Yavuz Erten ile söyleşi: “Yas tutmazsak, iyileşmek de mümkün olmaz, gelişmek de...”

Klinik psikolog ve psikoterapist Tuğçe Isıyel, hocası klinik psikolog ve psikanalist Yavuz Erten'le söyleşti: Yas tutmak ve iyileşmek arasındaki bağlantıya, toplumsal yasa ve pandemiden sonraki hayatımıza dair... 

03 Eylül 2020 01:00

Yas tutmak ve iyileşmek arasında nasıl bir bağlantı var?

Bu soruya yanıt vermek için önce psikanalitik olarak kuramsal bir arka plana kısaca değinelim: Freud özellikle “Yas ve Melankoli” (1917) makalesinde yazdıklarıyla kaybın yas sürecinin ruhsal yapılanma sürecine katkısını irdelemiştir. Ayrılık ve onun içerdiği kayıp (tersi de söylenebilir: yani kayıp ve onun içerdiği ayrılık) ruhsal yapının gelişimi için tamamlanması gereken yas süreçlerini yaratırlar. Bu süreci genel bir kapsama taşıyarak sadece ölümleri değil, tüm ayrılıkları ve sadece bir insanı değil, bir işlevi, bir fanteziyi, fırsatı, yeteneği kaybetmeleri ve yenilgileri de ekleyebiliriz. Bu tür ayrılık, kayıp ve yenilgilerin hepsinde ölümlerde olduğu gibi yaslar ortaya çıkmayabilir ancak aynı kökensel olgulara dayalı üzüntü, inkâr, isyan ve düşlemsel telafi düzenekleri ortaya çıkabilir.

Yasın işlenmesi ruhsal dünyada yeni yapılar ortaya çıkarır. Örneğin ruhsallığın merkezi yönetici aracı olan “benlik” (ego) bu kayıplar sonucu öznenin kaybedileni kendi potansiyelinden ikame etmesiyle ortaya çıkar. Freud benlik için “kendi küllerinden doğan Phoenix kuşu” benzetmesini yapar.

Melanie Klein’ın konuştuklarımızla ilgili büyük katkısı ruhsallığın dünya ile ilişkisinde konumlandığı iki pozisyonu tanımlaması olmuştur: Paranoid-şizoid ve depresif pozisyonlar. İlkinde ruhsallık siyah-beyaza bölünmüş bir dünyada yaşar. İyiler ve kötüler bu ikili dünyada siyahlar ve beyazlar olarak belirsizlik ve şüpheye yer bırakmayacak aktörlerdir. Bu pozisyon griyi tanımaz. Bu tür belirsizliklere tahammülü yoktur. Dünyanın bir üçüncüsü yoktur. İyi ve kötü olarak ikili varoluştan ibarettir. Bu konumlanmanın şizoid tarafı bu bölünmüşlüğe dairdir. Paranoid tarafı ise bu iki kısımdan birinin (daha çok da kötü olan) dışarıya yansıtılmasıdır. Öteki/ler kötü, benlik iyidir. Klein’ın tanımladığı depresif konumlanma (bu pozisyonu depresyonla karıştırmayalım) ruhsallıkta iyi ve kötünün birleştirilmeye başlanmasıyla ortaya çıkar. Bununla birlikte dünyada iyi ve kötü, siyah ve beyaz dışında üçüncüler ve daha fazlaları mümkün olmaya başlar. Dünya sadece siyah beyaz değil, başta grinin tonları olmak üzere diğer renklere bürünür. Yaslar ve yenilgiler idrak edilir. Kaybedilenlerin nesnel varlıkları simge ile mana ile ikame edilir, öldürmeyen acılar kuvvetlendirir.

Paranoid-şizoid konumlanma veya onun yarattığı zorluklarda devreye giren manik savunmalar suçluluğu, pişmanlığı mümkün kılmazken, depresif konumlanmada bu duygulara tahammül artar ve özür dileme olgusu ortaya çıkar, onarım yapma süreçleri başlar.

Paranoid-şizoid konumlanma zamanda noktasal bir saplanma veya döngüsel bir tekrar halindeyken, depresif pozisyonda çizgisel zaman ortaya çıkar. Artık deneyimden, tarihten ders alma ve öğrenme vardır. Tekrar ve tekrar aynı acılar yaşanmaz ve yaşatılmaz. Yeni deneyimlere ve yeni yaratılara yer açılır.

Sorunuza geri dönelim; yas tutmazsak, iyileşme’yle ne kastediyorsak o da olmaz, gelişmek de mümkün olmaz. Bir insanın tüm yaşamı kavuşmalar, ayrılıklar, kayıplar, ikamelerden oluşur. Bazen insanlar, bazen idealler, bazen maçlar kaybedilir ama kayıplar metabolize edildikçe de yeni kazanımlar oluşur. Kaybetmemeye şartlanmak, kaybetmeyi inkâr etmek gelişimi durdurur. Böyle “durmuş, donmuş” bir halde, ruhsallıkta hem kaybın olduğunun, o özel deneyimin bilgisi vardır hem de hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya çalışan bir taraf. Bu insanları, toplumları komplike yas reaksiyonunun arafına sokar.

İnsan iyileşmeye direnebilir mi? Bion’un söz ettiği “bağlara saldırı” ne demek? Ve neden bağlara saldırılır?

Önceki sorunun yanıtında söylemeye çalıştığım şeylerden devam edersem, iyileşmeye, gelişmeye giden yol biraz can yanmasından, ruhsal bedel ödemekten, suçluluk duymaktan geçer. Bunları yaşamak istemeyen taraf astarı yüzünden pahalıya gelecek yolu seçer ve gelişime direnir. Depresif pozisyona girmez. Depresif pozisyon ruhsallıkta iyi ve kötü imgelerin, siyah ve beyazın entegre olduğu konumdur. Bion’un “bağlara saldırı” kavramı en temelde bu bağlanmaya karşı bir ataktır. Ruhsallığı depresif pozisyondan uzak tutan, ruhsallığı iyi-kötü bölünmüşlüğünde tutan, siyah-beyaz bir dünyayı daim kılan bir işlemdir. Bağlara saldırı kavramını zihinsel olarak şöyle de düşünebiliriz: Bir veri ile bir başka veriyi sentezleriz ve bir üst kavrayış olan senteze ulaşırız. Depresif pozisyon bunu mümkün kılar. Oysa bağlara saldırı’da düşünsel sentez engellenir ve paranoid dünyanın ilkel algıları kalır. Komplo teorileri, “bütün dünya bize düşman” lafları havada uçuşur.

Biraz daha Bion’dan devam edecek olursam, Bion’un sözünü ettiği “isimsiz dehşet” kavramının tutulamayan yasla bir ilgisi var mıdır?

İsimsiz dehşet düşünceyi durduracak kadar büyük bir dehşete dair bir kavramlaştırmadır. Bu dehşet yaşantısı bir travma sonucu ortaya çıkabilir ve kayıp da nihayetinde bir travmadır. Bazı kayıpları, onlar oluştuktan sonra düşünmek, simgeleştirmek ve ruhsallıkta bir anlama büründürmek mümkün olmayabilir. O zaman geriye kalan zihinsel yansımaları da olacak şekilde ruhsallıkta boşluklar, oyuklar, kara deliklerdir.

Son yıllardaki siyasi gelişmelerle yas süreci arasında nasıl bir ilişki var? Türkiye yas tutmayı becerebilen bir ülke mi? İktidarın yas tutma süreçlerimize etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Aslında bu sorunun yanıtına önceki soru hakkında konuşurken başlamıştık. Aklıma ilginç bir şey geliyor: Çoğu kişi lise yıllarından, Orta Asyalı hükümdar Alp Er Tunga için yazılmış ağıtı hatırlar. (Hâlâ okutuluyor mu acaba?)

Binlerce yıldır acı şekilde inler mısralar:

Alp Er Tunga öldi mü?
Isız ajun kaldı mu?
Ödlek öçin aldı mu?
Emdi yürek yırtılur.

Mısraların tamamı acı gerçeğin tüm ağır yükünü üstlenirler ama şiirden akılda kalan çoğunlukla –söylenişe göre– bir soru gibi duyulan ilk mısradır: “Alp Er Tunga öldi mü?”

Belki de yas tutabilmeyle ve kaybı idrak edebilmeyle aramız çok hoş değil. İktidarlar son yüz elli senedir değişik kayıpların, başta Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle, kaybıyla baş etmeye çalışıyorlar. Bu gerçekten çok büyük bir kayıp. Kaygı, utanç, öfke yaratıyor ve bu duyguları kapsayacak ruhsal kabımız bir türlü gelişmediği için ilkel yollarla başa çıkılmaya çalışıyor. Tabii bu yollardan gittikçe de yeni kayıplar ve yeni inkârlar oluşuyor. Bence hem sağ hem sol iktidarlar bu kayıpla (ve izleyen kayıplarla) baş etmek için ruhsal, sosyal, siyasi stratejiler geliştirmeye çalıştılar. Çoğu inkâra dayanan ve tarihi bilimsel rayından çıkartan ve geçmişimizi senteze dayalı gelişmiş düşüncelerle kavramayan, kendi isteklerine göre eğip büküp mitolojik bir tarih yaratan ve toplumun değişik kesimleri arasındaki iletişimi de sürekli propaganda düzeyinde tutan, bedeli yüksek stratejiler. Bedel nedir? Bedel toplumun “zihinsel” ve “ruhsal” olarak az gelişmişliğe mahkûm edilmesidir: Zihinsel düzeyde doğru (senteze dayalı kavrayışlı) düşünemeyen, ruhsal düzeyde duyguları (utanç, öfke ve kaygı) depresif konumda terbiye olmadığı ve yatışmadığı için ikide bir patlayan ve yıkıcılığa yönelen bir toplum. Böyle bir toplumu yönetmesi ve manipüle etmesi daha kolay olduğu için de iktidarlar bunu tercih ediyorlar diyebilir miyiz? Bilmem, belki de…

Edebiyat, yas tutma ve iyileşme sürecinde nasıl bir işleve sahip olabilir? Örneğin okumak veya yazmak yas sürecini kolaylaştırır mı yoksa daha mı çok kanırtır?

Edebiyat veya sanatın bir başka dalı, bilimsel düşünmeyi ve yeni şeyler öğrenmeyi sağlayacak tüm etkinlikler, bunlar yasın donmuşluğuna karşı zihni ve ruhu revitalize eden, relibidinalize eden şeylerdir. Yani yeni şeyler yaratmaya, yeni şeyler öğrenmeye, merak etmeye açılan kapılardır. Bilimsel düşünmenin önü kesildiği zaman, sanat da aykırı bir şey olarak görülüp engellendiği zaman geriye ölenle ölmek anlamına gelen melankoli kalır. Melankoli ölüm dürtüsüne rehin verilmiş bir yaşamdır.

Bir pandemi süreci içindeyiz. Ölüm sayıları bitmedi, dolayısıyla adını da koyamadık. Bu koşulda yas sürecine de geçemiyoruz gibi geliyor bana ama hem ölüm hem ölüm dışı kayıplarla hemhaliz. Biz ne yaşadık geçtiğimiz aylarda? Bunun yasını nasıl tutacağız?

Evet, sizin de söylediğiniz gibi toplumsal olarak devam eden akut travma durumundan çıkıp, yaşadığımız kayıpları paranteze alıp yas tutma işine girecek koşulların oluşumunda zorluklar var. Durum devam eden savaştakine benziyor. Savaş sırasında pek çok kayıp, şok ve travma yaşanır, ancak bir taraftan da hayatta kalmak için savaşa devam edilir. Çoğunlukla savaş bitip eve dönüldükten sonra tüm o kayıpların acısı su yüzüne çıkmaya başlar.

Pandemide sevdiklerimiz, tanıdıklarımız dışında, işimizi, güvenliğimizi, maddi güvencelerimizi ve alıştığımız dünyayı kaybedebiliriz. Pandeminin daha ne kadar devam edeceği ve sonuçlarının nerelere kadar uzanacağına bağlı olarak bu sürecin travmasını ve yasını metabolize etme olgusu daha zor ve daha komplike hale gelebilir.