Claudia Rankine: eşit yurttaşlık hayali

"Yurttaş’ı özel kılan da bu. Siyah bir yazardan Beyazların toplumunda Siyah olarak yaşama deneyimini, aslında herkesin yıllardır konuştuğu, tartıştığı, yorumladığı, insanları isyan ettiren, sokaklara döktüren bir gerçeği dupduru bir sarahatle dile getirmesi. Beyazları utandırma davetiyesini neredeyse geri çevirerek toplumsal yaraların hâlâ ne denli açık ve derin olduğunu gözler önüne sermesi."

12 Kasım 2020 19:00

Donald Trump’ın “Yeniden Büyük Amerika” düsturunda o eski, sözümona “altın çağa” geri dönme özlemi aslında kolay kolay göz yumulacak bir vaat değildi. Çünkü o altın çağ –ya da daha doğru bir ifadeyle Amerika’nın fabrika ayarları– Siyahların sömürülmesi üzerine kurulu bir sistemi de ima ediyordu. Ve bu sloganın ardında yatanı sadece Afro-Amerikan seçmenler değil, beyaz üstünlüğü fikrinin yaygınlaştığı aşırı sağcı şoven seçmenler de gayet iyi anlıyorlardı. Şair Claudia Rankine’e göre Amerika’yı zaten Amerika yapan “Siyahları hedef alan ırkçılıktı”: “Bire birde iyi ilişkileriniz olabilir ve makul bir hayat sürdürebilirsiniz ama son tahlilde siz hâlâ gemilerle geldiğiniz günkü yok hükmündeki kişisiniz” diyordu. Trump seçilmeden iki sene önce, Siyah Amerikalıların yaşadığı gündelik ve sıradanlaşan ırkçılığı anlattığında belki kimileri “artık o günler geride kaldı, Afro-Amerikan bir Başkan bile seçildi” diye düşünebilirdi elbet. Ama aradan iki sene geçmeden ABD belki de yakın tarihinin en komplekssiz ırkçı yönetimini gözünü kırpmadan ülkenin başına getirdi. Ve eğer bugün Trump yönetimi son bulduysa, bu büyük ölçüde Detroit, Philadelphia, Milwaukee, Atlanta ve Pittsburgh gibi kilit kentlerde Afro-Amerikan seçmenlerin oyları sayesinde gerçekleşti.     

2014’te yayımlanan Yurttaş  adlı anlatı ve düzyazı şiir kitabı çoksatanlar listesinden aylarca düşmeyen Rankine, ABD’nin en etkili yazarlarından biri olarak görülüyor. Rankine’in yeni kitabı ise Amerika’da geçen ay çıktı: Just Us, yani “Sadece Biz”. Rankine bu kitabında yine kendine has yalın anlatısıyla “sadece biz” olma halinin ses benzerliğiyle gönderme yaptığı bir başka kelime, “Justice” yani adaletle olan o gerginliğini irdeliyor. Başlık aslında komedyen Richard Pryor’ın adliyelere dair “Oraya adalet aramaya gidersin ama bulduğun sadece bizdir” sözlerine bir atıf, ancak Pryor’ın “biz” ile yargılanan Siyahları kastettiği yerde Rankine ötekileştirmeyi mercek altına alıyor. Yale Üniversitesi’nde “Beyazlığın İnşası” adlı bir ders veren Rankine, “biz”in beyazlığın payına düşen kısmıyla, Beyazların tahayyül ettikleriyle (ve edemedikleriyle) de hayli ilgili. Dolayısıyla yaklaşımı Baraka ve Lorde’den bir hayli farklı; üslubu da… Adaletsizliklere ve ırkçılığa karşı kızgın ateşte harladıkları zehir zemberek dilleri Rankine’de önce biraz demini alıyor. Keskinliği gitse de yoğunlaşıyor, meramı daha bir belirginleşiyor. “Beni ilgilendiren utandırmak değil, hesap verilebilirlik” diyor Rankine geçen ay Guardian’a verdiği bir röportajda. “Beyazlar, beyazların ayrıcalıklarından bahsettiğimde ekonomik ayrıcalıklardan söz ettiğimi sanıyorlar, oysa ben beyaz olarak yaşamaktan bahsediyorum. Hayatta kalabilme kabiliyetinden.”

Yurttaş’ı özel kılan da bu. Siyah bir yazardan Beyazların toplumunda Siyah olarak yaşama deneyimini, aslında herkesin yıllardır konuştuğu, tartıştığı, yorumladığı, insanları isyan ettiren, sokaklara döktüren bir gerçeği dupduru bir sarahatle dile getirmesi. Beyazları utandırma davetiyesini neredeyse geri çevirerek toplumsal yaraların hâlâ ne denli açık ve derin olduğunu gözler önüne sermesi. Hesap sormaya yeltenmeden sorulmamış hesabı iyice görülür hale getirmesi. Sineye çekilenlerin saymakla bitmediği yerde, aslında konforlu bir kayıtsızlığı gizleyen yapay duyarlılığa ışık tutması. Sineye çekilenlerin saymakla bitmediği yerde, listenin her geçen gün uzadığını hatırlatması. Ve toplumun sessiz kanununun sizden tek beklentisinin de bu olduğunu: Sineye çekmeye devam edin. Lütfen alışın buna. İtirazda bulunmayın. Ama hani ne güzel sineye çekiyordunuz, oldu mu şimdi?

"Bir arkadaşınız size mırıldanmanın hisleri uyuşturan etkisi üzerine yazar, içinizi çektiğiniz sırada hatırlarsınız bunu. Sesi neredeyse duyulmuyordur artık. Alışmışsınızdır. Kimileri buna yaşlanmak der – sıradan acıları bulanıklaştıran, içselleştirilmiş sıvı duman.

Tam da bu sabah bir tane daha, neydi o söylediği?

Haydi gel, arabaya dön. Partneriniz bir ağızla yüz yüze olmak istiyor ve kim bilir diğer arabada elde taşınan ne tür nesneler bulunuyor.

Treyvon Martin’in adı arabanın radyosunda saatte on kez duyuluyor. Sevgilini yeniden arabanın koltuğuna doğru çekiyorsun çünkü her ne kadar kimse seni izlemiyor gibi görünse de adalet sisteminin başka planları var.

Evet ve işte böyle yurttaş oluyorsun: Haydi gel. Boş ver. Hayatına devam et.

Klimaya rağmen düğmeyi geriye doğru çekiyorsun ve cam yan kapı perdesinde aşağı doğru iniyor. Yanağında hafif bir esinti hissediyorsun. Olması gerektiği gibi."

Haydi gel. Boşver. Hayatına devam et. Gündelik ırkçılığın en önemli özelliklerinden biri yöneldiği insanların bunu kabullenmesi, gündelik yaşam deneyimlerinin bir parçası haline getirmesi. Belki de acıda olduğu gibi, bir eşiği aşmadığı sürece bu duyguları samanaltı edebilmeleri. Tabii o eşiğin de her geçen gün yükselmesi, kimilerinde hissizliğe varana kadar… “Anlattığım bazı şeyler karşısındaki şaşkınlığım karşısında şaşırmıştım. Dikkat etmeye başladığınız zaman tek bir günde, haftada ya da ayda ne kadar çok şey olduğunu hayretle fark ediyorsunuz. Ama bir şekilde bir adım geri atarak boş vermeniz gerekiyor…” diyor Rankine bazı arkadaşlarından duyarak kitabında aktardığı sıradanlaşmış ırkçılık deneyimleriyle ilgili.

“Günlük yaşantında bazı şeyleri varsayıyorsun – mesela başka insanların sizi bir birey olarak gördüklerini. Bu çok temel bir şey. Sonra gün içinde bu tarz olaylar yaşadığında, sıradan şeyler gibi, sarsıcı ve rahatsızlık verici oluyor. Verdiği rahatsızlık da çok derin, çünkü bu ülkede ırkçılığın kökenine kadar gidiyor.”

Rankine’in bahsettiği sıradanlaşmanın uyuşturucu etkisi de toplumsal bir fay hattı yaratıyor aslında. Çünkü bu Beyazların fark edebileceği, algılayabileceği, anlayabileceği bir his değil. Tıpkı bu topraklarda bazı temel ötekileştirme söylemlerini yalnızca Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Alevilerin anlayabilmesi gibi – toplumsal cinsiyet ve cinsel kimlik eksenindeki diğer fay hatlarına değinmezsek. Evet, isyan etmek, öfkelenmek, hesap sormak, sessiz kalmamak, harekete geçmek, bunların hepsi çok kıymetli. Çok gerekli de… Daha fazla insanın sizinle hemhal olması büyük bir kazanım. Ama sızısı olan bilir, inatla hayattan geri kalmamak da gerek (Rankine 2004’teki Don’t Let Me Be Lonely adlı düzyazı şiirinde ırkçı şiddetle anti-depresanlar arasındaki ilişkiyi de irdeliyordu). Yeri geldiğinde o sızıyı duymayarak, içinize gömerek, ortadan kaldırarak yaşamaktan başka bir çare bırakmıyor toplum size çünkü. Sineye çekmek aslında kadim bir savunma ya da direnme mekanizması.

"Bir duygudan daha fazla hissedilen nedir? Kaçırdığın bir şey olmasından korkuyorsun, apaçık bir şey. Duyguların, birisinin önemsizliğinin sizde yarattığı hisse işaret ettiklerinde önemsiz olabilecekleri hissi.

Duygular eğer duygusuzluğa sebep olduklarında barındırdıkları duyguları kaybederler mi? Duygular birer tehlike, ikaz işareti, rahatsızlık, tiksinti ya da utanç olabilirler mi? Yanılıyormuşsun gibi hissetme. Aşırı hassas ya da yanlış anladığından değil bu (değil mi?).

Duyguların dengelerini bozduğunu bilirsin çünkü sorduğun herkes o arayı-kapayan kahkahayla gülüyordur: bölünmeyen görüşler isteyen bütün o ha-halar. Saçmalama. Diğer hiçbir siyah dostun öyle hissetmiyor ve senin hissettiğin sana ait bir şeydir, algıladıkların olup bitenden bağımsız olsalar dahi…

Olup biten ne?

Ve böyle devam eder, ta ki duygunun vücuda geri çekilmesi resme dahil olana kadar, duygularına hayat veren o vücut ki topluluğun içinde eğreti duruyor.

Dünyaya aptalca gülümsüyorsun çünkü hâlâ keşke o duygu bilinseydi diye hissediyorsun ve o an bunu arzuladığını fark ediyorsun."

Rankine’in serzenişleri korkunç adaletsizliklerden ziyade, bunların bütün bireylerde sebep olduğu o ikircikli alanlar. Mütemadi yutkunma hali. Mesela kitaptaki en çarpıcı tasvirlerinden biri Beyaz bir kadının tren vagonunda Siyah bir erkeğin yanındaki son boş yere oturmak yerine ayakta durmayı tercih etmesi. Kendi deyimiyle,

“Beyazların tahayyülü bu alanda yaşıyor. Bu saniyelerde ya da bu boş koltukta bütün bir Beyaz üstünlüğü tarihi inşa oluyor. Ölü bir bedenle kendinizi çizginin diğer tarafında buluyorsunuz. Ya da hisleri ölmüş bir bedenle: Beyazlık tahayyülü içinde kendini tamamen bir başkası olarak algılayarak hissizleşmiş, tamamiyle kriminalize edilmiş, şeytanlaştırılmış.”

Bir yurttaşlık sunuluyor size, evet, ama şartlarını kendin belirlemediğin, kendini temsil etmediğin, deneyimlerinin ve yaşam tahayyülünün bir yeri olmadığı bir yurttaşlık. Buna eşit yurttaşlık denebilir mi?

Rankine, Just Us kitabında ise Fred Moten’ın Siyahlık tanımına değiniyor. Giriş bölümünde bahsetmiştik, Moten’ın kavramsallaştırdığı Siyahlığın merkezinde firarilik yatıyor. Ama burada Rankine’in vurguladığı bir öğe daha var: Hiçlik. Hayatta kalmanın bedeli olarak hiçlik. Şöyle tanımlıyor hiçliği Moten:

“Bir anlığına kendimizi gözümüzün önüne getirdiğimizde bir ürperme hissederiz. Çünkü paramparça olmuşuzdur. Hayatta kalan hiçbir şey yoktur. Paylaştığımız bu hiçlik gerçek olan tek şey.”  

Bedenen ve ruhen her an katledilme ihtimaliyle yaşamak. Amerika’da Siyah olma halinin özünde bu yatıyor. Lorde’nin, Rankine’in, Moten’ın hayatta kalmak diye kastettikleri cansız bir bedene, soluk bir ruha dönüşmemek için verilen amansız mücadele. Burada bir yurttaşlık, hele hele eşit bir yurttaşlıktan bahsetmek bile zûl. Terrance Hayes de bunun yerine, Siyahların geçmiş ve müstakbel katillerine sitemkâr soneler yazmayı tercih ediyor. Sineye çekmekten muzipçe bir vazgeçiş belki de bu yaptığı. Yurttaşlığın maskesini düşürüp haklar, özgürlükler ve vatanseverlik söyleminin ardında gizlenenlere adıyla hitap etme cüreti. Çünkü bu toplumda şayet öldürülen değilsen, nefes alabiliyor, hayatta kalmanın ne anlama geldiğini bilmiyorsan, katilin safındasın. Ya da sen de katilsin.

 •