Ezgi Başran
(Radikal, 13 Haziran 2012)
40 yıldır değişmeyen ucubelik
Gazeteci Doğan Akın, Fethullah Gülen’in 31 Ağustos 2000 tarihinde Ankara DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel’in açtığı dava için mahkemeye sunduğu savunmayı hatırlattı.
Birkaç yer ve kişi ismini değiştirirseniz o kallavi savunma pekâlâ tutuklu öğrenciler, gazeteciler, KCK’dan içeri alınan BDP’li yöneticiler tarafından da kullanılabilecek nitelikteydi. Zaten Akın’ın anlatmaya çalıştığı da buydu. Aynı Gülen’in savunmasında belirttiği gibi kasetten, kitaptan, sohbetten suç delili devşirilemezdi. Masumiyet karinesi diye bir şey vardı. Filan.
Buna göre; Devrimci Karargâh davasında yargılanan örneğin Tuncay Yılmaz’ın basın açıklaması, 1 Mayıs yürüyüşünde çekilen fotoğrafı, Prof. Büşra Ersanlı’nın notları, tutuklu öğrencilerin evinde bulunan Mahir Çayan posteri de elbette ki delil sayılamaz. Değil ki onları aylarca hapiste tutmaya sebep olsun.
2000’de DGM’ye verilen savunma hâlâ çok geçerli ve uygun düşer, o bakımdan.
***
Fakat bence burada mühim başka bir konu var: Savunmanın ironik güncelliğinden öte, savcıların kafasının da hiç değişmiyor olması.
Ben sizi daha da eskiye, 1973’e götüreyim. Dava Türk milleti adına yine Fethullah Gülen’e açılmış.
Sebep: Laikliğe aykırı olarak, devletin içtimai veya iktisadi veya siyasi veya hukuki temel nizamlarını, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla Nurculuk fiili cemiyetini tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare etmek suçu.
***
Şöyle diyor iddianame: “Fethullah Gülen’in 1969 yılından itibaren İzmir dahilinde Nurcu olarak bilinen kişilerin evlerinde gruplar halinde yapılan Nur toplantılarına iştirakle Nur risalelerinden muhtelif parçalar okuyarak açıklamalarda bulunduğu, kendi evinde de bu neviden toplantılar düzenlediği, Kuran kursunda öğrencilere Nurculuk propagandası yaptığı, Buca yakınlarında açılan dinlenme kampında yöneticilik yaptığı sırada kampta Risale-i Nur okuttuğu, bu talebelere Nurculuk usulü veçhile maşlah giyip başlarına sarık sarmalarına ve sarıkların uçlarını taylaşan tabir edilen şekilde sarkıtmalarına ve sarıklı bir imamın imametinde toplu şekilde namaz kılmalarına müsaade etmekle beraber, kendisi de kamp dahilinde aynı şekilde bir kıyafetle dolaştığı, giyimiyle Said-i Nursi’ye benzemeye çalıştığı, Nurculuğun ilkelerinden biri olan Atatürk’ü gençliğe din düşmanı olarak tanıtmaya gayret ettiği, evinde yapılan aramada da Latin ve Arap harfleri ile yazılmış muhtelif konuları ihtiva eden 40 adet kitap bulunduğu tespit edilmiştir.”
***
Tespitlere bak... Risale-i Nur okutmak, öğrencilere sarık taktırmak, sarıklı imamla namaz kılmalarına izin vermek, 40 adet kitap bulundurmak, Said-i Nursi’ye benzemeye çalışmak! Türkçesi: O günün savcısına, daha doğrusu devletine göre yanlış kitaplar okuyup yanlış fikirler yaymak, yanlış giyinmek, öğrencilerin yanlış giyinmesine vesile olmak.
Bu yargılama nerede yapıldı biliyor musunuz? “Türk milleti adına adalet dağıtan Askeri Yargıtay 3. Dairesi.”
Demek ki neymiş? 40 yıl öncesinin Askeri Yargıtayı’yla, 10 yıl öncesinin DGM’si ve bugünün Özel Yetkili Mahkemesi (ÖYM) aynı ucube ve baskıcı zihniyeti üretiyor, bu zihniyete göre halkı hizaya getiriyormuş.
Aslında bu mahkemelerde 40 yıl önce de bugün de yapılan işe yargılama denemezmiş.
Yani asıl konu, savunmaların bugüne ne kadar uyduğu değil, devletin kırmızı çizgilerine göre sadece pozisyonunu değiştiren ama araçları aynı kalan mahkemelerin bu ülkedeki sirayeti, istikrarıdır.
Sivilleşme asker üniformasının az görünmesi değildir. Böyle mahkemelerin devletin temel organlarından biri olarak zebellah gibi dikildiği ülkelerde ilerisini geçin, hiçbir tür demokrasi yeşeremez. “ÖYM’ler kapatılmasın” diye panikleyenler, “Kapatılmayacak, meraklanmayın” diyenler... Tarihe geçeceksiniz. Şaka şaka, sizler ancak unutulursunuz.
NOT: Elbette ÖYM’de görülen Ergenekon davasında çok ciddi delillerle yargılanan bazı kimseler olduğunu unutmayalım.