"Ezhel’in ve diğer müzisyenlerin gerçekten dil eleştirilerini dinleyeceğini düşünür müyüz? Verdi operalarını bugün İtalyan milliyetçiliğinin en önemli yardakçısı olarak mı dinleriz? İngilizceyi etkilemiş, anadili İngilizce olmayan yazarlara dair kitapların yayımlandığı bir dünyada, 'Türk edebiyatı mı yoksa Türkçe edebiyat mı?' tartışması sahiden geçerli olabilir mi?"
19 Kasım 2020 18:00
Yakın zamanda birbirlerinden farklı mecralarda, hatta dillerde tartışılmaya başlanan iki farklı konu bana yaklaşık otuz yıl öncesindeki bir tartışmayı anımsattı. Tek tek o tartışmaların üzerinden gitmeden önce yazının ana fikrini en baştan söyleyeyim: Gelecekte bu tartışmaların hiçbiri olmayacak.
Tartışmalardan ilki, oldukça uzun bir süredir devam eden Türk edebiyatı mı, Türkçe edebiyat mı yazıları. Bununla ilgili yakın zamanda milliyetçilik ekseninde dönen hararetli yazışmalar Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı, sonra da birkaç yazıyla T24’te ve K24’te[1] devam etti. Özetle, bir taraf “nasıl Rus edebiyatı, Amerikan edebiyatı diyorsak, Türk edebiyatı da demeliyiz” diyor, ta eskiden beri kullanımda olan ve bilimsel olarak oldukça geniş bir literatürü başlığı altında toplayan bu tanımı, milliyetçilik tartışmaları yüzünden neden değiştirmemiz gerektiğini sorguluyor. Diğer taraf da özetle, “anadili farklı olan biri, örneğin bir Kürt Türkçe yazdığında Türkçe edebiyat içine dahil olmalıdır, Türk edebiyatına değil” diyor. Kim ne istiyorsa onu kullanabilir diyen orta yolcular da var. Orta yolcuların bir kısmı bazen şunu da ima ediyor: “Kürtlerin konuyla ilgili hassasiyetlerini anlıyor ve hak veriyorum ama dünyada Türk edebiyatı deyince Türkçe edebiyat anlaşılır zaten, şimdi bununla ilgili tartışmaya, bu konuda milliyetçiliğe ne hacet var?”
Edebiyat konusuna geri dönmek üzere ikinci tartışmaya geçelim. Bu çok daha yeni ve yukarıdaki konuya aşina olan bir kısmınıza oldukça ilgisiz gelecek bir alandan, müzikten; bir süredir devam eden hip-hop’çı Ezhel’in [2] neden şarkılarında İspanyolca sözcükler kullandığına dair tartışma. Kısaca özetleyecek olursak, Birikim dergisinde Ezhel’i İspanyolca şarkı sözü yazdığı için eleştiren, hatta onu “başka kültürlerle yüzeysel bir ilişki kuran bir sömürgeci gibi” bulan [3] bir yazıya iki farklı yanıt geldi. Biri Türkçe, diğeri İngilizce yazılmış yanıtların ikisi de şarkı sözlerinin dili olmadığına, müzisyenlerin diledikleri dilde yazma özgürlüğüne sahip olduklarına dairdi. Temelinde ritim ve tekerlemenin[4] yer aldığı bir pop müzik türüne dil ve içerik tahakkümünde bulunmak sadece bizim kültürümüze ait bir güzelliktir; malum, hiçbir, misal, Alman ya da Hintli rap’çi bu tür bir eleştiriyle karşılaşmaz. Kaldı ki, Ezhel’in genel olarak, Kürtçe söyleyince politik olarak değerlendirilip İspanyolca söyleyince beyhude bir yapmacıklık[5] ile itham edilebilmesi de yine ülkemize özgü bir tartışma biçimidir: Hassasiyetlerin farkındayız.
İlk konuyu önemseyenler ilgiyi kurmakta zorlanıp bir şarkı sözünden değil, koskoca bir edebiyatın isimlendirilmesinden bambaşka bir bağlam olduğunu söyleyebilirler. Oysa müzik sosyo-politik ve sosyo-ekonomik alanlardan sanıldığı kadar uzak değildir.
Kısaca anlatmak gerekirse, müzikteki gelişmeler –Marksist anlamdaki– üretim biçimlerindeki değişiklikleri hep öncelemiştir, önceler. Bunun detaylarına çok girmeden[6] bu tezi ilk savunan Attali’nin[7] ta yetmişlerden, bugünün internetle bağlanmış dünyasındaki üretim biçimlerindeki değişikliği, örneğin streaming’i, yani internet üzerinden ya ücret ödemeden ya da tümüyle parasız dinlediğimiz müziği tahmin edişini, müzikte –ilk sosyal paylaşım ağı olarak tanımlayabileceğimiz Napster’ı da katarsak– günümüzdeki yüksek teknoloji şirketlerindeki üretim, telif, örgüt yapısı gibi birçok gelişmenin haberini gerçekten önceden verdiğini not düşmek şart. Yalnız ilk tartışmaya geri dönebilmek için hatırlamamız gereken birkaç hikâye var. Bunlardan biri müziğin nasıl milliyetçiliğin (konumuzun dışında ama devrimlerin de)[8] oluşmasında önemli rol oynadığı, diğeri de rock müziğin ülkemize gelişi. Her ikisinde de ne olduğuna ve bugünkü tartışmalara nasıl farklı bir perspektif sağlayabileceklerine kısaca bakalım.
Bu hikâyelerin ilkinden başlarsak, Billig’in[9] çok olağanmışçasına yaşadığımıza işaret ettiği milliyetçiliği gündelik yaşamın önemli bir parçası haline sokan en önemli etmenlerden biri müziktir. Bunun için Massimo d’Azeglio’nun 19. yüzyılda, “İtalya’yı kurduk, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” sözünü, Giuseppe Verdi’nin bu konuda oynadığı oldukça önemli rolü örnek verebilir, sadece İtalya örneğindeki milliyetçiliğin müzik kanallarıyla yerleşmesi üzerine yazılmış onca makale ve kitabı sıralayabilir, yerimiz olsa bunu dünyanın tüm ulus-devletlerine uyarlayabiliriz. Gerçekten de tüm Avrupa’nın müzikal haritası aslında devletlerinkini de gösterir (gösteremeyen yerler zaten tam bir ulus-devlet olamamışlardır).
İkinciye, yani dünyanın ilk küreselleşen metası olan rock müziğe gelecek olursak da, bu tür farklı bir coğrafyada doğar, farklı yollarla ve adımlarla ilerler. İki Almanya’nın birleşmesinde,[10] İsrail’den Küba’ya, hatta Kuzey Kore’ye milliyetçiliğin kurulmasında hep başrolü oynar. Ama en önemlisi, rock bizlere tüm evrilme süreciyle, piyasada milliyetin yavaş yavaş kayboluşunun ve günümüzde de piyasanın sadece işine yaraması halinde milliyetçiliği kullanacağının haberini çok önceden verir. Bunu nasıl yapmıştır, hatırlayalım ve hatırlarken de aklımızdan diğer küreselleşmiş metalara uyarlayalım.
Rock müziğin Türkiye’ye ithali tüm dünyayla benzer zamanlarda olur. İngilizce gelir, söylenir ve tıpkı caz gibi, o haliyle yaygınlaşamaz. Ne yapması gerekir daha fazla kişi tarafından dinlenebilmek için? Tabii ki Türkçeye çevrilmesi… Bu yüzden yetmişlerde Anadolu Rock’la bir hamle daha yapar. O zamanki, kostümleri en gösterişli olan grupları anımsayalım (Ersen ve Dadaşlar, vs.): Şimdiki neo-Osmanlıcı dizilerin kostümlerini aksesuarlarla ve yetmişlerin platform topuklarıyla birleştiren pastişlerdi; dinlemek kadar izlemek de zevkti onları. Tabii bir müzik türü için iş sadece görüntüde bitemezdi: Rock’ın kültüre daha çok yerleşebilmesi için yardıma, halk ezgilerine ihtiyacı vardı. Ancak sevilen türküyü başka bir formda dinlemek ilginç gelse de, Anadolu Rock yine de yaygınlaşamadı. Bu ismiyle de kaldı, yani gerçek rock değil de Anadolulusu…
Neticede “gerçek” rock’çılar rock’ı İngilizce dinlemeye devam ettiler, çünkü rock Türkçe olamazdı; en başta söz-ezgi uyumu Türkçe fonetiğine uymuyordu! Bu açıdan seksenlerdeki Mavi Sakal, Bulutsuzluk Özlemi[11] gibi gruplarla başlayan, halk ezgilerine dayanmayan ve Türkçe söylenen rock, gerçek rock’çılar için uzunca bir süre daha “iyi niyetli” girişimler olarak kaldı. O sıralar küreselleşme başladı başlayacak, Türkiye piyasa ekonomisine girdi girecek, “Türkçe sözlerle rock yapılır mı yapılmaz mı?” tartışması daha da alevlenecekti.
Sonra ne oldu? Seksenlerin sonunda başlayan küreselleşme doksanlarda tüm haşmetiyle ilerledi; rock da… Mor ve Ötesi gibi gruplar, örneğin Bulutsuzluk Özlemi’nden on yıl sonra, onların ve öncekilerin mirasını da ilerleterek stadyumdaki rock konserlerine de gidebilmiş müzisyenler tarafından Türkçe Rock kuruldu, daha doğrusu popülerleşti. Bu yedi sekiz yıla kadar, yani iki binlerin başında diğer grupların da katılmasıyla öyle bir hal alacaktı ki, ülkede Türkçe Rock patlaması yaşanacaktı. Çok kısa bir süre önceki “rock Türkçe olur mu?” tartışmaları çoktan unutulmuş, müzik marketlerde oldukça geniş bir CD albüm koleksiyonuyla Türkçe Rock bölümleri açılmaya başlamıştı. Sonrasında da sayısı artan festivalleriyle, yüzden on beş, yirmi gibi oldukça büyük bir pazar payına sahip bir müzik türü olacaktı Türkçe Rock. Ama Türk rock’ı ya da Starbucks’ın uyduruk pazarlama girişimiyle sadece Türkiye’de sunduğu Türk kahvesi gibi değil, Türkçe olarak, sadece Türkçe Rock olarak.
Sondan başlayarak ilk konulara geri dönelim.
Öncelikle, artık Türkçe rock’ın milliyetini sorgulamıyoruz. Rock artık tümüyle yerelleşmiş, yeni yurduna yerleşmiş bir türdür.[12] Piyasadaki meta değeri de tıpkı diğer bir yerli türle benzerdir. Yani bizlere küreselleşme öncesi yaygınlaşma girişimlerinde olduğu gibi Amerikan-İngiliz –haydi topyekûn Batı diyelim– mesajları vermez artık dinlediğimizde. Çoktan içselleştirilmiştir. Şimdi nasıl Coca-Cola içildiğinde Amerikan hayat tarzı taklit edilmiyorsa, rock dinlendiğinde de edilmez. Buradaki tek fark, rock tüm bu küresel metaların nasıl kültüre yerleşeceğini öncelemiş ve yerelleşmiştir, öyle iftar açtırma reklamları falan olmaksızın.[13]
Dolayısıyla doksanların ikinci yarısında hip-hop Cartel’le Türkiye’ye ilk adımını attığında kimse hip-hop’ın Türkçe söylenip söylenemeyeceğini tartışmamıştır. Çünkü hip-hop rock’ın açtığı yoldan, hiçbir engele takılmadan ilerlemiş, bizlere küresel kültürün bir parçası olarak gelmiştir: Küresel ve milli, bugün diğer birçok küresel metanın olduğu gibi. Metaların çoğunluğunun artık küresel, yerli, milli gibi tanımlardan uzaklaşmış olduğu, siyasete aracılık etmedikleri (şu ülkeye kızdık, ürünlerini ambargo edelim, vs.) müddetçe milliyetlerinin artık anılmadığı malum.
Ezhel’in söylediği tür işte Cartel’le gelen, dünyayı bir zamanlar tıpkı rock’ın yaptığı gibi saran hip-hop’tır. Yani hem küresel hem de milli bir tür sayılabilir. Dünyanın her tarafında yapıldığı ve dinlendiği için ikinci özelliği, bir siyasi hareket onu propaganda aracı olarak kullanmadıkça ya da müzisyen vurgulamadıkça çok anlaşılmaz. Bu açıdan Ezhel İspanyolca da, Arapça da, Fransızca da söyleyebilir. Bu dillerden herhangi biriyle söylediğinde “alışıldık rap’çi imgesine”[14] dönmez. Zaten Ezhel dilediği her dilde ve konuda şarkı sözü yazma özgürlüğü olan, alışıldık rap’çi ve alışıldık bir pop müzik müzisyenidir. Kökleri Amerikalı Elvis Presley’den, Fransızca şarkı söyleyebilmesiyle yetmişlerde tüm ülkeyi büyüleyen Ajda Pekkan’a, ilk rap şarkısını söylediği iddia edilen İngiltere’deki Blondie’ye, Almanya’ya göçmüş Türk işçilerinin çocukları olan Cartel’e ve daha birçok müzisyene, müziğe dayanır. Hepsinden beslenir.
Bir taraftan da ülkemizde yabancı sözcük kullanma konusundaki aşırı hassasiyet gerçekten ilginçtir. İngiltere gazetelerine ilk erişimimin olduğu iki binlerin başını anımsıyorum. Beni en çok şaşırtan konulardan biri, köşe yazarlarının gelişigüzel Fransızca deyimler, kelimeler kullanmasıydı. Ta o zamanlar da, Türkiye’de hâlâ var olan ciddi gazetelerden birindeki bir köşe yazarı, çevirisini eklese bile kolay kolay İngilizce tek bir deyim, bir sözcük bile kullanamazdı; kullanırsa züppelikten vatansever olmamasına kadar geniş bir yelpazede eleştirilirdi. Fransızca İngiltere eğitiminde en yaygın olan yabancı dildi. Türkiye’deki İngilizceyse, öğrenmek için özel okullara, dershanelere, vs. paraların saçıldığı, her öğrencinin en az altı yıl almak zorunda olduğu ve genellikle de öğrenemediği bir dilin dersi, küresel dil olarak kendini çoktan tanımlamış, o zaman da ülkemizin başının belasıydı. Hoş, eğitim sistemi hâlâ doğru dürüst İngilizce öğretemese de, gelecekte İngilizcenin hâkimiyetinin internetteki çeviri programlarıyla azalmaya başlayacağı bekleniyor. Yalnız korkarım ki, malum hassasiyetler yüzünden yine de Türkiye’de bir yazı yazarken İngilizce, İspanyolca ya da başka bir dil kullanırken uzunca bir süre daha çekineceğiz. Anlaşılan müzik yaparken de, bir şarkı sözü yazarken de… Ancak şu sorulara yine de cevap vermek şart sanki: Sahi, Ezhel’in ve diğer müzisyenlerin gerçekten dil ve içerik eleştirilerini dinleyeceğini düşünür müyüz? Verdi operalarını bugün İtalyan milliyetçiliğinin en önemli yardakçısı olarak mı dinleriz?
Gelecekte kültürlerin birbirine giderek bağlanması ve kültürel parçalanmanın giderek artışı ile tüm edebiyat ve bilimsel olarak edebiyat bölümü tanımlarını birçok değişikliğin beklediğini düşünmeyenlere de benzer birkaç soru gelebilir o zaman: Öncelikle, İngilizceyi etkilemiş, anadili İngilizce olmayan yazarlara dair kitapların yayımlandığı bir dünyada,[15] “Türk edebiyatı mı yoksa Türkçe edebiyat mı doğru kullanımdır?” tartışması sahiden geçerli olabilir mi?
Müziğin kime ait olduğu sorusuna cevap, edebiyatın kime ait olduğu sorusunun cevabıyla aynıdır. Dostoyevski, Ruslara ya da sadece Rusça konuşabilenlere ait değildir; Rus Edebiyatı ya da Rusça Edebiyat bağlamlarında incelenmesinin bitişine –şu Türkçe Rock tartışmasının yapıldığı otuz yıl öncesi göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğine göre– az kalmıştır. Türkçe yazılmış neredeyse her romanda Dostoyevski’nin bir izinin bulunduğu, bu tür tartışmaların uzun vadede bir hükmünün olmayacağı, hatta hatırlanmayacağı, neye inanırsak inanalım, gelecekte sadece “Türkçe Edebiyat”ın kullanılacağı aslında bugünden bellidir.
Verbis defectis musica incipit: Kelimeler yetmediğinde müzik konuşur.
•
NOTLAR:
[1] K24’teki ilk yazıda önceki tartışmalara dair referanslar var, bu açıdan tekrar buraya eklemiyorum: Mesut Varlık’ın yazısı: "Tartışılmayacak Bir Tartışma: Türkçe Edebiyat"
Mehmet Yaşın’ın mektubu: "Yüzlerce Yıllık Bir Zaman Tüneli"
Ahmed Nuri’nin yazısı: "İyi Niyetin Fendi, Tarihsel ve Filolojik Yöntemi Yendi (mi?)
T24’teki üç yazı da Oğuz Demiralp’in:
"İfade Özgürlüğü"
"İfade Özgürlüğü Esastır"
"Edebiyatta Sınıflandırma ve İfade Özgürlüğü"
[2] Belli bir yaşın üzerindeki okurlar için: Ezhel
[3] Sezen Ünlüönen’in Birikim yazısı: "Ezhel Niye İspanyolca Şarkı Yazıyor"
[4] Ümit Güçlü’nün Birikim yazısı: "Türk Rap Müziğinin Dilemması: Ezhel Niye İspanyolca Sözler Yazıyor?"
[5] Kenan Sharpe’ın Duvar English yazısı: "Turkish Music Beyond Turkishness"
[6] Bununla ilgili detaylı bir yazım Kıraathane’nin Ne Mutlu Eşitim Diyene Tartışmaları bağlamında yakın zamanda yayımlanacak.
[7] Jacques Attali, Gürültüden Müziğe, çev. Gülüş Gülcügil Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005. Kitabın giriş yazısı Fredric Jameson’a aittir. Fransızcası 1977’de, İngilizcesi 1985’te yayımlanmıştır.
[8] Allende’nin dediği gibi, “Şarkısız devrim olmaz”.
[9] Michael Billig, Banal Nationalism, Londra: Sage Publications, 1995. (Türkçe baskısı piyasada yok: Michael Billig, Banal Milliyetçilik, çev. Cem Şişkolar, Gaye kitabevi Dağıtım, 2003, 231 s.
[10] Birikim’in “Toplumsal Hareketler ve Bellek İlişkisi: Yas ve Anmadan Hayaletler Siyasetine” isimli dosyanın incelendiği 368. sayısında yer alan bu yazıyı editörlerin izniyle şuraya koymuştum: "Marşlı, Rock'lı, Hareket Sesleri"
[11] "Rock, Adana, Freddie ve Müslüm"
[12] Taçlı Yazıcıoğlu (2010), “Contesting the Global Consumption Ethos: Reterritorialization of Rock in Turkey”, Journal of Macromarketing, 30(3): 238-253.
[13] Hoş, Coca-Cola bunu önceden fark edip Rock’n Coke’u boş yere organize etmemiştir.
[14] "Ezhel Niye İspanyolca Şarkı Yazıyor"
[15] Oğuz Demiralp de Margaret Atwood’un önsözünü yazdığı şu kitaptan söz etmiş yazısında: Ian Ousby, The Cambridge Guide to Literature in English, Cambridge: Cambridge University Press, 1988. Yeni edisyonlarda Doris Lessing önsöz yazmış.