"Her paradigma değişiminde ya da bir etnik/azınlık gruba geçmişteki yanlış veya katı politikaları çağrıştırıyor diye edebiyat tarihi, filoloji ve tarih ile ilişkili her temel terimi ve kavramı değiştirmek mi gerekiyor? Buradaki keyfiyetin bir sınırı yok mu? Salt belli bir dönemde bir kısım yazar ve şair talep ediyor diye edebiyat tarihinin kendisini ve araştırma usullerini değiştirip kavramlarıyla oynamak ne kadar doğru?"
13 Kasım 2020 19:10
1 Kasım’da “Tartışılamayacak” Bir Tartışma: Türkçe Edebiyat başlıklı bir yazı bu platformda yayımlandı. Yazının sahibi Mesut Varlık, Özdemir İnce ve Oğuz Demiralp’ın merkezinde olduğu “Türk edebiyatı mı? Türkçe edebiyat mı?” tartışmasını kendi bakış açısı ile incelemiş ve bu tartışmayı yazarların kişisel polemiğinden öteye götürüp daha derin bir mecraya taşımaya çalışmış. Ne var ki bu iyi niyetli yazıyı okuyunca biraz irkildim. Bu irkilme durumu önce hayrete daha sonra da bir tür iç sıkıntısına dönüşerek beni bu yazıyı yazmaya bir şekilde zorladı. Çok da uzun olmamasına gayret ettiğim bu yazıda üzerinde durmak istediğim iki temel unsur var. İlki Varlık’ın yazısının ve savlarının içeriğine dair. Tüm iyi niyetine rağmen bazı bilgilerin bağlamından koparılmış olması ve bu bilgilerin sunuş şeklinin keyfiliği ister istemez bu iddialı yazıda usûle ilişkin temel bir sorun da oluşturuyor, ki bu da tartışmak istediğim ikinci unsur. Bu yazı, kişisel bir polemik yaratmak ya da doğrudan eleştirinin eleştirisini yapmaktan öte bu önemli tartışmaya katkıda bulunmak amacındadır. Bu amaç da daha başka sorular sormak ve “Türkçe edebiyat” söyleminin ardındaki usûle dair eksikliklere ve kısmen de –kanımca– yanlış yönelimlere dikkat çekmekten ibarettir.
Özdemir İnce’nin milliyetçi diye tanımlanan tavrının bu yazıdaki tartışmanın içeriğiyle doğrudan bir ilişkisi olmadığını belirtmek istiyorum.[1] Zaten Özdemir İnce ile Oğuz Demiralp’ın tartışması derinleşemeden kişisel bir polemik halini alıyor. Bir de her konuya müdahil olan köşe yazarlığının son temsilcilerinden Ertuğrul Özkök’ün gereksiz katılımı ve “paparazzi” anlayışı sonucu tartışmanın içeriği iyice bayağılaşıyor. Her ne kadar Varlık, bu kişisel polemiklerden uzak kendince fikrini belirtmiş olsa da yazısının sunduğu içerik, referans kaynakları ve bunlara dayanarak savlarını üretme biçimi bazı düzeltmeleri ve hatırlatmaları gerekli kılıyor kanımca. Tüm bunları göz önünde tutarak bu tartışmalı konu ile ilgili görüşlerimi ve tespitlerimi paylaşmak istiyorum.
Varlık yazısında Türk Edebiyatı’nın “Türk” sıfatını milliyetçi ve dışlayıcı bulduğunu belirterek bir kesimin “Türkçe Edebiyat” demeyi tercih ediyor diye haksızca eleştirilmemesi ve ağır ithamlara maruz kalmaması gerektiği mealinde bir görüş öne sürüyor. Haklı olarak dile getirilen bu görüş her şeyden önce bir hak: ifade özgürlüğü. Anladığım kadarıyla kendisinde rahatsızlık yaratan temel husus, yazısının dipnotlarında da belirtildiği üzere Özdemir İnce’nin suçlayıcı tutumundan ve daha çok da saldırgan söyleminden kaynaklanıyor. Elbette, bir konu ile ilgili belli bir bilgi birikimine dayanarak herkes kendi fikrini beyan edebilir. Aslında, Mesut Varlık da öyle yapıyor yazısında.
Ancak Varlık, ne zaman ki “kültürel faşizm” gibi hiçbir bağlamı olmayan bir yaftayı kullanarak “Türkçe Edebiyat” söyleminin haklılığını ve doğruluğunu yazısından anladığım kadarıyla tek yönlü kaynaklarla ve bağlamından kopuk örneklerle savunmaya başlıyor, işte orada bu iyi niyetli yaklaşım bir yanılgının peşine takılıyor. Bir tür entelektüel zihin tutulması diyebiliriz buna. Ve sonrasında yazıdaki bu tutum, bunun da ötesine geçerek “bilgi”nin yetersiz veya eksik sunumu sonucu –amaç bu olmamış da olsa– bir tür manipülasyona dönüşüyor. Burada temel bir usûl yanlışı olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye’deki akademide ve akademik yayınlarda çokça karşılaşılan bir yanlış bu! Bu yaklaşım, belirli bir akademik çalışmanın kesinliğine ve popülaritesinin de gücüne dayanarak özcü bir anlayışla ve kendinden bir o kadar da emin bir şekilde savlarını referans gösterdiği bu çalışma(lar) ile güçlendirme ve haklı kılma temeline dayanıyor.
Varlık yazısına kendi konumunu daha başından belirten bir alıntı ile başlıyor. Bu alıntı yazarlığına pek bir şey söylenemeyecek James Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi romanından. Romanın başkahramanı Stephen Dedalus tıpkı Joyce’un kendisi gibi hem İrlanda milliyetçiliğini hem de çocukluğunda çok çektiği Katoliklik mezhebini reddederek kendi bireyselliğini ve özgürlüğünü ilan eder. Milliyetçiliği ve kendisini kısıtlayan her şeyi dışlar. Bu durumu şimdiki Türkiye’ye uyarlarsak “yerli ve milli” olan ile kendini tanımlayıp kısıtlamıyor Stephen. Peki, biz de kısıtlamayalım. Zaten bunda da kanımca bir sorun yok. Ancak Türk edebiyatı ve tarihi, Cumhuriyet modernitesi ve Türk milliyetçiliği ile oluşmuş tanımlayıcı bir kavram veya araştırma sahası değildir. Varlık referans belirtmeden “Milliyetçilik çağında insanlar edebiyatları da bu etiketle sınıflandırırlardı.” ifadesini mutlak bilgi olarak niteleyip aslında tartışmayı kendince kapamış oluyor. Bu alıntı hangi çalışmadan bilmiyorum, internette taradım ancak bulamadım.[2]
Ne var ki Türkiye Cumhuriyetinden önce de bu veya referans kaynağı hangi çalışma olur ise olsun bu çalışmalardan önce de “Türk edebiyatı,” diliyle ve metinleriyle zaten mevcuttu. Bunun Türk edebiyatı olarak tanımlanması ve tarihsel bir yöntem ile sınıflandırılması modern anlamda M. Fuad Köprülü ile başlıyor demek sanırım yanlış olmaz.[3] Varlık yazısında oldukça yuvarlak ifadeler kullanıp bahsettiğim alıntının mutlaklığından yola çıkarak milletlerin de milliyetçiliğin de ulusal edebiyatların da bir icat olduğunu kendince bir olgu olarak kabul etmiş. Bu savda tartışılacak pek çok husus ve yön var, elbette ki milliyetçilik alanındaki çalışmalar edebiyat alanıyla ilgili olarak da gün geçtikçe artıyor. Ancak bu görüşü mutlak bir doğru, yani değişmez bir bilgi olarak bellemek pek de akla yatkın değil. “Türk” edebiyatı ifadesinin tartışılmazlığı fikrine karşı çıkarken referans göstermeden başka bir ifadeyi alıp bunu değişmez bir olguymuş gibi sunmak sanırım yazısının öne sürdüğü özgürleştirici tutumdan da bir hayli uzak. Kaldı ki bu ifadenin ve genel olarak bu tür bir savın tarihsel doğruluğu da elbette tartışmalı bir husus. Hayali Cemaatler tezinin peşinden giderek Türk edebiyatı tarihinin bir tür icat olduğunu bu şekilde ileri sürmenin biraz kolaycı biraz da bilgiden azade keyfi bir tutum olduğunu düşünüyorum. Bu başka bir yazı konusu olabilir ancak burada kısaca ifade etmekte fayda var. Edebiyat ile ilgili çalışmalar yürüten ve fikir öne süren eleştirmenler, denemeciler ve akademisyenler Hayali Cemaatler ve Gecikmiş Modernlik kitaplarına verdikleri önemi bu konularla ilgili başka eserlere de verselerdi muhtemelen edebiyat eleştirisi ve akademik çalışmalar, geç kalmışlık söyleminin türevleriyle ve bu söylemin salt psikoanalitik yönelimli okumalarıyla kısıtlanmayabilirdi. Böylece ortaya kısır ve kendini tekrarlayan bir edebiyat eleştirisi ve anlayışı çıkmayabilirdi.
Diyeceğim o ki Türk edebiyatının “Türk”lüğünü kendince haklı nedenlerle sorgulayan Varlık’ın ve benzer düzlemde düşünenlerin ulusal edebiyatların ve ulusların icadını kendine düstur edinmesi neden? Milliyetçilik ile ilgili farklı yönelimlerde ve farklı görüşleri ileri süren pek çok çalışma var.[4] Bu icat takıntısı, her şeyi kimlikler üzerinden algılama ve tüm muğlaklığına rağmen kimlik kavramını merkeze alarak açıklama sevdası tam olarak nereden geliyor, bilmiyorum. Bu soru doğrudan Varlık’ın kendisinden ziyade bu yaklaşımın kendisine yönelik bir itiraz aslında. Burada kişisel bir dünya görüşüyle milliyetçiliği kavram ve tarihsel bir olgu olarak sorgulamak ve eleştirel bir tutum içinde bu sorgulamayı Türk edebiyatı çerçevesinde yapmak elbette olağan bir durum. Hatta gerekli de. Bu tür bir sorgulama ve eleştiriyi bir şair olarak Mehmet Yaşın da yapabilir, belirli ilkelerle bilimsel bir düzlemde bir araştırmacı da yapabilir. Ancak ikisi farklı şeyler olur. Birincisi bireysel bir tavırdır. İkincisi belirli bir usûl çerçevesinde yapılmış olduğu varsayılarak bilimselliği olan bir yaklaşımın sonucu olabilir. Türk edebiyatı tarihi ve milliyetçilikle ilişkisine dair tüm epistemolojik bağlamı yok sayarak Varlık’ın alıntıladığı determinist görüşü “bilgi”nin temel dayanak noktası yapmak Türk edebiyatına dair başka bir yanlış yönelime yol açabilir. Bu da “milliyetçi” olmayan ancak bunun karşıtı ve bir başka özcü yaklaşım olan anti-milliyetçilik söyleminin edebiyat ve edebiyat tarihi değerlendirilirken üretilmesidir. Burada milliyetçilik karşıtlığına da pejoratif bir anlam kazandırmak gibi bir gayem yok. Yine de bu tür bir yönelimin iyi niyetli olsa da tarafsız olmadığını ve usûl üzerinde benzer yanlışlıklara yol açabileceğini ifade etmek istiyorum.[5] Tarih, edebiyat, filoloji ve Türkoloji gibi sahaları ilgilendiren bir konuda salt iyi niyetli bir özgürleştirme söylemini herhangi bir yöntem önermediği taktirde çok da kabul edilebilir bir tutum olduğunu düşünmüyorum. Bu durum “Türkçe edebiyat” ifadesi için de bir yere kadar geçerli. Aslında şu soru da sorulabilir: Bunun ne zararı var? Ya da bunun ne yararı var? Buradaki yarar-zarar marjı elbette grafik ile gösterilebilecek bir imkân ve bağlamdan yoksun. Benim kaygım, bu tartışmanın içerik ve usûl bakımından hangi düzlemde yapıldığı ile ilgili. Çünkü konuyu bu tür muğlak ve popüler tez görüşler ile tartışmanın –ister inatçı ve milliyetçi bir yaklaşım içinde olsun isterse de milliyetçiliğin ve ulus-devletin altını oymak adına keyfi bir tutum içinde olsun– konunun kendisine herhangi bir yararının olmadığını düşünüyorum.
Şöyle bir örnek ile açıklamaya çalışayım. Sosyoloji, siyaset bilimi veya benzer disiplinlerde öğrenim görmüş olanlar bilir ki ne zaman Michel Foucault’nun bir kitabı ilk kez okunur ya da sözgelimi Louis Allthusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları bir derste tartışılır, işte o vakit bir kısım öğrenciye bir aydınlanma gelir. Herkes Foucault ile gündelik yaşamdaki baskı ve kapatma mekanizmalarını görür, karamsarlığa kapılır, ama direniş için umut vardır. Ve sonra! Bir süre sonra da başka çalışmaları da okuyarak öğrenimine devam ederler bu üniversiteli arkadaşlarımız. Burada belirttiğim tüm bu çalışmalar elbette okunmalı, bilinmeli ve üzerinde tartışılmalıdır. Fakat insan bilimleri ve sosyal bilimler alanında yapılmış, yazılmış çalışmaların kesinliğinden yola çıkarak tek yönlü ve belli bir usûle dayanmadan derin mevzulara dalmak bir tür keyfiliktir ve entelektüel çuvallamalara yol açabilir. Freud kuramsallaştırdı diye tüm erkekler Oidipus komplekslerinin farkına varıp evlerine gidip babalarını öldürmeyecekleri gibi Judith Butler’ın Cinsiyet Belası’na dayanarak herkes toplumsallaşma sürecinde üretilen cinsel kimliğini bırakıp kendini yeniden gerçekleştirmeye çalışmayacaktır. Tüm bu önemli çalışma ve kuramlar gerçeğin bir yönünü kendi usûlleri ve bakış açıları ile yine kendi disiplinlerinin kaideleri çerçevesinde açıklarlar. Sosyal bilimlerde ve insan bilimlerinde bu manada mutlak doğruyu aramak ve bulduğunu iddia etmek nafile bir çaba olur. Bu örnekler ile Varlık’ın yazısında dayandığı ulusların ve ulusal edebiyatların “muhayyel icat” olduğu görüşünün kaynak ve yönteminin de aslında altının dolu olmadığını ya da sadece bir açıklayıcı ve tartışmalı bir kuram olduğunu belirtmek istiyorum. Böylesine zayıf bir dayanaktan yola çıkarak Türk edebiyat tarihinin sadece adını da değil tüm tarihsel tasnifini ve dilsel aidiyetini fütursuzca sorgulamak neyle açıklanabilir, bilemiyorum. “Ben öyle diyorum işte!” demek kişisel bir tercih olabilir ancak “Türkçe edebiyat” demenin yanlış olmadığını kanıtlamak adına Türk edebiyat tarihinin öbür ulusal edebiyatlar gibi bir icat olduğunu öne sürmek bana tarihsel, filolojik ve edebiyat tarihinin kendisine dair bilgileri göz ardı etmekten başka bir şey değil gibi geliyor.
Elbette resmi tarih söylemi ulusal ideolojinin bir yansımasıdır. Bu durumun Türk edebiyat tarihyazımı ile ilgili pek çok yönü de vardır. Ancak usûle dair köktenci bir reddediş söz konusuysa bu durum Türk edebiyatına “Türkçe edebiyat” denerek çözülecek kadar basit değildir.
Peki bu Türk-Türkçe edebiyat tartışmasında nasıl karar vermeli o zaman? Türk edebiyatı yerine Türkçe edebiyat söylemini öneren bir yazıdan en azından bu sözcüklerin anlamlarını ve çağrışımlarını daha belirgin ve derinlikli olarak tartışması beklenir. Her şeyden önce tartışma konusu dile ve edebiyata dair. Varlık ve kendisi gibi düşünenler eleştirdikleri ve karşı çıktıkları milliyetçi söylemi “Türk edebiyatı” üzerinden mi tartışmak istiyor? Yoksa Türk edebiyatı tarihinin usûlüne, adlandırmasına veya kavramsallaştırılmasına dair sorgulamayı bu tartışma üzerinden mi başlatmak niyetindeler? Anladığım kadarıyla kendisinin edebiyatı “Türk” yerine “Türkçe” ile nitelemek konusunda niyeti gayet açık. Yine kendisinin de belirttiği gibi “Türkçe edebiyat” ifadesini kullanan akademisyenler, yayınevleri, yazar ve şairler var. Bu onların kişisel ve kurumsal tutum ve tercihleridir. Bir noktadan sonra da kimseye ne yapacağı ya da yapamayacağı dikte ettirilemez. Ne var ki, bu konuyu salt milliyetçilik karşıtlığı ve edebiyat tarihini aşırı Türklük söyleminin tahakkümünden kurtarmak iyi niyetiyle kişisel tercihlere göre –bu konuda sağduyulu bir tutum içinde olmadan, derinlikli bir araştırma yapıp sunmadan– ele almanın edebiyat teorisinin ve tarihinin yöntemine bir şey katmadığı açıktır. Her yerde ve durumda olduğu gibi kutuplaşmadan başka bir şeye faydası olmaz. İkiliğe neden olur. Bir de bireylerin veya kurumların ideolojik tutumlarının altını çizmiş olur. Yani edebiyat tarihi için “doğru” olanın değil, yine bireylerin kendi kimliklerini üretme biçiminin bir yolu ve ifadesi olur.
Bu konuya yukarıda bahsettiğim gibi karşılaştığı ilk çalışmanın fikri cazibesine kapılan iyi niyetli bir üniversite öğrencisinin heyecanlı asiliği veya keyfiliği içinde tek yönden beslenmiş bilgi ve kaynak(lar) ile yaklaşılması yersiz bir tutumdur ve bilimsel bir sonuca yol açması da mümkün değildir. Bu nedenle, her şeyden önce “Türk” ve “Türkçe” sözcüklerinin anlamlarına ve aralarındaki ilişkiye kısaca bakmak gerekiyor ki bu da tek çözüm yolu olmayabilir. Kubbealtı Sözlüğü’nde “Türk”ün konumuzla ilgili üç tanımı var.[6] İlki, “Ana yurdu Orta Asya olan, buradan çeşitli yönlere yayılarak büyük devletler kuran, Türkçenin değişik lehçeleriyle konuşan millet ve bu milletten olan kimse.” Türk’ün sözlükteki ikinci anlamı ise “Türkiye Cumhûriyeti’nde yaşayan, Türkiye Cumhûriyeti vatandaşı olan kimse” olarak belirtiliyor. Sözcüğün üçüncü anlamı da “(İsim tamlamasının birinci öğesi olarak) Türklere âit, Türkler’le ilgili” olarak sunulmuş.[7] Buna da “Türk bayrağı,” “Türk mûsikîsi,” ve “Türk dili” gibi örnekler veriliyor. Aynı sözlükte “Türkçe” sözcüğünün ilk anlamı “Ural-Altay dil âilesinin Altay dilleri dalına, yapı bakımından eklemeli diller grubuna giren, Türkiye’de ve Türkler’in hâkim olduğu ülkelerde kullanılan dil, Türk dili” olarak belirtiliyor.[8]
Aslında bu tartışmayı başlatan kişi olarak Özdemir İnce de yazısında Türk edebiyatındaki “Türk” sıfatının sözlükteki ikinci anlama karşılık geldiğini belirtiyor: “’Türk’, dilsel bağlamda vatandaşlık bağını ve yazı dili olarak Türkçeyi işaret ediyor.”[9] Yani, dar anlamıyla Türk edebiyatı Türkçe yazan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kimselerin ürettiği metinlerden oluşur. Elbette dil canlı bir varlık. Kelimeler yeni anlamlar kazanır. Hatta anlam ile mana farklılaşabilir. Buradaki sorun tamamen ideolojik bir bakış açısından kaynaklanıyor gibi gözüküyor. Pek tabii, etnik bir grubu niteleyen “Türk” sözcüğünün vatandaşlık bağını ve kavramını nitelemesi de tartışmalı. Zaten günümüzde “Türk” yerine “Türkiyeli” ve “Türkiye toplumu” gibi ifadelerin yazılı ve sözsel kullanımına şahit olunabilir.[10] Bu mesele elbette Cumhuriyet öncesi dönemleri ve süreçleri de düşünürsek daha da karmaşık bir hal alıyor. Zaten “Türkçe edebiyat” söyleminin bir gerekçesi yeni kuşak ve çoğunluğu Kürt kökenli yazarlar grubunun etnik olarak Türklüğü nitelediğini düşündükleri “Türk” kelimesini kullanmak istememeleri ise bir diğer gerekçesi de özellikle Tanzimat döneminden 1920’lere kadar uzanan süreçteki çokkültürlü ve çokdilli edebi kültür ortamına yapılan vurgudur.
Burada şu soru da sorulabilir o vakit: Her paradigma değişiminde ya da bir etnik/azınlık gruba geçmişteki yanlış veya katı politikaları çağrıştırıyor diye edebiyat tarihi, filoloji ve tarih ile ilişkili her temel terimi ve kavramı değiştirmek mi gerekiyor? Buradaki keyfiyetin bir sınırı yok mu? Bu konuya ilişkin yazar ve entelektüellerin kişisel tutumlarına bir başka yazıda ayrıntılı değineceğim ancak bir soru olarak burada belirtmenin bir sakıncası yok: Salt belli bir dönemde bir kısım yazar ve şair talep ediyor diye edebiyat tarihinin kendisini ve araştırma usûllerini değiştirip kavramlarıyla oynamak ne kadar doğru? Kimlik meselesi her şeyden önce bireysel bir husus ve kimlik tartışmasının bu düzlemde ucu bucağı yok! Kimlik zaten edebi metinlerin yani edebiyatın kendisinin en yaygın ve önemli temalarından birisi; zengin bir malzemesi olarak da kalacaktır. İsteyen dilediği şekilde –etnik, cinsel, sosyal kimlikler– istediği dilde istediği edebi türde bu konuyu ele alabilir. Sırf bir yazar ya da entelektüel grup 2000’li yıllarda ve sonrasında etnik olarak “Türk” olmadığını vurgulamak istiyor ya da bu nitelemeden rahatsız oluyor diye bağlamına oturmuş temel bir ifadeyi ve bu ifadenin gerisindeki tüm filolojik ve tarihsel veri ve an´anelerden vazgeçmek mi öneriliyor? “Türkçe” edebiyat diyerek dili yani Türkçeyi edebiyatın ve edebiyat tarihinin merkezine koyduğunu iddia eden görüşün etnik temelli olması da bariz ve yaman bir çelişki değil midir? Kaldı ki yazarların etnik kimlikleri ve genel anlamda yaşamları üzerinden edebiyat tarihi yazma anlayışı pek kabul gören ve yaygın bir yöntem değil artık.
Bilimsel çalışmalar –edebiyat tarihi de buna dâhildir– belirli bir usûl ve çerçevede, gündelik siyasal kaygıların ve politik yaklaşımların taraflılığından uzak olarak yürütülür. Türk edebiyatı tarihyazımının tarafsız ve kapsayıcı olduğunu iddia edecek değilim. Dolayısıyla buradan edebiyat tarihine dair hiçbir şey değiştirilemez sonucu çıkarılmamalı. Yazının başında da belirttiğim gibi sınıflandırma, adlandırma ve her kuramsal bağlam tartışılabilir ve tartışılmalıdır da. Ne var ki kimlik temelli ve bireyin yahut bir grubun aidiyet duygusunu ifade etmek adına bu zamana kadarki Türk edebiyatını salt ismi üzerinden bile reddetmek bana çok da akıllı ve bilimsel bir yaklaşım gibi görünmüyor. Kendisini Türk olarak tanımlamayan veya tanımlamak istemeyen bireyler ve gruplar olabilir. Bu gayet doğal bir durum, ancak bir grubun kimlik hassasiyetini bilimsel usûle dayanmadan salt daha “demokratik” olabilir diye değiştirmek ne denli yararlıdır, pek emin değilim. Böyle bir tartışma ve yaklaşımın nedenlerini ideolojik bir düzlemde ve edebiyat tarihinin kendi kurgusallığı içerisinde anlamlandırmak mümkün gözükse de “Türkçe edebiyat” söylemi ile aslında önerilen nedir? “Türk” edebiyatı yerine “Türkçe” edebiyat demenin edebiyat tarihi ve yöntemi açısından ne yararı olacaktır? Bir başka kimliği (veya kimlikleri) hoşnut etmek adına dili, tarihi ve coğrafyayı kapsayıcı bir niteliği olan “Türk” sözcüğünün etnik çağrışımında duyulan rahatsızlığa dayanarak nasıl bir edebiyat tarihyazımı önerilmektedir? Zaten Türkiye’deki insan bilimleri ve sosyal bilimler alanlarında bir türlü sağlanamayan bilimsel süreklilik ve bilim dili (tanımlar, kavramlar) ile oynamak da güncel ve geçici olanın talebini karşılamaktan başka bir şeymiş gibi gelmiyor bana.
Türk edebiyat tarihini yeniden, daha kapsayıcı ve objektif bir tutum içinde yazmanın gerekli olduğu çok açık. Hatta bence Türk edebiyatı bölümleri için bu durum bir ihtiyaçtan da öte bir tür görev ve mecburiyettir. Dışarıda bırakılan, unutulan kadın yazarları, farklı alfabeler ile ama Türkçe yazanları, Türk olmayıp Latin harfleriyle Türkçe yazanları, kanon dışına itilen pek çok yazarı ve ürettikleri metinleri kapsamlı, gerekirse farklı bir dönemsel ve türsel sınıflandırmayla özellikle de son iki yüzyıllık Türk edebiyatı tarihini yeniden ele almak gerekmektedir. Laurent Mignon örneğin, Ercüment Behzad Lav, Baha Tevfik, Garbis Fikri ve Avram Naum gibi yazarların nasıl edebiyat alanının ve tarihinin dışında bırakıldığını aydınlatıcı bir şekilde incelemiştir bir çalışmasında.[11] Tanzimat dönemi edebiyatına, geç Osmanlı dönemi edebi kültürü ve ortamına, erken dönem Cumhuriyet edebiyatına dönük yoğun ilgi sonucu pek çok nitelikli çalışma yapılıyor ve yayımlanıyor.[12] Bu çalışmalar artarak devam edecektir. Ne var ki tüm bu gereklilik ve artan yenilikçi çalışmalar neden Varlık’ın ileri sürdüğü gibi içeriğin ve sınıflandırmanın toptan bir reddini gerektirsin? Ya da şöyle diyelim; Türklük kimliğini kabul etmeyen veya kendini bununla sınırlamak istemeyen ve yirmi birinci yüzyılda Türkçe yazan yazarlar Türk edebiyatı tarihinde ayrı bir kategoride ele alınabilir.
Varlık aynı yazısında –bence bir söz oyunundan öte bir şey vaat etmeyen– iddialı bir sav öne sürüyor:
“Cetvelle çizilen Ortadoğu haritaları gibi, Dede Korkut’tan Mesnevi’ye, oradan Şeyh Galip’in Divân’ına, oradan Elif Şafak’ın Baba ve Piç’ine uzanan bir çizgiyle doğrusal bir hat çiziliyor ve bu çizginin beri yanına “Türk Edebiyatı” deniyor.”
Burada “Türkçe” edebiyat söyleminin mümkün olabilirliğinden de öte Türk edebiyat tarihinin usûlüne dair bir görüş söz konusu. Peki, Varlık nasıl bir yöntem öneriyor? Merak ediyorum doğrusu. Kaldı ki doğrusal bir çizgiden kasıt tarihsel bir devamlılık içinde dönemlendirme ve çeşitli sınıflandırma biçimleri ise bunda ne gibi bir sakınca var? Ve bu sakıncalar nelerdir? Kendisi neye dayanarak yüzlerce yıllık edebiyat tarihinin salt kimlik temelli kaygılar üzerinden değiştirilmesi gerektiğini iddia ediyor, anlayamadım. Bu hususta Fuad Köprülü’nün Türk Edebiyatı Tarihi’ne (1920) tekrar dönüp bakmak meraklısı için aydınlatıcı ve faydalı olabilir. Bu eserde on altıncı yüzyıla kadarki Türk edebiyat tarihiyle ilgili detaylı ve sistematik bilgilere ulaşabilmek mümkün.[13] Yine yöntem ve kaynak yoksunluğu içindeki bu iddialı görüşün, Köprülü’nün 1923 tarihli “Türk Edebiyat Tarihi’nde Usûl” ve 1915 tarihli “Türk Edebiyatı’nın Menşe’i” makaleleri okunduğu takdirde tekrar gözden geçirilebileceğini düşünüyorum.[14] Üzerinden neredeyse yüzyıl geçmiş olsa da Varlık’ın bahsettiği ve aslında hiçbir dayanağı olmadan eleştirdiği yöntemsel yaklaşımın ana hatları bu makalelerde bulunabilir.
Bu tartışmanın yazarlar ile ilişkisi ve yazarların kendilerini dil ve edebiyat açısından nasıl farklı şekil ve bağlamlarda konumlandıkları, daha ayrıntılı bir yazıyı gerektiriyor. Ancak İngiliz edebiyatı üzerinden sunulan tekil örnek ve görüşlerin Britanya İmparatorluğu’nun Asya ve Afrika’daki sömürgeci geçmişten kaynaklı olduğunu ve dil hegemonyasının çerçevesi ve bağlamının çok farklı bir düzlemde olduğunu da belirtmek gerekiyor. Asıl önemli olan husus 1950’lerden sonra İngilizce yazan ancak İngiliz olmayan, farklı etnik ve ulusal gruplara mensup pek çok yazarın üretimleri sonucu ortaya çıkan bir edebiyat birikiminin kolonyalizm sonrası teorilerle ele alınıp tartışılmasıdır. Her bir yazar da kendince faklı bir tutum içinde olabilir. Fransa’dan örnek vermek gerekirse, bir yazar ve düşünür olan Cezayir kökenli Albert Camus’nün Fransız dili ve edebiyatına bakışı ile yine Cezayir doğumlu ve Yahudi kökenli felsefeci Jacques Derrida’nın Fransız dili ve edebiyatına bakışı farklıdır. Yazarların kendi öznellikleri, Fransız dili ve edebiyatının kendi nesnelliğini ve adlandırmasının değiştirilmesini gerektirmez. Emine Sevgi Özdamar “Almanca edebiyat” değil Alman dili ve edebiyatı (Deutschsprachige Literatur) çerçevesinde değerlendirilir.
Türk edebiyat tarihinin ve eleştirisinin tarihsel ve coğrafik bağlamı, diller ve alfabeler ile ilişkisi, salt kimliği veya politik konumundan dolayı dışlanmış yazarların yazdıkları metinler yeni açılımlar ve araştırmalar sonucunda farklı boyutları ile ele alınabilir. Bu durum isim değiştirmeyi veya tüm edebiyat tarihinin bu zamana kadarki yöntemini yadsımayı gerektirmez sanırım. Yadsımak isteyenler de doğru olduğunu düşündükleri yöntem ve ilkeler ile yeni bir Türk edebiyatı tarihi veya kendilerine göre “Türkçe” edebiyat tarihi yazabilirler.
Karşılaştırma yaparken salt kendi sav ve görüşlerini destekleyici örneklerin yanında karşıt fikirler ve örnekler de sunulursa, daha sağduyulu ve bilimin amacı olan doğruyu bulmaya yönelik bir yol izlenmiş olur. Karl Popper’ın önerdiği üzere bilgi ile (kişisel) inancı ayırmak adına “yanlışlanabilirlik” temelinde bir yöntemin katılığını edebiyat eleştirisi, tarihi ve adlandırmasında yöntem olarak doğrudan önerecek değilim.[15] Ancak bir fikir beyan ederken veya bir sav öne sürürken bilginin kendisine dönük ikilemleri de göz ardı etmemek gerekir. Genel olarak bu yaklaşımı ilke edinebilirsek daha derinlikli ve doyurucu bir tartışma düzlemi oluşturulabilir. “Türk” Edebiyatı’nın kullanımını savunan herkesi pejoratif anlamıyla “milliyetçi” olarak addetmek de Varlık’ın aslında şikâyetçi olduğu yafta yapıştırmanın bir başka biçiminden öte bir şey değil aslında. “Türkçe” Edebiyat söylemini savunan veya kullanan kimseler “milliyetçi” olmayan bir düzlemde ve edebiyatı daha kapsayıcı kılmak adına iyi niyetli bir tutum içinde olabilirler. Ancak tek yönlü kaynaklardan beslenerek tarihi, filolojiyi, pek çok ananeyi yok saymak hayli keyfi bir tutumdur. Bunu herhangi bir usûle dayanmadan yapmak ise entelektüel anlamda bana pek sorumlu bir yaklaşım gibi gelmiyor. Akademik ve yöntemsel yaklaşımını sürdürüp “Türkçe” edebiyat söylemini kullananları elbette tenzih ederim. Bu söyleyiş bana göre gereksiz, ancak bir yerden sonra herkesin kendine göre bireysel (politik) bir tavrı olabilir. Bu nedenle bu kavramı her şeye rağmen bilerek kullanmak başka, iyi niyetli bir keyfilik ve aşırı milliyetçi söylemin izdüşümü olan aşırı anti-milliyetçi popülist bir yaklaşım içinde, yeterli bilgiden ve belirli bir amaca dönük yöntemden uzak ele almak başka şeyler. Sanırım buna entelektüel kolaycılık da diyebiliriz. Madem alıntı yapmak etkili bir yazım stratejisi, Türkçeyi en sade ve güzel biçimde kullanan Yunus Emre’den iki dize ile bitirmek istiyorum bu yazıyı:
Bilmeyen ne bilsin bizi?
Bilenlere selâm olsun.[16]
NOTLAR:
[1] Milliyetçiliğin ayrıştırıcı, indirgeyici ve otoriter yönlerini yakın Türkiye tarihi açısından farklı disiplinler çerçevesinde inceleyen Türkçe ve yabancı dillerde yüzlerce yayın mevcut.
[2] Yazının içeriğine dayanarak aklıma gelen çalışmalar: Eric Hobsbawm ve Terence Ranger’ın editörü olduğu Geleneğin İcadı, Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler’i (ki Varlık yazısının sonlarına doğru bu çalışmanın adını belirtiyor) ve Gregory Jusdanis’in Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür kitabı.
[3] Köprülü, Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı (1916), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (1918), Türk Edebiyatı Tarihi (1920) ve Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türk-i Basit (1928) gibi çalışmalarıyla Türk Edebiyat tarihi disiplininin kurucusu ve Türkoloji’nin Türkiye’deki en değerli ilim insanlarından biridir.
[4] Bunlar çok temel kaynaklar ancak başlangıç için yararlı olurlar diye düşünüyorum: Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları Elestirel Bir Bakış (Istanbul: Doğu Batı Yayınları, 2008): Joel Leersen (ed) Encyclopedia of Romantic Nationalism in Europe, (Amsterdam: University of Amsterdam Press, 2018).
[5] Varlık’ın bu platformda akademik çerçevede bir yazı yazmak gibi bir gayesi olmadığını elbette anlıyorum ancak bu tür bir yaklaşımın tartışmaya taraf olup savlarını güçlendirmekten başka bir yararı olduğunu da sanmıyorum.
[6] Sözlüğe göre “Türk” sözcüğünün yedi tanımı var. http://lugatim.com/ (Türk maddesi).
[7] Kubbealtı Lugatı, http://lugatim.com/ (Türk maddesi).
[8] Kubbealtı Lugatı, http://lugatim.com/ (Türkçe maddesi).
[9] Özdemir İnce “Türkçe edebiyat ne demek? (2)” Cumhuriyet, 22 Eylül 2020.
[10] Örneğin değerli bir aydın olduğunu düşündüğüm Bekir Ağırdır, “Türkiye toplumu” demeyi tercih ediyor.
[11] Laurent Mignon, Ana Metne Taşınan Dipnotlar – Türk Edebiyatı ve Kültürlerarasılık Üzerine Yazılar (Istanbul: Iletisim Yayınları, 1999).
[12] Johann Strauss, “Who Reads What in the Ottoman Empire (19th-20th centuries)?” Middle Eastern Literatures 6, 1 (2003): 39-76. Victoria Rowe Holbrook The Unreadable Shores of Love: Turkish Modernity and Mystic Romance (Austin: University of Texas Press, 1994). Ali Budak, Batılılaşma ve Türk Edebiyatı Lale Devri’nden Tanzimat’a Yenileşme (Ankara: Bilge Kültür Sanat, 2008). Erol Köroğlu, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) Propagandadan Milli Kimlik İnşasına (Istanbul: Iletisim Yayınları, 2010). Mehmet Fatih Uslu ve Fatih Altuğ Tanzimat ve Edebiyat Osmanlı Istanbulu’nda Modern Edebi Kültür (Istanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014).
[13] M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyat Tarihi, 2. Basım (Istanbul: Ötüken, 1980). Kitabın ilk basımı 1920 yılı. Sanırım ulaşılması pek kolay bir kaynak değil. Varlık dilerse kitabın taranmış bir versiyonunu kendisine eposta yoluyla gönderebilirim.
[14] Fuad Köprülü, “Türk Edebiyat Tarihi’nde Usûl” İçinde Edebiyat Araştırmaları: 3-47. (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999). Bu makalenin ilk baskısı, Bilgi Mecmuası’nda Kasım 1923'te yapılmıştır. (Yıl 1, sayı 1, s. 3-52). Fuad Köprülü, “Türk Edebiyatı’nın Menşe’i” İçinde Edebiyat Araştırmaları: 49-130. Makalenin ilk basımı Eylül-Ekim Milli Tetebbu´lar Mecmuası’nda 1915’tedir.
[15] Karl Popper, The Logic of Scientific Discovery (London: Routledge, 2001), 57-73.
[16] Bu şiir Yunus Emre Divanı’nda mevcut ancak şu an Türkiye’de olmadığım için metnin baskısına ulaşamıyorum. Aynı alıntıya buradan da ulaşılabilir: Geoffrey Lewis. The Turkish Language Reform A Catastrophic Success (Oxford: Oxford University Press, 1999), 39.
GİRİŞ RESMİ
Türkçenin ilk sözlüğü olan Dîvânu Lugâti't-Türk'te yer alan 11. yüzyıldan kalma bu harita, Kaşgarlı Mahmud tarafından “Rum ülkesinden Maçin'e dek Türk ellerini" göstermek için çizilmiştir. Resimde haritanın sadece bir kısmı görülmektedir.