Gwendolyn Brooks: şiir gettoda

"Her ne kadar en ünlü şiirlerini 1940 ve 1950’li yıllarda kaleme almış ve Afro-Amerikan şiirinin ilk dönemi ile ikinci dönemi arasında bir köprü oluştursa da, Brooks’un 1990’ların sonuna kadar uzanan edebi üretiminde bütün isyanların, mücadelelerin, hak taleplerinin izine rastlamak mümkün."

12 Kasım 2020 21:00

Langston Hughes merceği nihayet Afro-Amerikalılara çevirmiş ve Siyah sanatçılara kendi deneyimlerini yazma çağrısında bulunmuştu. Ama bir şair vardı ki, o deneyime hayatına ve mahallesine dokunan herkesi, sıradan insanları ve onların sıradan gündelik yaşantılarını katacaktı: Gwendolyn Brooks. “Kendi bireysel gerçeğimi gördüğüm gibi anlatmak ilgilendiriyor beni” diyordu Brooks. Annie Allen adında sıradan bir Siyah genç kadının hikâyesini anlattığı şiir kitabı (kitaptaki şiirlerin ana gövdesini destanlara göndermede bulunarak “Anniad” olarak adlandırmıştı) 1950’de Pulitzer Ödülü’ne değer görüldü. Bu aynı zamanda bir Afro-Amerikan yazara verilen ilk Pulitzer Ödülü’ydü. 1945’te yayımlanan Bronzeville’de bir Sokak ise Brooks’un şiirinin tüm öğelerini içinde barındırıyordu: Bir gettonun olağan halleri, emekçilerin, ev kadınlarının, yoksul ailelerin, çocukların hayatlarından kesitler, masum hayaller ve o kadar da masum olmayan gerçekler…

Brooks’un çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği Bronzeville bir nevi Şikago’nun Harlem’i denebilir. Adıyla müsemma, Şikago’da Siyahların çoğunlukta olduğu başlıca gettolardan biri, Upton Sinclair’in başyapıtı Şikago Mezbahaları’nda anlattığı et üretim fabrikalarının bulunduğu “Packingtown” diye anılan bölgenin de hemen bitişiğinde. Toplumdan dışlananların, hor görülenlerin yaşadığı böylesine sefil bir mahalleyi şiire taşımak o kalıp kırıcı hadsizliğin de had safhasıydı bir bakıma. Brooks şiirselliğin genel ahlâkına karşı bu başkaldırıyı duru ama bir o kadar da cüretkâr dizelerle icra ediyordu. Hele hele “Ön bahçede bir şarkı” şiirinde:

Hayatım boyunca hep ön bahçedeydim
Arka bahçeye bir bakasım var
Vahşi ve bakımsız ve aç otların uzadığı
Güllerden bıkar kızlar.
Arka bahçeye gidesim var
Hatta belki sokağın aşağısına,
Orada dilenci çocuklar oynar.
Eğlenesim var bugün.
Harika şeyler yapıyorlar.
Harika vakit geçiriyorlar.
Dokuza çeyrek kala dönmüyorlar evlerine
Annem dudak büküyor, bana hava hoş.
Annem diyor ki bana, Johnnie Mae
Kötü kadın olacak büyüdüğünde.
George er ya da geç boylayacak hapsi
(Geçen kış arka kapımızı sattığı için).
Ama hava hoş bana. Gerçekten, öyle.
Ve ben de isterim kötü kadın olmayı
Ve giymeyi o cesur gece siyahı dantelli çorapları
Ve adımlamayı sokakları yüzüm boyalı.

Brooks gettoyu anlatma hadsizliğini, bir taraftan iyilik ve kötülük arasındaki sınırı flulaştırarak, toplum tarafından ayıplananlara özenerek iyiden iyiye pekiştiriyor. Dilinin sadeliği, gündelik sahnelerin basitliği, imgelerinin oyunbazlığıyla neredeyse hissettirmeden yapıyor bunu. Yakın dostu Hughes’un çizdiği çemberi daha da öteye taşıyor böylece; damgalanan, klişeleşen zenciliği de utançtan arındırıveriyor göz açıp kapayana kadar. 1961’de Studs Terkel ile yaptığı bir söyleşide bu şiirdeki küçük kızın kendisi olduğunu da itiraf edecekti ayrıca…

Gwendolyn Brooks

Brooks’un inşa ettiği “kötü kadın” imgesindeki o muzip gösteriş, bir vaizin sözleri üzerinden Tanrı’yı tatlı tatlı tiye alışıyla kıyaslanınca biraz daha güçleniyor. Makbul olmayan sıradanlık ya da dünyevilik, makbul, hatta ulvi görülen inançtan çok daha gerçek bir hayat deneyimi gibi hissediliyor. Ve bu gerçek olan kıymete biniyor dizelerinde:

Tanrı çok yalnız olmalı diye düşünüyorum.
Kimse sevmez bir efendiyi. Hayır. O
aydınlık şükür duaları, o aydınlık yüce-Tanrımlar, o aydınlık
Pazar kılıklıların kararlı ayin huşusuna rağmen.
Yehova’nın sıralarda yürüyerek geçtiğini düşün
Ciddiyetini, yaratıkların koşa koşa çıkıp
Hizmetkâr-köşelerinden onu karşıladığını, tezahüratlarını
Erdeminin bakışı karşısında.
Ama kim yürür Onunla? – cesaret eder koluna girmeye,
Onun omzuna vurmaya, kulağını bükmeye,
Ona Coca-Cola veya bira ısmarlamaya,
Onun siyasetiyle gırgır geçmeye, Ona şapşal demeye?
Belki de –kim bilir– yoruluyordur aşağıya bakmaktan.
O gözler dikilmez hiç yukarıya. Asla bakmaz öne doğru
Belki de bazen yoruluyordur yüce olmaktan
yalnızlığında. Tutacak bir elden yoksun.

Her ne kadar en ünlü şiirlerini 1940 ve 1950’li yıllarda kaleme almış ve Afro-Amerikan şiirinin ilk dönemi ile ikinci dönemi arasında bir köprü oluştursa da, Brooks’un 1990’ların sonuna kadar uzanan edebi üretiminde bütün isyanların, mücadelelerin, hak taleplerinin izine rastlamak mümkün. Mesela isyanlar üzerine 1970’te kaleme aldığı şiirlerinden bir kesit Brooks’un dizelerindeki o dupduru protest dili gözler önüne seriyor:

Ateş.
Karanlıkta böyle mum yakıyor onlar.
Beyaz bir Filozof der ki
"Karanlığa lanet okumaktansa bir mum yakmak yeğdir.”
                        Bu mumlar lanet okuyor–
karanlığın diplerini tersine çevirerek.

Benzer bir isyan kıvılcımını içinde barındıran şiirlerinden biri de ilk kez 1991’de yayımlanan şiir derlemesi BLACKS’te yer bulan “Gençlere Söylev”:

Söyle onlara,
söyle aşağıya-çekenlere,
güneşe-vuranlara,
kendini-lekeleyenlere,
ahenk-susturanlara,
“Gün olmasına hazır değilsen bile
Sürmez gece sonsuza dek.”
Haklı olacaksın.
Çünkü budur asıl zor hedef.
Şarkının sonu için değil,
Kazanılan mücadeleler,
Anda yaşa.

Brooks’un iki kuşak arasında köprü olmaktan geri durmaması çok kayda değer. Oysa 1960’lı yılların başında, Pulitzer’in ona tanıdığı meşruiyetle Brooks örnek Siyah sanatçıya dönüşmüştü. 1962’de Başkan John F. Kennedy’nin davetiyle Kongre Kütüphanesi’nde düzenlenen şiir festivalinde şiirlerini okumuş, birkaç yıl içinde de akademide yaratıcı yazarlık dersleri vermeye başlamıştı. Ancak toplumsal uyanışla birlikte o da evrim geçirdi ve Siyah estetiğin protestleşen dilini kendi estetik dünyasında yer vermeye başladı. Bütün bu birikimle tam da bu dönemde, 1967’de kaleme aldığı In The Mecca (Kâbede) en önemli başyapıtlarından biri olarak gösterilir. Şiirinin biçimi çok değişmedi, öfkenin tonu daha çok dilinin yoğunluğunda ele veriyordu kendini. Toni Morrison’un, Gwendolyn Brooks olmasa yaptıklarını asla gerçekleştiremeyeceğini söylediği biliniyor. Lucille Clifton, Wanda Coleman, Jayne Cortez, Rita Dove, Brooks’tan ilham alan kadın şairlerden sadece birkaçı. Hatta büyükannesi ve büyükbabasının hikâyelerini anlattığı Thomas and Beulah eseriyle 1987’de Brooks’tan sonra Pulitzer Ödülü’nü alan ikinci Afro-Amerikan şair olan Dove, şiirleriyle ilk tanıştığı günden itibaren Brooks’un kitaplarını toplamak için bütün kütüphaneleri ve kitapçıları dolaştığını anlatır.

“Gwendolyn Brooks’un şiirleri elimdeki kitabın sayfalarından atlayıp beni yıldırım gibi çarpardı. Bunlar benimle doğrudan, hayatın o çalkantılı merkezinden konuşan kelimelerdi – et gibi besleyen kelimelerdi, buz gibi bırakan kelimeler değil. Evet, o şiirler beni çarpmıştı, güçlü ve canlı şiirlerdi bunlar, dili kullanıp yenilemekten, bükmekten ve ona enerji yüklemekten korkmayan şiirlerdi. Dili titretir, savurur ve üstelerdi”

diye yazıyor Dove Humanities dergisinin 1994’te Brooks’a ithaf edilmiş sayısında. Ve ekliyor:

“Gwendolyn Brooks bana kendi hikâyemde ısrar etme cesaretini veren az sayıda kişiden biri. Ve her ne kadar Pulitzer Ödülü almaya kadar onun ayak izinden gitmeyi asla hayal edemiyor olsaydım da, onun ışıltılı örneği bana ve daha genç sanatçı nesillerine yepyeni olanaklar açtı.”

Ancak sivil haklar için verilen mücadele günlerinde farklı bir şiir anlayışı da ortaya çıkıyordu. Şiir giderek sessizliğe son vermenin ve eyleme geçmenin aracı, hatta bazen bir yolu haline gelir 20. yüzyılın ikinci kuşak Afro-Amerikan şairlerinin kaleminde. Bayrağı devralanlar arasında bunu belki de en iyi kavramsallaştıran Audre Lorde’dir. Lorde şiiri sadece bir estetik arayışı olarak değil, özgürlük mücadelesinin en önemli mecralarından biri olarak görür.