30 Temmuz 2013 11:08
Milliyet’ten Fikret Bila, Sami Kohen; Hürriyet’ten İsmet Berkan, Mehmet Y. Yılmaz; Taraf’tan Yüksel Taşkın, Ümit Kardaş; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Akif Emre; Zaman’dan İhsan Dağı, Şahin Alpay; Vatan’dan Ruhat Mengi; Radikal’den Ezgi Başaran, Eyüp Can; Star’dan Yalçın Akdoğan; Cumhuriyet’ten Hikmet Çetinkaya; Habertürk’ten Umur Talu gündem hakkında yazdı.
İşte o yazılardan hazırladığımız derleme:
Fikret Bila – Milliyet
PYD sürece dahil mi?
Türkiye’deki çatışmasızlık sürecinde KCK/PKK’nın verdiği karar bu ortamdan faydalanarak Kuzey Suriye’de PYD hakimiyetini sağlamlaştırmak yönünde oldu. PYD’nin askeri ve siyasi olarak güçlendirilmesi, bu bölgede fiilen özerk bir yönetim kurması öncelikli amaç haline geldi.
PYD’nin bu süreçte Ankara’yı karşısına almadan ilerlemeye çalıştığı da görüldü.
PYD çok yönlü bir politika izliyor. Suriye içinde başlangıçta Esad’dan yana tavır alarak, Şam’ın bu bölgeyi kendilerine terk etmesini sağladı. Sürecin muhalifler lehine geliştiği dönemde muhalefetten yana tavır alarak, Şam’a mesafeli durdu. Aynı zamanda Barzani ile yakınlaştı. Barzani’nin kurduğu siyasi konseye mesafeli durarak ayrı bir siyasi oluşuma yöneldi. Suriye’de iki taraflı bir politika izlerken, Ankara’yı da karşısına almamaya yönelik bir söylem ve diyalog geliştirdi.
Türkiye’deki süreç ile Suriye’deki gelişmelerin “birleşik kaplar” gibi çalışacağı söylenebilir.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Sami Kohen – Milliyet
K. Suriye politikasında ne değişti?
Askeri müdahale dahil çeşitli opsiyonların masaya yatırıldığı bir ortamda, hükümetin PYD lideri Salih Müslim’i görüşmeler için İstanbul’a davet etmesi, önemli bir pozisyon değişikliğini gösteriyor.
Ne var ki, bu aşamada bu gelişme Ankara’nın temel politikasında bir değişiklik olduğu anlamına gelmiyor. Türk yetkililer PYD ile uyuşmazlığın güç kullanarak halledilemeyeceği düşüncesinden hareket ederek, sorunu diyalog yolu ile ele almayı yeğledi. Bu pragmatik bir yaklaşım. Ancak Ankara’nın amacı ve çabası, PYD’yi tek yanlı otonomi ilan etmemeye ve diğer Suriyeli muhalif gruplarla entegre olmaya sevk etmek yönündedir. Nitekim görüşmelerde Türk tarafının bu yöndeki telkinleri ağır basmıştır.
Kuşkusuz böyle bir diyaloğun başlaması, Ankara ile PYD arasındaki havayı yumuşatmış, karşılıklı zıtlaşma ve zorlamalara gidilmesini önlemiştir.
Sonuç olarak Türkiye’nin yaptığı şey, eski pozisyonunda temel bir revizyon olmasa da, rasyonel bir balans ayarıdır...
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
İsmet Berkan – Hürriyet
İnsan hayatı sahiden önemli olsaydı
Bu ülkede devlet eliyle öldürülürseniz, bilin ki devlet bu cinayeti örtbas etmek, onu yapamıyorsa yargılamayı geciktirmek ve ölüme sebebiyet veren ‘hizmetkarı’nı hapisten kurtarmak için elinden geleni yapar. Böyle 100 vakanın belki 98’inde devlet ölümün sorumlusunu hesap vermekten kurtarır.
Şimdi Uludere’de gözümüzün önünde olanın aynısını Gezi olayları sırasında hayatını kaybedenler için de görüyoruz.
Ankara’da Ethem Sarısülük’ün kimin tabancasından çıkan kurşunla öldüğünü hepimiz biliyoruz ama o polis memurunun önce hiç yargılanmaması, illa yargılanacaksa da adil olmayan biçimde yargılanması için her şey hepimizin gözü önünde yapılıyor.
Eskişehir’de Ali İsmail’i sokak ortasında döverek öldürenlerin teki bile ortaya çıkmış değil. Öteki ölüler de ‘faili meçhul’e doğru gidiyor.
Her fırsatta Yunus Emre’nin ‘Yaradılanı yaradandan ötürü severiz’ cümlesini söyleyenlerin devri iktidarında insan hayatına önem verileceğini bekler insan değil mi?
Hadi savcılıklara sözünüzün geçmediğini bir an için kabul edelim; peki idari soruşturmalar yapmak, bu soruşturmaları insan hayatının önemli olduğu ana fikri üzerine bina etmek çok mu zor?
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Mehmet Y. Yılmaz – Hürriyet
Konuşmadan önce iki kere düşünmek
TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Mısır darbecilerinin sivil halkı katletmesinin Batı kamuoyunda yeterince tepki görmediğini düşünüyor.
“Orada insanlar hayatlarını kaybederken uluslararası camianın kutuplarda sıkışmış iki balinaya karşı gösterdikleri hassasiyeti göstermemiş olmaları, uluslararası toplumun ve camianın yeteri kadar vicdanının ve ahlakının olmadığının da en açık göstergesidir” diyor.
“Uluslararası camia” derken kendi politik hesapları için Mısır’daki asker müdahalesine “darbe” diyemeyen, sokaklarda insanların öldürülmesini bile doğru dürüst kınayamayan devletleri kastediyor olmalı.
Yoksa “paralel uluslararası camiada” darbeyi de katliamları da kınayan çok sayıda insan hakları savunucusu kuruluş var. Darbeyi kınamayan hükümetlerini eleştiren muhalefet partileri de!
Zaten dünyada bu türden bütün girişimlere karşı olanlar da onlardır, iki balina ya da iki–üç ağaç için polis dayağını göze alanlar da!
Ama şunu söylemeliyim ki bu konuda bizim yöneticilerimizin sözlerine dikkat etmelerinde de yarar var.
Katliamlara, darbelere, diktatörlere seyirci kalmayı “vicdansızlık ve ahlaksızlık” olarak nitelerken, o sözler geri dönüp kendilerini de vurabilir çünkü.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Yüksel Taşkın – Taraf
Mısır: Darbeciler sonlarını hızlandırırken
Ordu bugün de MK’yı dışlayarak darbe sürecini götürebileceğine inanıyor. Sözde bağımsız “teknokratlarla” özde siyasi sorunların çözülebileceğini düşünüyorlar. “Güneş gözlüklü, çakı gibi asker imajıyla” kendi suretine sevdalı görünen General Sisi, aynı kirli suda yeniden yıkanılabileceğine inanıyor. “Terör ve şiddete karşı kendisine destek verilmesi için” halkı sokağa döken Sisi, bunu hangi sıfatla yapıyor? Zira ortada “atanmış” bir cumhurbaşkanı ve başbakan var. Sisi’nin güvenlikçi bakışı, halkın sopayla meydanları bırakacağı hesabına dayalı. İki gün önce MK’ya “Geçiş sürecine katılmanız için 48 saatiniz var!” diyerek yeni bir komediye daha imza attı. Oysa İran Devrimi’nden biliyoruz. Göstericileri “taramaya” başlamak çok hayati bir taktiktir. Onlarcasını öldürmenize rağmen sokakları terk etmeyebilirler. “Askerleriniz” onları öldürmeyi reddedebilir. Korku Cumhuriyetini çoktan aşan Mısırlıların böylece sokakları boşaltacaklarına inanmak, Mısır Ordusu’nun tarihi okuyamayan tarih dışılığının en açık göstergesi...
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ümit Kardaş – Taraf
Kürtler demokrasi istiyor
Türkiye bugün barış sürecine girerken kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlere Rojava’daki Kürtlerin taleplerinin oluşturduğu standarttan daha az bir standart öneremez. Suriye Kürtleri ne istiyor? Kimliklerinin tanınmasını ve yaşadıkları bölgedeki ihtiyaçlarını gidermek için kendi organlarıyla karar alabilmeyi ve uygulama hakkına sahip olmayı, yani özerklik istiyor. Türkiye’de yaşayan Kürtler de bundan farklı bir şey istemiyor. Her iki taraftaki taleplerin aynı olduğu düşünülürse hükümet bunu fırsat bilerek PKK-PYD ekseninde sağlanacak bir eşgüdümle demokratikleşmeyi ve barışı sağlayabilir. Bu hamle hem Türkiye’yi kalıcı barışa doğru giderken rahatlatır hem de Suriye’deki Kürtlere demokrasi ve özgürlük değerleri bağlamında yapacağı katkıyla bölgede ve dünyada güç ve prestij sağlar. Bunun için hükümetin uyguladığı Suriye politikasını baştan aşağı gözden geçirmesi gerekiyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ali Bayramoğlu – Yeni Şafak
Defterdeki yeni sayfa
Siyasi iktidar açısından yaşanan temel olarak tepkisel, tehlikeli ve organize nitelikte, esasen kendi varlığını hedefleyen bir sokak hareketidir. AK Parti bu çerçevenin dışına çıkmaya niyetlendiği zamanlarda ise olanı, yeniyi anlamlandırmakta zorluk çekmektedir. Nitekim iktidar çevrelerinde 'ne istedikleri belli değil', 'muhatap kim belli değil…' cümleleri sık telaffuz edilmiştir, edilmektedir.
Kabul etmek gerekir ki siyasetçi için yeni toplumsal nüveleri anlamak kolay değil.. Çünkü yerleşik zihniyetten, bu zihniyetin siyaset tasavvurundan oldukça farklı temeller üzerine kurulular. Nitekim esnek, çoğulcu ve parçalı, itiraz üzerine kurulu, kendi alanına sahip çıkmak isteyen bir siyasallaşma türüne işaret ediyorlar. Talep kadar, bir memnuniyetsizliğe işaret ediyor, bir eksiklik duygusunu ifade ediyorlar. Bu bakımdan, 'iktidar', çoğul ifade edelim üniversiteden kamusal alana 'iktidarlar' karşısındaki tepkisel tutumlarıyla ve artan katılma arzularıyla belirginleşiyorlar.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Akif Emre – Yeni Şafak
Batı’nın çifte standardı mı?
Mısır'daki darbeye 'darbe' demeyen Batı'ya yönelik eleştiriler bir hayli tutarsız. Batı'nın çifte standardı, demokrasi havariliği türünden yükselen itirazların, özellikle Batı ile hesaplaşma içinde olduğunu düşünenlerden yükseliyor olması işin ironik tarafı.
Evet, Batı'nın söylemi ile real politik tutumu arasında bir çelişki vardır ve hep olagelmiştir. Batı'dan en az birkaç yüzyıldır dayak yemekte olan bir coğrafyanın çocuklarının çifte standart keşfine çıkması, en azından hafiflik.
Batı uygarlığının -Amerika dahil- bilim, teknoloji gibi evrensel olduğunu iddia ettiği değerlerinin dışında askeri boyutu değerlendirme dışı bırakılarak yükselişi, daha doğru ifade ile Batı dışı dünyada gerçekleştirdiği hegemonik pozisyon açıklanamaz. Yani emperyalizm olmadan Batı'nın yükselişi açıklanamaz; Avrupa'nın kendi iç dengeleri kurulmadan da emperyalizm izah edilemez. Bu durumun tarihsel olarak somutlaştığı hedeflerden biri Mısır'dır.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
İhsan Dağı – Zaman
Sokaktan iktidar çıkar mı?
Hukukun, üzerinde mutabakata varılmış demokratik mekanizmaların ve süreçlerin yerini sokağın aldığı rejimlerin ne denli şiddet yüklü olduğu, ülkeyi nasıl bir istikrarsızlığa ve öngörülemezliğe sürüklediği Mısır örneğinde bir kez daha görüldü. Türkiye, iktidarıyla ve muhalefetiyle Mısır’a benzemek yerine kendi demokratik tecrübesinin ne kadar kıymetli olduğunu anlamalı. İktidar sokakta aranmamalı. Aynı zamanda sokaktakileri sindirmek için karşı kitlelerin sokağa çıkması da teşvik edilmemeli. Mısır, iktidar oyununu sokakta yürütmenin ne kadar tehlikeli olduğunu bize anlatmadı mı?
Türkiye, bundan ders çıkarmalı. Sokak siyasetinin sonu yok. Varacağı yer iç savaş; güçlünün zayıfı ‘temizleyeceği’ bir iç savaş. Türkiye’de iktidar da muhalefet de ‘meşruiyet’in dışına çıkmayı aklından bile geçirmemeli. Demokratik gösteri hakkını şiddetle kirletmek yanlış. Sokakta siyaseti tercih edenlere şiddet uygulamak ve karşısına rakiplerini çıkarmak da yanlış.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Şahin Alpay – Zaman
‘Arap uyanışı’nın sonu mu?
Mısır’da asker iktidarda. Suriye’deki Baas diktatörlüğüne karşı halk ayaklanmasının geleceği belirsiz. Arap uyanışını tetikleyen Tunus’ta geçen şubat ayında Şükrü Belayid’den sonra geçen hafta yine laiklik yanlısı bir muhalefet lideri olan Muhammed İbrahimi, aynı silahtan çıkan kurşunlarla öldürüldü. Tunus’un bir kesimi siyasi cinayetlerden, “şiddet ortamına göz yumduğu” gerekçesiyle İslami An-Nahda partisinin ağırlıkta olduğu koalisyon hükümetini sorumlu tutuyor. Karmaşık güç mücadelelerine sahne olan Suriye, Mısır, Tunus yanı sıra Libya’da giderek büyüyen iç çatışmalar şu soruyu akla getiriyor: “Arap Uyanışı’nın sonu geldi mi?..” Bu ülkelerin onyıllar süren otokratik rejimlerin devrilmesinden sonra kanlı çatışmalara sürüklenmeleri belki şaşırtıcı olabilir, ama herhalde kısa süre içinde özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiler kurmaları beklenemezdi. Özgürlükçü demokrasiyi yerleştirmek hiçbir yerde kolay olmadı; bu ülkelerde de kolay olmayacak. Muhakkak olan, bu ülkelerde bundan böyle dikta rejimlerinin uzun süre ayakta kalamayacağı. Çeşitli gel – gitler yaşanacak, ama sonunda özgürlükleri güven altına alan temsili yönetimler kurulacak. Yaşanan güçlüklerden hareketle, Arapların ya da genel olarak Müslümanların liberal demokrasiler kurmayı başaramayacağını iddia etmek, kaba bir Oryantalizm’den başka bir anlam ifade etmez.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ruhat Mengi – Vatan
Ooh, ihbar mektupları polis kutusuna!
Demokratik bir ülkede ve hele Anayasa’sında varken, “yeni anayasaya konuyor” denirken vatandaşın gösteri, tepki özgürlüğünün polis kuvvetiyle bastırılması kabul edilemez. Vatandaşlar komşularını ihbara teşvik edilemez.
Diyelim ki aralarında bir çekişme var ve adam komşusu için yalan ihbarda bulundu. Bu ülkede “iddia eden ,ispatla mükelleftir” sözü tarihe gömüldüğüne göre masum insanlar imzasız-asılsız ihbarlarla (bu güne kadar hep görüldüğü gibi) sorguya mı alınacak, gözaltı ve tutuklama ile mi karşılaşacak?
Bu olaylara “ancak darbe döneminde rastlanır” diyenler haksız mı şimdi!
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ezgi Başaran – Radikal
Baskının en sofistike hallerine de layıksınız canım
Gezi olayları başladığı günden itibaren neredeyse her konuşmasında, bazen Koç Üniversitesi kampusu bazen de Divan Oteli üzerinden Koç grubuna hiddetini belli etmişti Başbakan.
O nedenle… Geleceği görmek için “Başbakan AK Parti MKYK’sında bir kağıt almış, üstüne Koç yazmış, sonra da ‘Bitsin istiyorum’ demiş” türünden dedikodulara hacet dahi yoktu.
Şu anda hem Maliye Bakanlığı Vergi Denetim Kurulu’nun hem de Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu(EPDK) Koç Grubu’nun peşinde. Maliye Bakanlığı Tüpraş, Aygaz ve OPET’e operasyon düzenleyip soruşturma yürütürken, EPDK’nın Aygaz’a ceza talep eden dosyası ortaya çıktı. Önümüzdeki günlerde bu dosya kurulda ele alınacak. Bu arada dün Ali Koç bir açıklama yapmak zorunda hissetti: “Bizim Türkiye ekonomisini ilerletmek dışında bir hedefimiz yok.” Niye bize siyasi öfkelerle geliyorsunuz manasında. Bundan sonra acaba ne olacak, bi merak bi heyecan, insan hiç tahmin edemiyor doğrusu!
Evet, baskının hem en eski ve kaba olanını, hem de en sofistike hale getirilmiş olanını bir ülke olarak aynı anda tecrübe edebildiğimiz yıllardan geçiyoruz.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Eyüp Can – Radikal
İstanbul’un Central Park’ı neresi?
İstanbul’un bir ‘Central Park’ı olur mu?
Bu soruyu Gezi Parkı eylemlerinin ilk günlerinde sormuştum.
Ortada henüz ne biber gazı ne TOMA ne orantısız polis şiddeti ne de vandalizm vardı.
Gelin bir avuç Gezi Parkı’nın üzerine Topçu Kışlası’nı yeniden yapmak yerine Gezi Parkı’nı Maçka’dan Gümüşsuyu’na uzatarak hatta İnönü Stadı’nı da parka dahil ederek İstanbul’un merkezinde devasa bir park yaratalım demiştim.
Başbakan, benim küçücük Gezi Parkı’na 3 milyon metrekarelik Central Park önerdiğimi zannetti ve kızdı. Oysa önerdiğim şey yıllar önce İstanbul’a bir nazım planı hazırlamak için davet edilen ünlü Fransız mimar Henri Prost’un 1930’ların sonunda daha o bölgeye hiçbir otel yapılmamışken, AKM ucubesi dikilmemişken üzerine çalıştığı bir plandı.
Londra’nın Hyde Park’ı, New York’un Central Park’ı Paris’in Tuileries Bahçesi var, İstanbul’un neden merkezi bir parkı olmasın?
Prost’un hayali maalesef gerçekleşmedi…
Gezi Parkı, Central Park’a dönüşmedi…
Ama bakın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehircilik Bakanlığı ile anlaşarak Merter-Zeytinburnu-Bakırköy üçgeninde devasa bir park için prensipte anlaştı.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Yalçın Akdoğan – Star
Medya mühendisliğine mi soyunduk?
Son dönemde özellikle marjinal gazetelerde ‘medya mühendisliği’ne soyunduğum, medya gruplarına ayar verdiğim, gazetecileri arayıp kızdığım, birçok gazetecinin işten atılmasına sebep olduğum şeklinde tezviratlar yapılıyor. Adeta bir karalama kampanyası sözkonusu. Beni tanıyanlar böyle bir kişiliğim olmadığını ve medya ile bu tür bir ilişkiye girmediğimi çok iyi bilirler. Ancak meseleyi uzaktan takip edenler, ortaya atılan bu yalanların hükümete dönük bir propagandanın parçası olduğunu yeterince görmeyebilirler. Başbakan Erdoğan’a yönelik oluşturulmaya çalışılan menfi imajın bir ayağını da medyanın susturulması, eleştiriye tahammülsüzlük, aykırı yazarların tasfiyesi gibi ithamlar oluşturuyor.
Şunu çok açıklıkla belirtmek durumundayım: Hükümet-medya ilişkisi geçmiş dönemlerden bu yana tartışılabilecek çok boyut taşımaktadır, ama AK Parti iktidarının yandaş medya üretmek, özgür basını susturmak veya muhalifleri tasfiye etmek gibi bir yaklaşımı, politikası veya adımı kesinlikle yoktur. Bugün hükümete muhalif olan ve zehir zemberek yazılarla her gün hükümete yüklenen medya gruplarının sayısı, hükümete yakın bilinenlerin iki üç katıdır. Hükümetle fikri yakınlığı olan köşe yazarlarının sayısı diğerlerinin zekatı bile değildir. Hükümet üyeleri haksız yayınlar karşısında doğal olarak medyayı eleştirebilmekte, medya-siyasetçi polemikleri yaşanabilmektedir. Ancak bu hiçbir zaman bir medya müdahalesine dönüşmemiştir ve iktidar gücü kullanılarak medyaya istikamet vermek gibi bir durum kesinlikle sözkonusu değildir. Birkaç aylık veya haftalık medya analizi yaptıranlar bu gerçeği rahatlıkla görebilirler.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Hikmet Çetinkaya – Cumhuriyet
Savaş, darbe ve isyan
Kahire’de on binlerce kişi toplanıyor Mursi’ye destek vermek için...
Yetkililer uyarıyor:
“Bu durumdan çevrede oturanlar ve esnaf rahatsız, dağılın yoksa zor kullanırız...”
Böyle bir çağrıyı biz Gezi eylemlerinde yaşadık ve hâlâ yaşıyoruz.
Tencere ve tava çalanların ihbar edilmesini istiyoruz...
Bizden ve onlardan diye insanları çatışmaya zorluyoruz...
Önce kendimize bir bakalım...
Bizim kankalarımız İncirlik’te neler yapıyor, Kürecik’e kalkan niçin dikiliyor;Suriye’deki iç savaşta, Mısır’da neden taraf oluyoruz...
Neden Somali’de büyükelçiliğimizi basıyor köktendici teröristler, niçinBağdat’la aramız kötü bizim?
Biz Suriye sınırında kamplar kurup köktendincileri eğittik mi eğitmedik mi?
Biraz düşünelim!
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Umur Talu – Habertürk
O gün neredeydin, şu gün nerede, dede!
Darbeler ve katliamlar üzerine her devir yeni deneyimler taşıyor.
Kimi insan elbet sadece şimdi gördüğüne, öyle bildiğine kilitleniyor.
Öncesi pek yok. Başkası pek yok.
Oysa tarihte devamlılık var.
Ama ne ömrümüz, ne aklımız, vicdanımız, zamanımız öyle kavramaya yetiyor.
Tarih, bildiğimiz kadarı…
Hayat, yaşadığımız kadarı!
Mısır darbesi ve katliamı üzerinden devam edelim ki, kavramları da kendimizi de tanıyalım.
Ne her şey “emperyalizmsiz” oluyor ne de sadece “emperyalizm”den ibaret.
Batı’nın doğrudan sömürgeci-emperyalist katliamları dışında; yoksul ülke insanları yoksul ülkenin öteki insanlarını katlediyor.
Bazen darbecilerle…
Bazen “demokrasi” cepheleriyle...
© Tüm hakları saklıdır.