“Her kayıp, bir yas sürecini de beraberinde getirir. Sigmund Freud’a göre bellek, yas karşısında direnir, çünkü yitirilen sadece bir kişi/nesne değil, insanın o kişi/nesneyle kurduğu ilişkidir aynı zamanda. Yaşanan kayıplardan sonra kişinin hayata sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için bir ‘yas çalışması’na ihtiyacı vardır. Yas süreci bir bakıma ‘öleni öldürme süreci’dir de.”
03 Eylül 2020 18:30
“Ölüm zordur. Ama üzüntü daha da zordur.” der Claude Lévi-Strauss, Yaban Düşünce’de. Ölümün –ya da biz buna her türden “kayıp” diyelim– kendisinden bile zor olan, ardından gelen duygularla başa çıkmak olsa gerek, yani yasla…
Sigmund Freud’un 1917’de yayınladığı “Yas ve Melankoli” makalesindeki yas kavramsallaştırmasından bir hayli etkilenen Jacques Derrida, ölüme tanıklık etmeyi ve yas deneyimini yazdığı on dört kişisel denemesini okura ulaştırır. Ölümün karşısında üstlendiğimiz ahlaki sorumluluğumuzu ve eşzamanlı ortaya çıkan kırılganlığımızı tartışırken, yas tutma sürecini geride kalanın üstlendiği sorumluluk, vefa borcu, suçluluk hisleri ve dönüşüm üzerinden irdeler. Bizim hem çok yakınımızda hem de uzağımızda bulunan kayıplarımızla her zaman ilişki içinde bulunduğumuzu vurgular. Derrida’ya göre yas tutma süreci yaşamın gerekliliğine ve aynı anda da kayıpla başa çıkmanın sorumluluğuna işaret eder.
Her kayıp, bir yas sürecini de beraberinde getirir. Sigmund Freud’a göre bellek, yas karşısında direnir, çünkü yitirilen sadece bir kişi/nesne değil, insanın o kişi/nesneyle kurduğu ilişkidir aynı zamanda. Yaşanan kayıplardan sonra kişinin hayata sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için bir “yas çalışması”na ihtiyacı vardır. Yas süreci bir bakıma “öleni öldürme süreci”dir de. Yas törenleri ile toplumsal bilinç ve hafıza inşası gerçekleştirilir.
Psikanaliz yas tutma tecrübesinde özellikle konuşma tedavisinin bize sunduğu arınma yoluyla kendi hayaletlerimizi başımızdan savmamıza olanak sağlarken şunu belirtir: “Yaşama tutun ve devam et”. Ancak bu noktada, geçmişte tecrübe edilen kaybın şiddetiyle benliğin ve belleğin ele geçirilmesi kaçınılmazdır. Böylesi bir kaçınılmazlık doğrusal yaşamın ve bireysel ve toplumsal kronolojik tarihin hem içinde hem dışında yer almayı gerektirir. Başka deyişle, kaybın üstesinden doğru biçimde gelmeye çalışıp doğru biçimde yas tutmayı amaçlarken, kaybın imlediği ve kronolojik zamandan farklı akan travmatik zaman, özneyi dağınık ve parçalı bir varoluşa doğru iter. Travmatik zamansallığımız kişisel ses ve dokunuşuyla, Freud’un ileri sürdüğü gibi, hayata karşı normal tutumlara asılı kalmayıp içe dönme, yalıtılmışlık gibi kasvetli kopuşlara neden olur. Ancak belli bir zaman geçtikten sonra hayattan kopuşun aşıldığı fikrine güvenir.
Vamık Volkan yasla ilgili bir makalesinde yasın üç unsurundan bahseder; birincisi her kaybın bizi kaçınılmaz bir keder içine sürüklemesidir. İkincisi, her kaybın tüm geçmiş kayıpları canlandırmasıdır. Üçüncüsü ise tam olarak yası tutulabilen her kaybın büyüme ve yenilenme için bir araç olabilmesidir. Dolayısıyla yas denilen süreç beraberinde arınma ve iyileşmeyi de getirmektedir.
K24’ün bu ayki dosya konusunu “Yas, Arınma ve İyileşme” olarak belirlememizde elbette pandeminin etkisi büyük. Eski düzenin kaybı da dahil olmak üzere birçok kaybın içinden geçiyoruz usul usul. Bu dosya tam da bu günlerde olan biteni sembolize edebilmek adına yas meselesini edebi, felsefi, toplumsal, psikanalitik bakış açılarından mercek altına alıyor.
Hilmi Tezgör, “Raymond Carver: Acı” yazısında Amerikalı yazar/şair Raymond Carver’ın çocukluk hikâyesinden yola çıkarak Carver’ın yas duraklarına bizleri götürüp merkezine “Acı” isimli şiiri alarak yasın izleğini sürüyor; “Kayıpların yasını tutabilmek kolay değil, ama yazarak da yas tutulabilir. Edebiyat psikanalizden önce de vardı ve adı konulmadan, bir ölçüde onun yaptığını yapıyordu zaten.”
Kaan Ökten, “Hölderlin ve Heidegger’de Yasın Ontopoetikası” başlıklı yazısında ontopoetik kavramını didikleyip yasın ontopoetik yasasından bahsediyor: “Kişisel yas, kutsal yasa dönüşmüş, varlığın açımlanışının şiirsel zemini hâline gelmiştir. Heidegger’in Hölderlin sayesinde ortaya koyduğu ontopoetika, bu momentler içinde cereyan etmektedir.”
Vedat Ozan “Tonka’ya Veda”da kişisel bir kayıp öyküsünden hareketle koku-yas-bellek üçgeninde salınıyor. Koku ve bellek ilişkisini moleküllerine ayırıyor, üzerine bir de yası ekliyor: “Tonka’nın kokusu, yokluğuna rağmen beni onunla ilişkilendiren bir bağlantı nesnesi. Aşina olmadığım yollarda yaptığım okumalar, bu bağlantı nesnelerinin kayıp travmasının atlatılmasına yardımcı olabileceğini söylüyorlar. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde ise “iyi” bir bağlantı nesnesi, kızgınlık veya korku yaşatmadan, olumlu bir duygusal bağ kurmaya yarayabilecek bir nesnesi oluyor.”
Özden Terbaş, “Beyaz Yas-Kara Delik: Frankenstein’ın 'Yaratık'ının Dramı” isimli yazısında erken dönemde yaşanan ayrılık, kayıp ve reddedilme olgusu üzerine düşünmeye davet ediyor bizleri. Andre Green’in çalışmasından hareketle “Ölü anne karmaşası”ndan ve “beyaz yas”tan söz ediyor. Metin boyunca “kara delik"te ilerlerken Mary Shelley’in Frankenstein (2015) isimli romanı bizlere eşlik ediyor…
Birgül Oğuz, “Yer Değiştirmek, Yer Açmak” başlıklı yazısında yas ve yazı ilişkisini ele alıyor. Yazmaya dair idealizasyonların dışına çıkarak yazı yazma haliyle hesaplaşıyor. Yazmanın ilk hamlesinin durup bakmak olduğuna inanıyor, yazıdan mesafenin de ancak bu yolla alınabileceğini düşünüyor: “Bakmayı burada iki anlamıyla birlikte düşünüyorum: görmek için bakmak, iyileştirmek için bakmak. Haklılığıyla, hüsranlarıyla, kendi gücü ya da güçsüzlüğüyle özdeşlik kurmayan, bunlara mesafeli bir merakla bakan metinlere ilgim de her geçen gün aynı ölçüde artıyor. Çünkü bana göre bu bakışta, bu mesafe alış ve meraklanmada, kaçmak değil yer değiştirmek, gidermek değil yer açmak iradesi var.”
Ahmet Ergenç, Judith Butler’ın Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü adlı eserinden yola çıkarak, Türkiye’de tutulamayan yaslar üzerine, politik sebeplerle yasın yasaklanması üzerine düşünüyor.
Bu yazılara ek olarak çok kıymetli hocam Yavuz Erten’le yas, arınma ve iyileşmeye dair bir söyleşi yaptık. Dosyada emeği geçen herkese çok teşekkür ederiz. Ruhsal olgunluğun en önemli yapı taşlarından biri olan yas tutma becerisini bambaşka açılardan ele almak, bir kez daha psikolojinin birçok alanla dirsek temasında bulunduğunu ve tek başına hiçbir meseleyi çözme iddiasında bulunmadığını da gözler önüne seriyor.
•