Güzeliz, hürüz, eşitiz: altı şairin gözünden beyaz Amerika’nın ırkçılığı

Üç ayrı kuşağın ve altı şairin gözünden kalıp kırıcı bir şiir yolculuğu: Afro-Amerikalı şairlerin ırkçı toplum düzenine karşı geliştirdikleri kalıp kırıcı ve özgürleştirici şiir geleneği, dize dize verilen bir mücadele…

15 Kasım 2020 22:30

Breonna Taylor. George Floyd. Rayshard Brooks. Jacob Blake. Saymakla bitmeyen isimler birbirlerine ekleniyor her geçen yıl. Her geçen gün. Atlatiana Jefferson. Freddie Grey. Michael Brown. Eric Garner. Trayvon Martin. Tekerrür eden, sonra sanki bu devirde artık bir daha yaşanmaması gereken rastgele olaylardan ibaretmiş gibi geçiştirilmeye çalışılan, ama çok geçmeden kaçınılmaz olarak yeniden, bir kez daha tekerrür eden şiddet. June Jordan’ın 1974 yılında kaleme aldığı “Polis şiddeti üzerine şiir”inin dizelerinde sorduğu soru hâlâ taptaze:

Bana şunu söyle
siyah bir çocuğu vurdukları her seferinde
biz de bir polis öldürsek
sence ne olurdu

Soru basbayağı acımasız. Yersiz denebilir mi peki? Son olarak Breonna Taylor’ın katledilişine ilişkin davada yaşandığı gibi sorumlular “kaza” kisvesi altında ceza almaktan kurtulurken George Floyd’un Derek Chauvin adlı polis memurunun dizleri altında boğularak öldürülmesinin açıklaması ne olabilir? Sekiz dakika, 46 saniyelik bir “kaza” mı? Oysa bir ânın içinde ancak bu kadar çok asır barınabilirdi. Kocaman bir kölelik, sömürü ve nefret tarihinin özeti sığmıştı bu sekiz dakika 46 saniyeye, akrep ve yelkovanın suskun tanıklığında. Sahi, herkesin dilinin ucunda olanı yüksek sesle söyleyen şairin dizesindeki gibi, ya kısasa kısas makbul olsaydı?

siyah bir adamı vurdukları her seferinde
biz de bir polis öldürsek
sence kaza oranı da böylece azalmaz mıydı?

Pandemiye, göz açıp kapayıncaya kadar milyonlarca kişiye bulaşan koronavirüse rağmen siz #evdekal’abilir miydiniz? Bir yanda virüs kapan yüz binlerce insan nefessiz kalıp boğularak yaşamlarını yitirirken, diğer yanda ise tam da bu yüzden, George Floyd “nefes alamadığı” için yine yüz binler sokaklara, nefes olmaya döküldü. Ve aralarında tabii ki şairler de vardı. “Geleceği onarmak için dışarıdayız,” diye yazıyordu Citizen (“Yurttaş”) yapıtıyla çağdaş şiirin en önemli temsilcileri arasında gösterilen Claudia Rankine, New York Times Book Review’da, protestoların başlamasının hemen ardından yayımlanan yeni düzyazı şiiri “Hava Durumu”nda. Hayatta muhtelif virüslerle mücadele etmek gerekiyor, malûm. Irkçılık, homofobi, yabancı düşmanlığı, polis şiddeti mesela. Hepsi adeta koronavirüs gibi ciğerlerimizdeki oksijeni tüketirken ne kolonya ne de yüz maskesi fayda ediyor onlara karşı.

Yüzümüzü örtmek mi? Hayır, evet. Sosyal mesafelenme? Belirli koşullar altında olanlar için toprağın altı. Siyah.

Afro-Amerikan sanat, özellikle de edebiyat daima kalıp kırıcı ve özgürleştirici oldu. Kalıp kırıcı, çünkü dışlandıkları toplumun ırkçı normları üzerine düşünmenin, başkaldırmanın bir aracı haline geldi zamanla. Kalıpları kırmak, ırkçılığın sistemin bir parçası olduğunu göstermek, onu adlandırmak, şiddeti ters yüz etmek bir zorunluluktu çünkü. Richard Wright’tan Toni Morrison’a, Ralph Ellison’dan Rita Dove’a, James Baldwin’den Colson Whitehead’e beyazların düzenine karşı dert oldu edebiyat. Ama aynı zamanda hemdertti de: Edebiyat ve şiir, beslendikleri gospel (ilahiler), caz ve blues müziğiyle birlikte bir ortak paydayı temsil etti hep. Ve ortak paydaları beyazların yaftaladıkları gibi ilkel, çirkin, değersiz değildi. Hayır. Öyle olmadığının ilanıydı. Toplumda sistematik bir şekilde hor görülmenin sonucunda gitgide büyüyen bir gereksinime cevap veren bir ortak paydaydı bu: Özsaygı ve özsevgi ihtiyacına. Beyazlardan reddettikleri saygıyı, inkâr ettikleri “insanlık” vasfını tanımalarını beklemeden, kendine karşı saygı duymanın yolu açılıyordu edebiyatla, müzikle.

Ten renklerinin güzelliğinin idrakıyla genişlemeye başladı Afro-Amerikan şiir. Langston Hughes’un “Görecekler ne kadar güzel olduğumu,” dizelerindeki o masum veryansın bir bakıma devrimci denemez mi? Siyahların güzel olduğunu o günlere kadar kimseler yazmamış, söylememişken bu minicik dizede milyonlar adına özsaygının temelini atıyordu Hughes. Sonra ekliyordu: “Ve utanacaklar, - / Ben de Amerika’yım.” Hemen ardından Gwendolyn Brooks gettolardaki gündelik hayatı sarahatle şiirlerine taşıyarak güzellik çemberinin sınırlarını kendi yaşam alanlarını da içine alacak şekilde daha da genişletiyordu. Harlem’de, Bronzeville’de kim bir estetik bulurdu? Ne yani, bu şairâne denen şeye illaki şatolarda, beyazların ayrıcalıklı yaşam alanlarında mı rastlanmalıydı? Bu iki şairin şiir yolculuklarına göz atıyoruz ilk önce:

Langston Hughes: Güzelliğin tamtamtam isyanı

Gwendolyn Brooks: Şiir gettoda

Fakat utanmayla gerçek bir toplumsal eşitlik arasındaki yol inişli çıkışlı, kazanımların ardından kökten sosyo-ekonomik değişimlerin gerçekleşmesi ise ağır aksak olunca Afro-Amerikan şiirinin sesi de öfkesini gizleyemez oldu. Gizlemekten de vazgeçti. 1960 ve 1970’li yıllardaki sivil haklar mücadelesinin en hararetli döneminde bir taraftan Amiri Baraka, Marksizmden de ilhamla kışkırtıcı bir üsluba döküyordu tepkisini. Diğer taraftan ise Audre Lorde, feminist ve lezbiyen kimliğinden de beslenerek tüm siyah kadınlara ırkçılığa karşı “öfkelenin!” çağrısında bulunuyordu. Renklerinden sonra artık hislerinden de utanmamalılardı. Şiir de onların dizeleriyle bileniyordu:

Audre Lorde: dize dize özgürleşmek 

Amiri Baraka: funky başkaldırı

Black Lives Matter günlerinin Afro-Amerikan şiirinde ise öfkenin gitgide katmerlendiğini görüyoruz. Claudia Rankine’ın 2014’te yayımlanan ve birçok ödüle değer görülen düzyazı eseri Citizen adeta usanca meyleden dupduru bir yalınlıkla aktarıyor siyahların gündelik deneyimini. Tıpkı Terrance Hayes gibi. Hayes’in kendine özgü mizahı ve ironik üslubu Siyahların öldürülmesine dair son kitabında yerini kendini daha başlıkta ele veren bıkkınlıkla dolu sipsivri bir açıksözlülüğe bırakıyor: Geçmişteki ve Müstakbel Katilim için Amerikan Soneleri. Hughes’un caz melodileriyle dağıtmaya çalıştığı usanmışlık, bu kez asla bitmeyecek bir cinayetler silsilesinin faillerine ithafen keskin bir dürüstlükle yeniden dile geliyor sanki... Toplumda kabul görmek artık tali bir mesele hâline gelirken, eşit yurttaşlığın, sistemik ayrımcılığın yarattığı adaletsizliğin üzerinden bir dil kurmak, kâh ironiyle, kâh gerçek olaylardan yola çıkan anlatılarla toplumun ikiyüzlülüğünü ortaya koymak, içini dökmek öne çıkıyor. Bu iki isim de çağdaş Afro-Amerikan şiirinin en güçlü örneklerini sunuyor bizlere:

Claudia Rankine: eşit yurttaşlık hayali 

Terrance Hayes: düşmanına ilan-ı aşk

Üç farklı dönemden bu altı şair bir anlamda Siyahların sivil haklar mücadelesinin izdüşümünü de sunuyor. Önce güzelliğin idrakı, ardından da özgürleşme adına verilen mücadelenin sesine ses katıyor dizeleri. Black Lives Matter hareketiyle kamusal sembolik jestlerin arttığı günlerde talep edilenin aslında ne denli basit olduğu da yine şiirlerde berraklaşıyor: Eşit yurttaşlık ve yaşama hakkı.

Geçtiğimiz hafta Amerikan seçimlerini takip ederken, pandemi nedeniyle mektupla gönderilen oy pusulalarının bazı eyaletlerde sonradan sayılmasının da tuz biber olduğu dört gün süren sancılı oy sayım sürecinin ardından Donald Trump’ın resmen kaybetmesiyle CNN yorumcusu Van Jones’un kendini tutamayıp gözyaşlarına boğulmasını izledim. Onun hıçkıra hıçkıra söylediklerini dinlerken tüylerim diken diken oldu. Yorumlarında daima nazik, hassas ve ölçülü olmaya özen gösteren Jones’un içinde biriktirmiş olduğu, günlük hayatın bütün o incitici deneyimleriyle perçinlenen aşağılanma hissini ele veriyordu gözyaşları ve titreyen sesi. Bir anda yaşadığı duygu boşalması, Hughes’un “Ben de Amerika’yım” sözlerinin hâlâ ne kadar geçerli olduğunu anımsattı bana. “Irkçılığını göstermekten çekinenler size karşı giderek daha kötü davranıyordu. Çocuklarınızın ya da kız kardeşinizin Walmart’a gidip birileri onlara sataşmadan arabalarına geri dönememesinden endişeleniyordunuz. Paramparça olmamak o kadar çok hayat enerjinizi alıyordu ki,” diyordu Jones. Aslında Trump’ın başkanlığının özet tarifi tam da bu: “Siz Amerika değilsiniz” diyordu Trump, beyaz olmayan herkese. Öfke ve ötekileştirme ekip, korku ile hınç biçiyordu. Onun başkanlığıyla birlikte “Siz Amerika değilsiniz” diyen bütün ırkçıların yeniden yükselişiydi son bulan (en azından son bulması ümit edilen). Toni Morrison’ın tabiriyle “ait olduğun yerde sürgünde yaşama” duygusunu mütemadiyen sürdürmek isteyenlere bir cesaret, bir cüretkârlık gelmişti Trump döneminde. Ne tesadüftür, Türkiye’de bugün Trump’ın yanında hizalanan ya da ona sempati besleyenlerin çoğu da bu ülkede farklı kimlikleri olanlara “siz Türkiye değilsiniz” diyenler. Beri taraftan, Amerika’daki sivil haklar hareketinin tüm dünyadaki azınlıklara ilham olması da şaşırtıcı değil. Bir özsaygı, Audre Lorde’nin yazılarında kavramsallaştırdığı "özbakım" (self-care) ve özsevgi öğretisi bu çünkü.

Tüm sarsıcılığına rağmen, Trump yönetiminin dört sene boyunca sergilediği hırçın ve bedhah ayrımcılık, kompleksten yoksunluğu dışında bir yenilik taşımıyordu. Afro-Amerikan yazarların yıllardır ışık tuttukları ve kendi yazın dünyalarına yansıttıkları pek çok özelliğe dayanıyordu bunlar. Morrison, 1992’de yayımladığı Karanlıkta Oynamak: Beyazlık ve Edebi Tahayyül adlı deneme kitabının “Kara Madde” ve “Siyah Önemli” anlamları üzerinden bir kelime oyunu yaptığı “Black Matter(s)” başlıklı bölümünde  (bu 30 yıllık başlık sizce de bugünün Black Lives Matter sloganını anımsatmıyor mu?) başta Amerikan anayasası olmak üzere, Amerikan edebiyatının ve kültürünün a’dan z’ye Afro-Amerikan varlığının karşısında hizalanarak kurulduğunu savunuyordu: “Amerikan edebiyatının en büyük, en çok kabul gören temalarının –ferdiyetçilik, erkeklik, toplumsal sorumluluk ile tarihsel izolasyonizm, keskin ve ikircikli ahlakî sorunsallar, masumiyetin ölüm ve cehennemi tasvir eden figürlerle yan yana konması– acaba Afrikalıların kara, kalıcı, damga vurucu varlığına bir cevap olup olmadığını düşünmeye başladım. Yeni kurulan ulusun, kalbinde yatan ırksal samimiyetsizliğini ve ahlakî zaafını ele almak için kullandığı şifreli dil ve bilinçli kısıtlayıcılık edebiyatta da, 20. yüzyılda bile, muhafaza edildi. Afrikalılığın gerçek ya da inşa edilmiş varlığı, yazarların Amerikalılık duygularında merkezî bir yer tutuyor.” Başyapıtı Sevilen ile ilgili bir yazısında da anlatısını kanon tarafından inkâr edilen, üzeri örtülen bu “ayıp” tarihin üzerine kurduğunu açıklıyordu. “Bana erişilir kılınan yazılı tarihten silinenlerin, içinde yok sayılanların ve sessizliklerin çok iyi farkındaydım. Tarih bunlardan ibaret gibiydi,” diye yazıyordu. “Şayet ben veya beni temsil eden birisine kurmacada değiniliyorsa, bu genellikle keşke okumayıp atlasaydım dediğim bir şey olurdu (…) Bu uygulanan ya da tercih edilen sessizlik, tarihin yazılış biçimi, ulusa dair tüm söylemlere hükmediyor ve onları şekillendiriyor gibi geliyordu bana.” Amerikan rüyasının, Yeni Dünya’nın kurulduğu bu kanonda Siyahlar örtbas ediliyorlar, “önemsiz” kılınıyorlar. Olsa olsa “bazen alegorilerle, bazen metaforlarla ama hep boğuk” bir biçimde temsil ediliyor toplumdaki varlıkları. Bu da toplumdaki konumunun bilinciyle bir anlatı kuran Afro-Amerikan yazarı doğrudan kanon-dışı bir alanda edebiyat yapmaya itiyor. Yani dışlanmanın getirdiği kanona aykırılıktı aslında Afro-Amerikan edebiyatını ve şiirini bu denli öncü kılan. Morrison’ın tanımladığı Amerikan edebiyatının kurucu estetik normları, bir bakıma Trump’ın temsil ettiği Amerika’nın kemikleşmiş köktenci bağnazlığını da işaretliyor. Siyahların aykırı ya da ayrıksı estetiği tam da bu püriten Amerika’yla çakışıyor, gündüz ve gece gibi. Bu yüzden Afro-Amerikan yazınının özünde –mizojin, homofobik yaklaşımlara meyleden bazı örnekler hariç– söylenmeyen hakikati dile getiren ve beyazların üstünlüğünü tersine çeviren dönüştürücü bir güç yatıyor. “Siyahlar vardır ve önemlilerdir” düsturu en başta Afro-Amerikan sanatçıların, yazarların, şairlerin eserlerinde, anlatılarında ve dizelerinde tomurcuklanıyor böylece: “Siyahlığın ve köleliğin bu inşasında sadece özgür-olmayanın değil, ben-olmayanın da bir yansıması vardı. Sonuç, hayal gücü için bir oyun bahçesiydi. İç korkuları ve dışarıda uygulanan sömürüyü hafifletmek gibi kolektif ihtiyaçlardan karalık, ötekilik, kaygı ve arzunun harmanlandığı Amerika’ya özgü bir Afrikalılık doğdu.”

Şair, düşünür ve sanat eleştirmeni Fred Moten bu aykırılığı “radikal gelenek” olarak tanımlıyor, yani bir bakıma kanon karşıtı radikal anlayışın Siyahların sanat estetiğinde benimsendiğini, içselleştirildiğini ve en nihayetinde bir gelenek oluşturduğunu savunuyor. Moten’a göre Siyahlığın en önemli özelliklerinin başında “firarilik” geliyor. Firarilik, bir başka deyişle kanonun dışında durmak, bu konumu benimsemenin verdiği özgürlükle kanona meydan okumayı sağlıyor Siyah sanatçılara. “Firarilik, kurallara uygun olanı ve önerileni ihlal etme ve bunlardan kaçma arzusu ve niyeti; dışarıda olma veya oynama arzusu,” diye yazıyor Moten Stolen Life’ta. Bu nedenle Siyah sanatçıların ortaya koyduklarını bir “ses”ten ziyade, sahne sanatlarında rol oyuncularının diyaloglarını bölen, hikâye örgüsünün dışından konuşan koro gibi dış seslerden mülhem “meta-ses” olarak tanımlıyor. Bir başka deyişle, paryanın sesi. Zira Afro-Amerikan sanatçıların üstlendikleri rol, kanonun anlatısını sürekli ihlal ediyor ve bozuyor. Ve yine bu yüzden, özellikle ikinci ve üçüncü kuşak Afro-Amerikan şairler dili, vezni, İngilizcenin semantik geleneklerini sürekli kırma yolunu seçiyorlar. Caz müzisyenleri nasıl notalarla doğaçlama ezgiler üretiyorlarsa edebiyatçılar da daha deneysel semantik ve sentaktik bir ahengin arayışına düşüyorlar… Moten’ın “firarilik” diye tasvir ettiği bu düzendışılık, paryalık, hadsizlik, kurulu düzene meydan okumadaki ısrar Afro-Amerikan edebiyatını, özellikle de şiirini daima siyasi kıldı. Daima diri tuttu.

Langston Hughes’dan bu yana Afro-Amerikalı şairlerin şiirleri ile siyasi mücadele hep birbirini besledi, yan yana, kol kola, omuz omuza yürüdü. Sadece yavan ve sığ politik bir gerçeklikten ibaret şiirler değildi bunlar, dayatılan gerçeklik dünyasını, koşulları, tarihi ve duygu bütünlüğünü yeniden tanımlayan, oyunun kurallarını değiştiren, bir söz söylediği kadar da kulak veren, sessizliğe mahkûm edilmiş bir topluluğu dinleyen şiirlerdi de.

Bir başka büyük çağdaş Afro-Amerikalı şair, Rita Dove ise şiiri “Yıllarca şiiri kulak misafiri olunan bir fısıltı olarak gördüm, duyulan bir arya gibi değil” sözleriyle tasvir ediyor. Düzen bozuculuğunun yanında içten, samimi duyguların, düşüncelerin kusurlu halleriyle dışavurumu olarak görüyor Afro-Amerikan şiiri. Beyazların senfonik haşmetine karşı cazın doğaçlamadan doğan o canlı ahengi gibi. Kalıp kırıcı ve özgürleştirici. Dert ve hemdert. Velhasıl, elzem. Hele hele defalarca yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak söz konusuyken. Küllerinden doğmanın marşıdır belki Maya Angelou’nun Ayağa Kalkıyorum (Still I Rise) şiiri. Faris Kuseyri’nin aşağıdaki harika çevirisindeki dizelerde ve Angelou’nun zarafetle, muziplikle okuduğu videoda yatan belki de bütün bir şiirsel yolculuğun özeti:

Beni tarihe kaydedebilirsiniz
Acı sözlerinizle, yalanlarınızla,
Beni yerin dibine, çirkefe batırabilirsiniz
Ama uçuşan toz gibi
Ben yine ayağa kalkacağım.
Hırçın özgüvenim üzüyor mu sizi?
Hangi sıkıntıyla kaçıyor rahatınız?
Biliyorum, çünkü oturma odamda keşfettiğim
Petrolü çıkarır gibi yürüyorum.
Aylar gibi ve güneşler
Mutlaklığı gibi medcezirin
Göveren umutlar gibi
Ben yine ayağa kalkacağım.
Mahvolduğumu görmek mi istemiştiniz?
Boynum eğik ve gözlerim yerde?
İç burkan feryatların dermansız bıraktığı
Gözyaşları gibi düşen omuzlarımla?
Böyle gururlu duruşum incitiyor mu sizi?
Neden kederleniyorsunuz bu kadar?
Biliyorum, çünkü arka bahçemdeki altın madenini
Kazıyormuş gibi gülüyorum.
Beni sözlerinizle vurabilirsiniz,
Gözlerinizle yaralayabilirsiniz beni,
Nefretinizle beni öldürebilirsiniz
Ama hava gibi, su gibi
Ben yine ayağa kalkacağım.
Cazibem dert mi oluyor içinize?
Baldırlarımın birleştiği yerde
Elmaslar varmış gibi dans etmem mi
Şaşırtıyor sizi?
Kulübesinden çıkarak utanan tarihin
Ayağa kalkıyorum
Acıda kök salmış bir geçmişten gelerek
Ayağa kalkıyorum
Yükselen ve uçsuz bucaksız bir kara ummanım ben
Kaynayıp kabarıyorum, dayanıyorum cezirde medde
Korku ve dehşet gecelerini bırakarak geride
Ayağa kalkıyorum
Harikulade aydınlıktaki şafaklara doğru
Ayağa kalkıyorum
Beraberimde atalarımdan yadigâr armağanlar
Umudu ve hayaliyim ben kölelerin.
Ayağa kalkıyorum
Ayağa kalkıyorum
Ayağa kalkıyorum.

(Maya Angelou – “Still I Rise”)

 

 

EDİTÖRÜN NOTU:

Aksi belirtilmedikçe dosyadaki bütün şiir çevirileri Özgün Özçer’e aittir ve ilk kez yayımlanmaktadır.