları yabana atmamak şart. Nitekim şu ana kadar medyaya yansıyan senaryolarda, Irak ve Afganistan gibi bütünlüklü değil, Bosna sorununda Sırbistan’ın başkenti Belgrad’a yönelik hava saldırısı gibi sınırlı (büyük ölçüde Şam rejiminin kimyasal silah stoklarına yönelik) bir müdahalenin öne çıktığı görülüyor.

Peki Türkiye? Geçen yılki yazımızın sonunu tekrarlamakta bir sakınca yok: “Suriye merkezli yeni bir krizin en fazla zarar vereceği ülkelerden birinin Türkiye olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla dün Irak için telaffuz edilen ve tam bir yalan olan ‘bir koyup üç alacağız’ cümlesinin bugün Suriye söz konusu olduğunda hiç ama hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Öyle ki kendimizden ne kadar koyarsak koyalım, Suriye konusunda herhangi bir şey kazanma şansımız bulunmuyor.”

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Fuat Keyman - Milliyet
Suriye’ye askeri müdahale: Çok kritik bir döneme giriyoruz

Mısır’da darbe, Suriye’ye askeri müdahale. Çok ciddi ve riskli iki gelişmeyle karşı karşıyayız.

Mısır’da müzakere sürecine dönüş olasılığı, Suriye’ye askeri müdahale olasılığı: Tüm Arap Baharı sürecini ve Ortadoğu denklemini değiştirecek ve Türkiye’yi de bugünden daha fazla etkileyecek iki çok önemli gelişme. Türkiye’nin önemli rol oynayabileceği gelişmeler.

Türkiye Suriye konusunda haklı çıktı. Türkiye’nin, Esad rejiminin kendi halkına karşı yaptığı katliam ve kimyasal silah kullanabileceği noktasında uluslararası topluma yaptığı ikazlar, bugün haklılık kazandı. Uluslararası toplum, Türkiye’nin Suriye politikasına yaklaştı.

Türkiye, Mısır darbesine ve ölümlere karşı sert tutumunda da haklı.

Vurgulayalım: Suriye’ye askeri müdahale, Suriye muhalefetini desteklemek ya da Esad rejimini bitirmek için yapılmayacak. Kendi halkına karşı kimyasal silah kullanan bir rejimi cezalandırmak ve kimyasal silah kullanımına uluslararası toplumun net karşı duruşunu ortaya koymak için yapılacak.

Başta AK Parti ve CHP ile siyasi partiler olmak üzere, hepimizin, dış politikayı iç politika malzemesi yapmadan ya da tekil çıkar ve iktidar oyunları oynamadan; aksine, “Türkiye için iyi olan” temelinde, Suriye ve Mısır’ı tartışmamız gerekiyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Mehveş Evin - Milliyet
Bikinili haşemalı, bayanlı erkekli

Haremlik selamlık belediye havuzlarına ek olarak şimdi de “kadına ve erkeğe ayrı olimpik havuz” tartışılıyor. Bu ayrımı müslümanlığın ve ahlakın gereği olarak görenler var.

Oysa muhafazakâr kesimin plaj kültürü, yavaş yavaş değişiyor...

Fethiye-Ölüdeniz’i 90’lardan beri bilirim, en son altı yıl önce gittim. Bu seferki ziyaretimde Belcekız sahilinde ve Kelebekler Vadisi’nde, ilk kez çok sayıda haşemalı kadınının üstsüzlerle aynı plajı paylaştığını gördüm. Kelebekler Vadisi, Türkiye’nin en bohem, saklı koylarındandır...

Bence kadınlı erkekli, haşemalı bikinili bir aradalık, sağlıklı ve normal olanı. Türkiye’de her iki “taraf” birbirine rahatsızlık vermeden, saygı göstererek bir arada yaşamasını ancak böyle ortamların çoğalmasıyla öğrenebilir.

“Kadınlar plajı” veya haremlik selamlık havuz dayatması, yalnızca suni ve ideolojik değil... Aynı zamanda toplumdaki ayrışmayı daha da artıran politikalar.

İsteyen bikiniyle dolaşır, isteyen haşemayla! Birbirini rahatsız etmediği sürece kime ne?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Kurtuluş Tayiz - Akşam
Ulusalcıların yeni sesi: BBC

Ulusalcıların artık yeni bir adresi var; BBC Türkçe Servisi. Ulusalcı-ulusolcu televizyon, internet sitesi ve gazetelerde görmeye alıştığımız türden haberleri, son aylarda, BBC’den izlemeye başladık. Ulusalcı yayınlar üzerinden çözüm sürecine karşı çıkmak inandırıcılığını ve itibarını yitirdiğinden olsa gerek, bu nitelikteki haberleri, BBC’nin “saygın” kimliğinin arkasına gizleyerek dolaşıma sokuyorlar.

PYD ve Salih Müslim üzerinden Kürtleri, hükümete karşı kışkırtmak için olağanüstü bir “habercilik” performansı sergileyen BBC, şimdi de Kandil üzerinden aynı şeyi yapmaya çalışıyor. Son olarak Kandil’e kadar çıkıp Cemil Bayık’la görüştüler ve “Çözüm süreci çöküşe gidiyor” başlıklı haber yaptılar. BBC, “itibarlı” bir yayın kuruluşu olduğundan, bu “saygınlıktan” pay almak isteyen ulusalcı çevreler de haberin hızla yayılmasını sağladı.

Kandil de akıllı; ayağına gelen fırsatı değerlendiriyor. Hükümete bol bol tehdit yağdırıyor. Ankara’ya  “1 eylüle kadar adım atılmazsa süreç çöker, savaşa başlarız” mesajını gönderiyor.

Aslında PKK meselesinde yeni bir olguyla karşı karşıyayız.

Kürt hareketi artık “siyaset” yapıyor. Diğer partiler gibi. Bu durumu sevdiler. Sözün gücünü keşfediyorlar. Politikanın inceliklerini öğreniyorlar.

Evet ama şöyle bir sorun var; politikayı hala “silahla” yapıyorlar.

Çözüm sürecine kadar silahlar politikanın önündeydi. Şiddet, sözden önce geliyordu. Bugün değişen ne?

Silah sıkılmıyor ama silahlar elden bırakılmadı. Şiddeti dilden düşürmüyorlar ve her söze “bismillah” der gibi illa da silahla başlıyorlar.

İki de bir “Süreci bozarız”, “Daha büyük savaş başlatırız” tehdidi, kimseyi güçlü göstermez. Savaş ve şiddet kozunu öne süren taraf aslında ahlaki ve siyasi olarak zayıf olan taraftır.

Bunu bilerek davranmakta fayda var. 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

İbrahim Karagül - Yeni Şafak
Suriye müdahalesinde biz nerede duracağız?

Görünen o ki, Suriye'ye askeri müdahale yapılacak. Savaş uçakları ve füzeler, Suriye çevresindeki üslerden ya da savaş gemilerinden belirlenen hedefleri vuracak.

Şam rejiminin canı cehenneme. Onun gibi, bu bölgedeki monarşiler, zorba yönetimler yok olup gitmeli. Ama Suriye, böyle bir işgali yaşamamalıydı. Aynı Suriye, yüz yıl unutamayacağı bu zulmü de görmemeliydi.

Bizler, coğrafyanın insanları, kendi kötülüklerimize karşı durmayı bilemedik. Onları kendi elimizle yok etmeyi öğrenemedik.

Mısır'da, darbeyi, ardından gelen kıyımı, yeniden inşa edilen zorbalığı durduramadık.

Şimdi işgal geliyor. Aslında işgal değil, sınırlı bir hava saldırısı başlamak üzere.

Müdahale sınırlı kalır, Şam yönetimi devrilmezse, iç savaş çok daha kanlı hale gelebilir. Suriye'den Lübnan'a kadar yeni bir kaos dalgası başlar, Lübnan iç savaşı benzeri çatışmalar yaşanır.

Resim çok kötü. İç savaşın bütün çirkinliklerini yaşadık, gördük, acı duyduk. Şimdi ABD-Batı müdahalesi göreceğiz. Bu da acı veriyor.

Keşke bölge ülkeleri kendileri bu müdahaleyi yapabilselerdi.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Joost Lagendijk - Zaman
Emniyet kemerlerinizi sıkıca bağlayın

Artık netleşti ki, mesele, Suriye’de geçen hafta yüzlerce masum yurttaşın öldürülmesinde kimyasal silah kullanılıp kullanılmadığı değil, bunun sorumlusunun kim olduğu.

Suriye hükümeti ile yabancı destekçileri, Rusya ve İran, korkunç saldırının gerçekleştiğini kabul ediyor ama suçu Esed karşıtlarına atıyor. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin pazartesi günkü sert konuşmasıyla Washington’ın kararını verdiği ve Esed rejimini sorumlu tuttuğu da artık netleşti.

Çoğu analist, Obama’nın en fazla Esed’in bir bileğini hafifçe bükmek ya da bu metafor uyarınca, bir kolunu kırmak istediği konusunda hemfikir. Amerikalılar ile müttefiklerinin sahadaki güç dengesini kökünden değiştirmesi ve rejimi yıkmasını kimse beklemiyor.

Herkes, Suriye’ye düzenlenecek askerî operasyonda, Amerikalılara hava üslerini kullandırmaktan sahada Suriye muhalefetiyle iyi ilişkilerinden faydalandırmaya kadar, Ankara’nın önemli rol oynamasını bekliyor. Ama Ankara, ABD’yi, Cruise füzesi saldırılarıyla Suriye’nin misilleme yapma gücünü garantili imhaya ikna etmeyi başaramazsa, Türkiye’nin başı Suriye ve müttefikleriyle büyük belaya girer. Türk askerî tesislerinin Suriye füzelerinin hedefi haline gelmesinin yanı sıra Şam’ın, Reyhanlı’da olduğu gibi, sivil hedeflere yeni terörist saldırılar düzenlemekten çekinmeyeceğinden emin olabilirsiniz.

Tüm bu sebeplerden, Türkiye’nin Amerikalıları Esed’i sert ve etkili vurmaya ikna etmeyi başarması, son derece önemli. Askerî kampanyanın Türkiye açısından en tehlikeli sonucu, Şam’da yaralı bir diktatörün, kendisine karşı birlik olmuş komşusundan intikam almayı kafasına koyması olur.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Mustafa Akyol - Star
Mısır darbesinin İsrail bağlantısı

 
Başbakan Erdoğan’ın “Mısır darbesinin arkasında İsrail var” sözü, epey ses getirdi. Beyaz Saray bile, adeti olduğu üzere, İsrail’in “avukatlığını” yaparak bu iddiaya karşılık verdi.

Peki Başbakan haksız mıydı? Mısır darbesinin “İsrail bağlantısı” yok mu hakikaten? Bence var. Ancak bunun kanıtı, Fransız aydın Bernard-Henri Lévy’nin 2011 yılındaki bir panelde “İhvan’a karşı orduyu desteklerim” demesi değildir açıkçası.

New York Times, 18 Ağustos tarihli ve “İsrail, Müttefiklerin Stratejisini Şekillendirme Çabasına Hız Verdi” başlıklı haberde şöyle yazıyordu:

“Üst düzey bir İsrailli yetkiliye göre, İsrail, İslamcı gösterileri kanlı şekilde bastırmasına rağmen Mısır’daki darbeye destek verilmesi için ABD ve Avrupa’daki diplomatik kampanyasını bu hafta hızlandıracak.”

Yani, darbenin iyice vahşileşmesi üzerine Batı’da tepki veya tereddüt oluşmuştu, ama İsrail, “olsun, olsun, yine de Sisi desteklenmeli” diye bastırıyordu.

Benzer bir bilgi, Amerikan Foreign Policy dergisindeki John Hudson imzalı ve 19 Ağustos tarihli bir yazıda da aktarıldı: “Mısır’ın Muktedirleri Washington’da Yeni Bir Dost Buldu: İsrail lobisi.” Buna göre, İsrail sağının ABD başkentindeki güçlü kolu olan AIPAC, Mısır’a yapılan Amerikan yardımı kesilmesin diye harıl harıl lobi yapıyordu.

Türkiye İslamofobi ile demokrasi-fobinin ötesinde, doğru ilkelerin tarafında ve tarihin doğru yanında duruyor kanımca.

Ama bunu yaparken özenli bir dil kullanması gerek. Ve, kuşkusuz, kendi demokrasisinin standartlarını yükseltmesi.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Hasan Bülent Kahraman - Sabah
Ortadoğu laiklik rüzgârını bekliyor

Erdoğan ateşledi Arap Baharı'nı. Buna AK Parti de diyebilirsiniz. Başbakan, gidip Mısır'da "laiklikle İslam bir arada pekala olabilir" demeseydi, olaylar bu şekilde gelişmeyecekti. Mübarek'i deviren kitleler Erdoğan'ın bu sözlerini evrensel bir güvence kabul ettiler. Menkup diktatörün ardından İslam'ı kapsayan laik bir yönetimin geleceğini varsaydılar. Demokrasiyi ve laikliği İslam'ın kapsadığı bir modele hazır değillerdi.

Batı da hazır değildi. Batı, OD'da tam manasıyla bir Türkiye modeli arıyordu. Çünkü modernleşmenin içine yerleşmiş bir demokrasiden yanaydı Batı. Modernleşme dinin laiklik çemberi içine alınmasıydı Batı için. Biz bunu Cumhuriyet döneminde hayli şedit bir anlayışla gerçekleştirmiştik. O nedenle Cumhuriyet dönemi Batının gözünde "altın çağ"dır.

Batı AK Parti'ye muhtaç olduğunu biliyor; İslam'la laikliği buluşturan, Batılı değerlere ve Batılı sisteme yerleşik AK Parti'ye ihtiyacının farkında Batı.

Çünkü 2010'da Avrupa'da 45 milyon Müslüman yaşıyordu. Bunların radikalleşmesi değil, İslamcılaşması değil, AK Parti modeli içinde yerleşik hale gelmesidir Batının istediği. OD'nun dönüşmesindeki model de gene AK Parti modelidir. Bir daha yazayım: bu şartlarıyla Batı AK Parti'ye muhtaçtır.

Şimdi AK Parti'nin bu kozu oynaması gerekir. Darbe konusundaki meşruiyetçi tavrını sürdürürken kendi modelinin OD'da hâkim hale gelmesi için elini Batı'yla güçlendirecek diplomatik yolları denemelidir. İhvan-Mursi çizgisini sadece demokratik planda, darbe bağlamında savunduğunu ama o çizginin siyaseten dönüşmesi gerektiğini de vurgulamalıdır AK Parti.

Laik Müslümanlık rüzgârını bekliyor OD ve Batı.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Sedat Ergin - Hürriyet
Obama’nın Erdoğan’a bakışında ne değişti?

ABD Başkanı Barack Obama bundan yaklaşık 5 yıl önce göreve başladığında dış politikasındaki en önemli hedeflerden biri, Haziran 2009’daki ünlü Kahire konuşmasının da sembolize ettiği gibi ABD ile İslam dünyası arasında yeni bir başlangıç yapmaktı.

Ankara’da başbakanlık makamında oturmakta olan, Washington’un “lIımlı İslam” çizgisinde gördüğü politikacı, Başkan Obama’nın bu arayışının hayata geçirilmesi açısından ideal bir müttefik olarak belirdi o günlerde. Obama’nın 2009 Ocak ayında Beyaz Saray’a ayak bastıktan sonra ilk Atlantik ötesi gezisi için Nisan 2009’da Türkiye’yi seçmesi ve Ankara’ya gelip Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğine kuvvetli bir destek vermesi, bu politikanın altyapısını oluşturma yönündeki ilk stratejik adımlardan biriydi.
    
Sonraki dönemde, iki lider arasında şahsi düzeydeki sıcaklıkla da perçinlenen son derece yakın bir çalışma ilişkisinin şekillendiğine tanık olduk.

Gelgelelim Erdoğan, Beyaz Saray’ın batı yakasındaki basın odasında Obama’nın bir sözcüsü tarafından yapılan ve doğrudan kendisini hedef alan bir “kuvvetli kınama” açıklamasının muhatabı oldu. Beyaz Saray’ın özenli çizgisine ne olmuştu?

Türkiye-ABD ilişkilerine Gezi Parkı’nın gölgesinin düştüğü söylenebilir mi? Mısır’daki darbe, bu ilişkileri de mi vurdu? Türkiye’nin Suriye’deki kökten dinci gruplara verdiği destek ABD ile ilişkilerde bir anlaşmazlık konusu mu? Erdoğan’ın son dönemdeki Batı karşıtı söylemi gelinen noktada bir faktör olabilir mi? Ya da bütün bu faktörlerin hepsi buluşup bir “kritik yoğunluğa” mı ulaştı?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Arslan Bulut - Yeni Çağ
“El Kaide, neden İsrail’e saldırmaz?”

Mahir Kaynak’ın deyimiyle El Kaide diye bir “marka” var! El Kaide, Afganistan, Irak ve Libya’nın çökertilmesinde kullanıldı, şimdi sıra Suriye’de.

El Kaide, Suriye’de “El Nusra” adıyla faaliyet gösteriyor. El Nusra gibi örgütlere Türkiye’den lojistik destek sağlandığını Tayyip Erdoğan bizzat açıklamıştı...

El Kaide, son 15 yıldır, İslam adına terör eylemleri yapıyor... İkiz kulelere ve Pentagon’a saldırı, El Kaide markasına mal edildi ama bugün operasyon senaryosunun ABD’ye ait olduğunda hemen herkes hemfikir. El Kaide, ABD, İngiltere, İsrail, Suudi Arabistan ve Pakistan ortak yapımı olarak Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline karşı kurulan organizasyonun adıydı...

Condoleezza Rice, “Fas’tan Endonezya’ya kadar 22 ülkenin haritası değişecek” dedikten sonra, ABD, El Kaide markalı eylemleri bahane ederek veya Libya’daki gibi El Kaide’yi rejimlere karşı kullanarak İslâm ülkelerini işgale başladı. Şimdi sıra Suriye’de...

Kimyasal silâhı kim kullandı?

PYD örgütünün başında bulunan ve sık sık Türkiye’ye davet edilen Salih Müslim, “Rejim, bu saldırıyı BM heyetinin gözü önünde gerçekleştirecek kadar ahmak değil. BM heyeti, saldırının isyancılar tarafından gerçekleştirildiğini belirlerse herkes bu iddiayı unutur... Bu durumda cezalandırılması gereken taraf hangisi? Katar Emiri mi, Suudi Arabistan Kralı mı, Tayyip Erdoğan mı? Bu üç ülke de isyancıları destekledi” dedi.

Kısacası, yarın kimyasal silah saldırısından Türkiye sorumlu tutulursa şaşırmamak gerekir...

Esad’ın dediği gibi El Kaide, İsrail’e saldırmaz, çünkü Büyük Orta Doğu Projesi’ni hayata geçirmek için İslam dünyasını terörize ederek kendi içinde çatışmasını sağlamak için kurulmuştur!

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Veysi Sarısözen - Özgür Gündem
Hükümet ‘tehdidi’ artırıyor PKK ise ‘tehdidi’ azaltıyor

Artık şu “tehdit” kelimesinden gına geldi. Ne zaman bir Kürt konuşsa, “yine tehdit etti” manşetlerinden ortalık kirleniyor.

AKP medyası sabahtan akşama kadar “tehditten” şikayet ediyor. Örneğin “eğer 1 Eylül’e kadar hükümet ikinci aşamayla ilgili adım atmazsa ya da bu adımların atılacağına dair inandırıcı ve bağlayıcı bir açıklama yapmazsa 1 Eylül’de kitlesel eylemler başlayacak” denince, manşetler birbirini izliyor: “Yine tehdit ettiler!”

Eğer bu “tehdit” ise, iyi ettiler...

Tekrar tekrar söyledik: Orta yerde henüz “barış” yok. Sadece bir “mütareke”, “ateşkes” var.

“Mütareke” ya da “ateşkes”, savaşla barış arasında bir “ara bölge”dir. Bu bölgeden barışa da geçebilirsiniz, savaşa da... Kısaca henüz “TC” ile “PKK” “barışmış” değil. Aralarındaki “düşmanlık” devam etmekte. Devlet iktidarı PKK’ye, PKK de devlete “hasım”. Ortada iki “muhasım” güç var.

Bu ne demektir? Bu demektir ki, “yeniden savaş başlarsa mahvolursun” diyerek birbirini “tehdit” eden iki güç karşı karşıyadır. Şu anda devlet PKK için, PKK de devlet için hala bir “tehdittir”.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

İsmail Kapan - Türkiye
Dünya Beşar Esad’ı artık taşıyamaz!..

Beşar Esad ve şürekâsının işlediği insanlık suçu, fazlasıyla sabittir. Esasen üç seneden beri bu cürümü irtikâp etmektedir. Yani çok daha önceden müdahale edilmeliydi. Gelinen noktada, dünyanın katil Esad’ı daha fazla taşıması mümkün değil.

Suriye’ye müdahale için her dakikalık gecikme, onlarca masum insanın hayatına mal olmaktadır. 1995’te eski Yugoslavya’da, BM’nin aldığı uçuş yasağını etkili biçimde uygulayan NATO, Bosnalı Müslümanların topyekûn imha olmasını önlemişti. Aynı NATO, daha sonra 1999’da Kosova’da, bu defa BM’nin kararı olmadan görev alarak, Sırpları dize getirmiş ve yeni bir insanlık dramının önüne geçmişti. NATO bugün de aynı misyonla yüz yüzedir. Rusya ve Çin’in BM sistemini kilitlediği bir ortamda, Suriye’deki insanlık dramını sonlandırmak için tıpkı 1999’daki gibi, bu görevi üstlenmelidir.

Resmi formatı NATO şemsiyesi olur veya olmaz, her halükârda uluslar arası bir koalisyon, mutlaka Suriye’ye müdahale etmelidir. Buna dair güçlü emareler de görünüyor. ABD ve İngiltere cenahından yapılan açıklamalar, bir müdahalenin ayak sesleri mahiyetinde. Umarım ve dilerim ki, kısa bir zaman sonra, Suriye’de artık Esad sonrasını konuşuyor oluruz… Yetti be!

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Haydar Baş - Yeni Mesaj
Suriye mi, Türkiye mi?

ABD, İngiltere ve Fransa'nın hava harekâtında anlaştığı muhtemel Suriye müdahalesi, akıllara "yeni bir dünya savaşı çıkar mı?" sorusunu getirmektedir.

Bir yanda Suriye, İran ve Hizbullah güçleri karşısında ABD, İngiltere, Fransa, İsrail ve ne yazık ki Türkiye…

Tarihi ilâyi kelimetullah uğrunda savaşarak yazılmış Türk milleti ilk defa Haçlının yanında, Müslümana karşı Müslüman kanı akıtanların safında…

BM'nin devreye konmayacağı bir operasyonda Türkiye'nin yer alması Meclis kararına bağlıdır. Türk hükümeti Meclis'ten karar çıkmasını sağlasa da, yanında yer aldığı blokun Rusya ile savaşa cesaret etmesine imkân yoktur.

Zira Libya'da gaflete düşen Rusya'nın Suriye'de aynı oyuna geleceğini beklemek hayalperestliktir.

Rusya, Arap Baharı tezahürünün Amerikan baharı olduğunu görmüş ve Libya işgalinden sonra tedbirlerini en güçlü şekilde almıştır. Bu vaziyet karşısında ABD'nin ve İsrail'in adımı mümkün değildir.

Bizce, operasyon için yapılan hazırlık sadece bir göz boyamadır. Tıpkı kimyasal silah kullanımının bir bahane olması gibi.

Piyon yapılmak istenen Türkiye, ateş çemberine çekilecek ve bölünüp parçalanacaktır.

Türk siyaseti bizi bitirecek böyle bir oyuna gelirse, maalesef on yıldır iktidarda olan bu zihniyetin gaflet ile hareket ettiği söylenemeyecektir. 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Adnan Öksüz - Milli Gazete
Türkiye savaşa dahil olmamalı…

Dünyada 5 bin 600 yılda toplam 15 bin 500’ün üzerinde bölgesel ya da ulusal savaş yaşandı, 3,7 milyar insan öldü. 1. Dünya Savaşı’nda ölen her 100 kişiden 14’ü, 2. Dünya Savaşı’nda ölen her 100 kişiden 70’i, 1990’lardaki savaşlarda ölen 100 kişiden 90’ı sivildi.

1945-1992 yılları arasında gerçekleşen 149 savaşta 23 milyondan fazla insan öldü. Bunun yalnızca 3 milyonunu askerler oluşturdu. Bilinen o ki, savaşlarda genellikle 1 askerin ölümüne karşılık 1 sivil doğrudan, 14-15 sivilse açlık, susuzluk, bulaşıcı hastalıklar gibi nedenlerden ölmektedir. Birinci Dünya Savaşı 50 milyon kişinin ölmesine, 90 milyon kişinin de sakat kalmasına yol açtı.

Son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk öldü. 6 milyon çocuk sakat kaldı. 12 milyon çocuk evsiz, 1 milyondan fazla çocuk anasız-babasız kaldı. 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirdi ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğradı.

Büyük bölümü Rusya ve ABD tarafından olmak üzere silah üreticisi ülkeler toplam 19.1 milyar dolarlık silah ihraç etti. Rusya 6.2 milyar dolarla en fazla silah satan ülke oldu. En fazla silahı 2.4 milyar dolarla Hindistan ve 2.2 milyar dolarla Çin aldı. Yunanistan 1.4 milyar dolarla üçüncü oldu. Türkiye son beş yılda 1 milyar dolar azaltarak 418 milyon dolara indirdiği silah alımıyla 10’unculuğa indi.

Ama şöyle ya da böyle; Savaş eşittir yıkım demektir. Türkiye, zorunlu olmadığı sürece böyle bir ittifakın içinde yer almamalıdır. Şunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım; savaşlardan kazananlar yalnızca silah baronları ve savaş ağalarıdır. Kaybedenler ise tüm bir insanlık…

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Gülay Göktürk - Bugün
PKK ve demokratik siyaset

Geçtiğimiz aylarda "PKK'nın transformasyonu" başlıklı yazımda PKK'nın silah bırakmasının demokratik siyasete geçebilmek için yeterli olmayacağının altını çizmiş ve köklü değişim yaşaması gereken iki alandan söz etmiştim.

Bunlardan biri, dünkü yazımda sözünü ettiğim alandı. PKK'nın yeni dönemde de örgütün bölgedeki prestijinden ve ağırlığında yararlanarak bölge halkı üzerindeki baskısını ve hegemonyasını sürdürmeyi umduğunu ama demokratik bir ülkede buna izin verilemeyeceğini yazmıştım.

İkinci alan ise örgütün kendi kadrolarına yönelik tutumuydu. PKK'nın yeni dönemde de Kürtler'in tek siyasi örgütü olma imtiyazını elinde tutacağını düşündüğünü; Kürt siyaseti üzerinde -geçmişte muhaliflerini öldürerek- sağladığı tekeli bugün de "Kürtler'i bu noktaya taşıyan örgüt olma" iddiasını kullanarak devam ettirmeye çalışacağını ama bunun da mümkün olamayacağını yazmış, "Özgür demokratik siyasi ortamın PKK'nın ne bölge halkı üzerindeki hot-zotuna ne de Kürt siyasi hareketi üzerinde tekel kurma girişimine izin vermesi düşünülemez" demiştim.

Ne var ki PKK henüz bu gerçeğin farkında değil.

Bir yandan bölgedeki Kürtler'i kontrol altına altında tutmak için bildiği bütün yöntemleri kullanırken, bir yandan da önümüzdeki süreçte siyasi tekelini tehdit edebilecek oluşumları ortadan kaldırmak için harekete geçti bile...

PKK'nın işi kolay değil.

Zira silahı bırakmak, sadece dağdan inmek ve orduya karşı savaşa son vermek anlamı taşımıyor. Hayat PKK'nın şiddet siyasetinden her alanda vazgeçmesini; bölge halkının iradesine de, Kürt siyasetinde çok sesliliğe de rıza göstermesini dayatıyor. Tabii eğer çözüm sürecinde samimiyse...

Eğer bütün bunlar yeniden güç toplamak için bir zaman kazanma taktiği ise, o zaman zaten herhangi bir şey öğrenmesine gerek yok. Çok iyi bildiği eski yoldan devam eder gider.

Ama hangi yoldan giderse gitsin, "silahın miadını doldurduğu" gerçeğini değiştiremez.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Bülent Erandaç - Takvim
Esat 11 Eylül'de vurulabilir

Suriye'ye uluslararası müdahale için geri sayım başladı.

Amerika kaynaklarından, müdahalenin 2 hafta içinde yapılacağı bilgileri geliyor.

Bugünden itibaren 2 hafta demek, 15 Eylül'e kadar olan süreyi işaret ediyor. Halen yaz tatilinde olan Amerikan kongresinin Eylül'de açılacak olması nedeniyle, harekete geçmek için en erken Eylül ayının 15'ine kadar bir süre gerekiyor. İşte bu noktada, bir stratejist dostum "Bana göre, 11 Eylül günü müdahale olursa şaşmam, Amerikan halkı için 11 Eylül'ün ayrı bir manası var'' diyerek öngörüsünü açıkladı.

15 gün içinde Katil Esat'a 'ders verme' mahiyetinde bir operasyon olacaksa, Katil Esat daha ne kadar dayanabilir?

Obama ile Putin anlaşamazlarsa, Suriye'de gelecek yıl yapılması planlanan Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar,binlerce Müslüman ölecek, taş üstünde taş kalmayacak demektir.

Yüz binlerce Müslüman'ın ölmesini, Hıristiyanlar-Yahudiler bekleyebilir, fakat Müslüman ülkelerin aklını başına alması için, daha ne olması gerekiyor?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Mümtaz Soysal - Cumhuriyet
Suriye Tiyatrosu

Bazılarının etekleri zil çalıyor. Bir bayram havası estirmekteler; galiba saldırı saati gelmek üzere.

Ama saldırıyı planlayanlar “saldırı” demiyor da “müdahale” diyorlar: Suriyelilerin birbirini katletmelerine son verilecek.

Yalnız, kimin kimi katlettiği pek belli değil. İngiltere’yle Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın kodamanları Esad yönetiminin muhalifler üzerine kimyevi silahlarla çullanıp kadın erkek, çoluk çocuk binlerce kişiyi öldürdüğünü iddia etmekte; iktidar ise ulusal savunma için depolanmış bu tür silahların muhaliflerce ele geçirilip iktidar yandaşlarına karşı kullanıldığını ileri sürmekte.

Bu işin sonu nereye varır, kendi ülkesinin başına neler gelir, saçmasapan bir savaş uğruna kaç kişi ölür, böyle bir tutuma karşı çıkan Rusya ile Ankara’nın ilişkileri ne kadar bozulur, Sayın Başbakanımızın ve Dışişleri Bakanı’nın hiç umurlarında değil.

Böyle devlet adamlığı olmaz. Türk dış politikası yıllar yılı ülkenin Batılı ve Kuzeyli komşuları arasında son derece duyarlı dengelerle yürütülegelmiştir. AKP iktidarının bazen mezhepçi, bazen kısa erimli fırsatçı tutumları yüzünden eski parlak döneminin saygınlığını yitirmiş olması son, belki de en ağır başarısızlıklarımızdan biridir.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız