Hayatın çekirdeğinde var seçmek. Bazen özgür bazen değil, çoğu zaman tesadüflere tabi seçimlerimiz. Yine de seçiyoruz ve seçimlerimiz birbirine eklendikçe birer seçki derliyoruz hepimiz. Yaşadıkça, kendi antolojisini yaratıyor insan
03 Aralık 2015 15:01
Büyürken, odamın duvarları kendi hâlinde bir mısra antolojisiydi benim. Babamın bir arkadaşı bir keresinde nasıl olduysa, “geçilmez” eşiği aşıp içeri girebilmiş, yerden tavana hiç boşluk bırakmadan yapıştırdığım kâğıt parçalarından birkaçını okuduktan sonra, “Bu oda 142’lik”[i] deyip çıkmıştı. Aralarında uyuyup uyandığım, onların da yardımıyla olmadık hayallerde gezindiğim mısraların her birini özenle seçiyor, hep lacivert mürekkeple ve uzaktan okunabilecek büyüklükteki harflerle kâğıtlara kopyalıyor, sonra onları hangi köşeye hangi hizada yapıştıracağıma uzun uzun tartıp biçerek karar veriyordum. Annemle babamın kütüphanesini baştan sona didiklerdim bu iş için ama tam anlamıyla lime lime ettiğim üç vazgeçilmez kaynağım vardı. Nâzım Hikmet’in Bulgaristan’da– sanırım 1960’ların sonunda– basılıp, babamın bir arkadaşınca gizlice Türkiye’ye sokulmuş olan, beyaz bez ciltlerinin kapağı sadece altın renkli N ve H harfleriyle süslü, yedi ciltlik, üstelik de sansürsüz bütün eserleri. İlhami Soysal’ın derlediği, Bilgi Yayınevi’nin bastığı 1973 tarihli 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi. Ve Ülkü Tamer’in hazırladığı, o vakitler benim için tahayyülü imkânsız bir zaman dilimini tepesindeki kocaman “1933-1973 (40 yıl)” yazısıyla ilan eden Varlık Şiirleri Antolojisi.
Şimdi yaklaşık kırk yıl öncesine, Ankara’da yerine çoktan lüzumsuz yükseklikte bir bina dikilmiş olan küçük evimizin küçücük odasının kalabalık duvarlarına beni döndüren, bir yayıncı arkadaşım oldu. K24’te antoloji dosyası yapacağımızdan bahsedince, yönettiği yayınevinde yeniden basmayı çok istediğini söyleyerek iki kitap uzattı bana: İlhan Berk’in Başlangıçtan-Bugüne Beyit Mısra Antolojisi’nin Varlık Yayınları’nca Mart 1960’da yapılan ilk baskısı ile Ümit Yaşar ve Metin Eloğlu imzalı Garip Şiirler Antolojisi’nin Yay Yayınları’ndan 1968’de çıkan ilk baskısı. Sonra ben o kitaplarla seyahat ettim; bana aynı bedenin uzuvlarıymış ama böyle birbirinden 8500 kilometre uzak durdukça hep biraz eksik ve işlevsiz kalacakmış gibi görünen iki kütüphanemde onlara benzer antolojiler aradım.
İlhan Berk, önsözünde, “Bizdeki gibi beyit-mısra antolojilerine, başka ulusların yazınında pek raslanmaz” demiş, haklı elbette. Özellikle Batı’da şiir mısra ve beyitten ziyade, üçlük, dörtlük, beşlik, altılık düzenlere bağlı; ve yine Berk’in belirttiği üzere, yazıldığı kalıplar şiirin bütününden ayrı düşünülmüyor pek. Türkçeyle büyüyen bir çocuğun zihni kendi duvarlarını tek tek mısralarla delmeyi denerken, Türkçenin bir şairi de Türkçe şiirlerden 13’üncü yüzyıldan 20’nci yüzyıla uzanan bir “beyit-mısra antolojisi” derleyebiliyor pekâlâ, ama şiirin bütünlüğünü esas alan diyarlarda kimi mısralar (Shall I compare thee to a summer’s day?)[ii] tek başına kuşakların ezberine yerleşmiş olsa bile, on dört mısralı bir bütünü bozarak, “Sevilen Sone Mısraları” misali bir antoloji çatmak kimsenin aklına gelmiyor. (Hepsi birbirinden özürlü görünen çevrimiçi alıntı antolojilerine sızmış öksüz satırları bir yana bırakırsak, internette hızlı bir arama sonucunda İlhan Berk’in seçkisine en yakın matbu örnek olarak Urduca bir beyitler antolojisi buldum.)
Bununla birlikte, bir şiirden bir mısrayı cımbızlamanın katmerli bir öznelliği var ve ben bunu seviyorum, zira bu katmerli öznellik, bir mısra antolojisini, şiir antolojilerinin birçoğunun ister istemez taşıdığı “kanonizasyon” iddiasından azade, dolayısıyla müdanasız kılıyor. Antolojileri nice okur için “alınır ama okunmaz” türden referans kitaplarına dönüştüren de, antoloji tartışmalarını ekseriya oksijensiz bırakan da bu kanon meselesi değil mi zaten? [iii] Kütüphanelerimi bu yazı için tararken bu soru hep aklımdaydı; elim daha ziyade, kişisel tercihlerinin kıymetini “kanonik” olmamasında bulan editörlerin uçarı seçkilerine gitti.
Şimdi aralarına gömülmüş, hepsini bir bir karıştırıp hatırlayarak, bu seçkileri raflarımda buluşturan tercih ve tesadüfleri düşünerek, aralarından bir seçki de ben yapmaya çalışarak yazıyorum bu yazıyı. Okumak, yazmak, aslında bir bütün olarak yaşamak bir seçimler silsilesi nihayetinde, antolojilerime baktıkça bunu daha iyi kavrıyorum. Hayatın çekirdeğinde var seçmek. Bazen özgür bazen değil, çoğu zaman tesadüflere tabi, hatta seçeneksizliğin sonucu seçimlerimiz. Yine de sürekli olarak seçiyoruz ve seçimlerimiz birbirine eklendikçe görünmez birer seçki derliyoruz hepimiz. Yaşadıkça, kendi antolojisini yaratıyor insan.
Burada bir nevî “antolojiler antolojisi” sunarken, gelişigüzel sıraladığım on başlık altında kırktan fazla kitaptan söz eden bu seçkinin asla bir kapsayıcılık iddiası ve bana, şu anki bana ait olmak dışında pek bir özellik taşımadığını peşinen teslim etmeliyim.
Adı 826 National. Gelmişiyle geçmişiyle, bütün üretkenliğiyle, kolaylaştırdığı onca bilimsel buluş, onca toplumsal açılım ve edebiyattan sinemaya, müzikten güncel sanata topraklarında yaratılmış bütün eserlerle birlikte düşündüğümde bile Amerika Birleşik Devletleri’nde kotarılmış en iyi şeyler arasında sayabilirim bu girişimi.
Adını ilk kurulduğu yer olan San Francisco’daki sokak numarasından alan 826 National, bugün ülkenin batısından doğusuna yedi şehrinde, ailesinin maddi durumu iyi olmayan 6-18 yaş grubundaki öğrencilerin daha iyi birer “okur, yazar ve yayıncı” olabilmeleri için rehberlik yapan, kâr amacı gütmeksizin dersler ve programlar düzenleyen bir sivil toplum örgütü. 2002’de kurulmuş, sadece 2014-2015 ders yılında 30 binden fazla öğrenciye hizmet vermiş, aynı yıl öğrencilerin 886 ayrı yayın projesinde çalışmalarına aracı olmuş. Kuruluşun babası, Kral İçin Hologram, Hızımızı Tadacaksınız, Vahşi Şeyler, Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser, Ne Nedir gibi kitaplarıyla bildiğimiz 1970 doğumlu Amerikalı yazar ve yayıncı[iv] Dave Eggers. 826 National’ın ülkenin en ilginç antolojilerinden birinin arkasındaki güç hâline gelmesini de Eggers’a borçluyuz.
“En İyi Amerikan … “ diye başlayan ikonik antoloji serisini 1860’lardan itibaren çıkaran ve her yıl başka bir konuk editörün bir yıl önce yayımlananlar arasından seçerek oluşturduğu En İyi Amerikan Denemeleri ve En İyi Amerikan Kısa Hikâyeleri[v] gibi demirbaş kitaplarla sürdüren Houghton Mifflin Harcourt Yayınevi 2002’de Eggers’la anlaşmış. Onun editörlüğünde ve 826 Valencia (San Francisco) birimine devam eden lise öğrencilerinin seçiciliğinde başlayan, zamanla 826 Michigan biriminin de hazırlıklarına katıldığı The Best American Nonrequired Reading (En İyi Amerikan Zorunlu Olmayan Okumaları) serisi böyle ortaya çıkmış.
İşleyiş şu: Öğrenciler, yıl boyunca haftada bir gün Eggers’la bir araya geliyor, Amerikan edebiyat dergilerini ve ulaşabildikleri diğer matbu ve dijital yayınları birlikte okuyor, kendilerine en sahici, en ilginç gelen yazıları bir kenara ayırıyor, yıl sonunda tekrar gözden geçirip en iyilerini ertesi yılın antolojisine dâhil ediyor. Sonuçta, antolojinin adını teyid eden çok çarpıcı bir seçkiler serisine sahibiz; öğrencilerin okulda okumaya zorunlu tutulmadığı ama okumuş olmaktan en fazla zevk aldığı yazıları bir araya getiren küçük birer hazine bu serinin her kitabı. Seçiciler, ülkenin edebiyat ya da gazetecilik elitinin, yayın dünyasının, satış rakamlarının ne dediğine bakmaksızın, okudukları yazının kendi hayatlarına nasıl dokunduğunu gözeterek seçim yapan gençler olunca, ortaya toz tutmuş bir antoloji çıkması pek mümkün değil. Kendini türlere ve mecralara hapsetmemesi de serinin özgürleştirici etkisini pekiştiriyor. Bir yıl içinde dergilerde yer alan denemeler, hikâyeler, şiirler, makaleler, haber-röportajlarla birlikte o yıl yayımlanan kurmaca ve kurmaca dışı kitaplardan pasajlar ve, yerine göre, bir blog yazısı, bir ilan metni, hatta Twitter mesajları bile seçkiye dâhil olabiliyor.
On dört yılda on dört “En İyi Amerikan Zorunlu Olmayan Okumaları” seçkisi yayımlandı ama ben Eggers’ın son kez editörlük yaptığı[vi] 2013 tarihli antolojiden birkaç örnek vereyim: Bağımsız gazetecilik sitesi ProPublica‘da yayımlanmış, Guatemala ordusunun 1982’de köyleri basarak yaptığı korkunç katliamla ilgili hafıza ve adalet arayışını anlatan sekiz bölümlük çok çarpıcı bir yazı dizisi seçkiye dâhil. Romancı Jennifer Egan’ın o yıl New Yorker’da 47 bölüm hâlinde yazdığı, ilk olarak derginin Twitter hesabından parça parça yayınlanan “Black Box” (Kara Kutu) adlı bilimkurgusal hikâye de öyle. Bol mizah var, hatta çizgi bantlar var seçkide. Ölümü, yalnızlığı, aşkı, ayrılığı anlatan hikâyeler var. “Bir Parçacık Hızlandırıcısı Hakkındaki En İyi Amerikan Şiiri” başlığı altında Sibirya’daki hayali bir fizik laboratuvarını anlatan Brendan Todt imzalı bir şiir de var.
İki yıl önce bu antolojide okuyup, hâlâ neredeyse satır satır hatırladığım yazı ise “En İyi Amerikan Dönem Sonu Ödevi” başlığı altında kendine yer bulmuş. 2012’de yayımlanan Kurt Vonnegut: Letters (Mektuplar) kitabından bir alıntı bu; 1965-1967 yıllarında Iowa Yazarlar Atölyesi’nde ders veren Vonnegut’un öğrencilerine dönem sonu ödevlerini anlattığı bir sayfalık bir metin. Ödev tarifini Hamlet‘te Kral Cladius’un danışmanı ve Ophelia’nın babası olan karaktere atıfla “Poloniøus” diye imzalayan Vonnegut, öğrencilerinden bir hikâye seçkisi okumalarını, sonra o seçkideki hikâyelere kendilerince not vermelerini, en beğendikleri üç hikâye ile en beğenmedikleri üç hikâye üzerine bir derginin yayın yönetmenine sunulacakmışçasına yazılmış birer editör raporu hazırlamalarını istiyor. Vonnegut’un öğrencilerine talimatı her editöre (ve her antolojiste) kılavuz olabilecek nitelikte:
Akademik bir eleştirmen gibi yapmayın bu işi; ne de sanat sarhoşu bir insan ya da edebiyat piyasasındaki bir barbar gibi yapın. Bu işi hikâyelerin nasıl başarılı ya da başarısız olabileceği konusunda bir miktar pratik sezgisi olan duyarlı bir insan gibi yapın. İçinizden geldiği gibi övün ya da yerin dibine batırın ama bunu düz ve pragmatik bir şekilde, rahatsız edici ya da tatmin edici ayrıntılara şeytansı bir dikkat göstererek yapın. Kendiniz olun. Özgün olun. İyi birer editör olun. Tanrı biliyor ki, Evren’in daha fazla iyi editöre ihtiyacı var.
E.M. Cioran, sonradan Cahiers: 1957-1974 (Defterler) adıyla yayımlanacak olan günlüklerinde daha 1960’da ilan etmiş niyetini: “Saint-Simon’dan Tocqueville’e uzanan bir portre antolojisi yazmaya koyulmalıyım. Bu benim insana veda edişim olacak.” Cioran’ın 1960’lı yıllarda bu antoloji üzerinde yoğun biçimde çalıştığını da yine günlüklerinden biliyoruz ama kitap ancak 1996’da, yazarın ölümünden bir yıl sonra yayımlanmış.
L’Anthologie du portrait: De Saint-Simon à Tocqueville (Portre Antolojisi: Saint-Simon’dan Tocqueville’e) hem Cioran külliyatındaki diğer bütün kitaplardan farklı bir eser hem de bir seçki olarak eşi benzeri pek yok. Romanya doğumlu ama yaşamayı seçtiği ülke ve yazmayı seçtiği dil itibariyle “Fransız” da sayabileceğimiz[vii] Cioran, seçkisine “baş döndürücü bir karakter” dediği Saint-Simon ile başlıyor ve on sekizinci yüzyıl Fransası’nda yaşamış yirmi beş yazarın kitaplarından, daha ziyade binlerce sayfayı bulan hatıratlarından yaptığı alıntılara dayanarak, aynı dönemin kırk iki önemli şahsiyetinin portresini çıkarıyor.
Fragmanlar hâlinde bir çalışma, iç içe geçen, çok sesli bir pastiş bu; her portrede sadece o insanın değil, onu anlatanların da, yaşadıkları toplumun da karakterini kavramaya başlıyorsunuz okurken, daha önemlisi, şekillendirici etkisini bugün dünyada ve Türkiye’de hâlâ hissettiğimiz kritik bir çağın çehresini çiziyor kitap. Boşuna “iç içe” demiyorum: Cioran’ın seçkisi, Joubert’i Chateaubriand’ın Chateaubriand’ı da Joubert’in kelimeleriyle tanımamızı sağlıyor. Madame de Stäel, Chateaubriand, Madame de Rémusat üçü birden Talleyrand’ı anlatıyor; sonra dönüp Talleyrand’dan Sieyès’i okuyoruz. Portreleri böyle parça parça oluşturulmuş isimler arasında Jean-Jacques Rousseau da var, Napoléon Bonaparte da, Marquise de Deffand da, Madame Roland da.
Bu zengin seçkiyi bence asıl özel kılan şeyse, Cioran’ın sayfalarda can vermek için bunca uğraştığı bir dönemi yüceltmeyen, aksine kıyasıya eleştiren yaklaşımı. Tarih ve Ütopya‘yı, Çürümenin Kitabı‘nı, Burukluk‘u okuyanlar bilir; “şüpheyi yerkürenin derinliklerine kadar ekmekten” söz eden bir düşünürdür Cioran; ve, esasen, on sekizinci yüzyıl Fransası’nın ruhuna tamamen zıt bir duruşa sahiptir. “Portre Antolojisi”nde çağın seslerini bize taşırken de son sözü kendisi söylemeyi ihmal etmiyor. Ansiklopedistlerden “illüzyon amatörleri” diye bahsetmesini yadırgamıyoruz hâliyle; ne de Jakobenlere hakkını verdiği şu sıfatlar silsilesi bizi şaşırtıyor: “Kana susamış, rafine ve incelikli hatipler, ideolog kılığına girmiş barbarlar!” Toplumu “bir kurtarıcılar cehennemi” olarak gören adamın, insana bu kitapla veda etmesi anlam kazanıyor birden.
Antoloji, adını edebiyat tarihinin en hazin davalarından birine konu olan ünlü mısradan almış: I am the Love that dare not speak its name. Lord Alfred Douglas’ın 1894’te yayımlanan “Two Loves” (İki Aşk) adlı şiirinin son mısraıydı bu, ve bir yıl sonra, Lord Alfred’in sevgilisi Oscar Wilde’a mahkemede sorulacaktı: “Adını söyleyemeyen aşk nedir?” Wilde, müşteki olduğu davada homoseksüellikten yargılanan bir sanık durumuna düşmüştü; soruya Platon’dan, Michelangelo’dan, Shakespeare’den dem vurarak cevap verdi, sözü edilenin “yaşlı bir erkeğin genç bir erkeğe duyduğu incelikli, entelektüel ve asla gayrıtabii sayılmaması gereken” bir sevgi biçimi olduğunu anlattı. Sonrası, Pentonville’den Reading Zindanı’na uzanan iki yıl kürek hapsi ve sonsuzluğa bırakılan bir ballad ile bir mektup.[viii]
Alt başlığı “Gay ve Lezbiyen Aşk Şiirleri” olan bir antolojiye bundan daha klasik bir ad konamazdı sanırım: Love Speaks its Name (Aşk adını söyler). Başta, “kanonik” iddiası olan editörlerden uzak duracağım dedim ama şimdi bu seçki üzerine yazarken tekrar düşünüyorum; Amerika’da bir “şiir eliti” ya da “şiirin bir müesses nizamı”– ne berbat tamlamalar bunlar, şiirin tabiatına nasıl da aykırı – varsa eğer, şu anda onun tepesinde bu antolojinin editörü olan J.D. McClatchy oturuyor zira: Kendisi Yale’de İngilizce profesörü; aynı üniversitenin yayımladığı ve iki asırlık geçmişi olan edebiyat dergisi Yale Review 1991’den beri onun yayın yönetmenliğinde çıkıyor; aynı zamanda, Amerikan Şairler Akademisi’nin başkanı. Tabii, seçkinin, adı üstünde “herkesin kütüphanesinde” olması gereken, yani büyük ölçüde “klasikleşmiş” kitaplara ayrılan Everyman’s Library koleksiyonunun bir parçası olarak Knopf tarafından yayımlandığını da not etmeliyim.
Ama bir de etiketi, unvanı, mevkiyi bir tarafa bırakarak bakalım: Elimizde güçlü bir şair tarafından seçilip derlenmiş, çok güçlü şairlerin çok güçlü şiirlerinden oluşan bir kitap var; adını, bundan sadece yüz yirmi yıl önce İngiltere’deki bir ceza davasında suç delili sayılabilmiş bir mısradan alıyor; üstelik – Anglosaksonlar için bu artık pek geçerli olmasa bile – Türkiye dâhil birçok ülkede zihnini heteroseksüel kalıplara hapsetmiş güruhun, bırakın müesses nizam eliyle taçlandırmayı, telaffuzundan bile hazzetmediği aşkların şiirlerini söylüyor bize. Bu kadarı, McClatchy’nin seçkisini özel kılmaya yetiyor benim için.
İlk bakışta, bütün “büyükler” bu kitapta gibi. Michelangelo’nun Se l’immortal desio (Eğer ölümsüz arzu…) diye başlayan “Yanlış Yorumlanmış Aşk” sonesi var mesela; tabii ki Virgil, Sappho ve Shakespeare, tabii ki Walt Whitman ve W.H. Auden, tabii ki Kavafis ve Lorca var. Djuna Barnes, Gertrude Stein ve – berraklığıyla, keskinliğiyle bence eşsiz – Elizabeth Bishop’ın âşık oldukları kadınlar için yazdıkları şiirler var. Hatta, ki burada kanondan ayrılıyoruz, Broadway’deki kariyeri olumsuz etkilenmesin diye eşcinselliğini gizlerken, güftelerinde daha cesur olan (“Don’t Fence Me In“de tahta perdenin ötesine geçmek istiyor mesela, “Bırak akşam esintisinde kendim olayım” diye yakarıyor) besteci Cole Porter bile var.
Seçkiyi okudukça, şairlerin “kendileri gibi” olamadıkları, hayatlarını dilediklerince özgür ve dürüst yaşayamadıkları zamanlarda bile yazarak dik durabildiklerini, mısralarıyla kendi hakikatlerine sadık kalmayı başardıklarını anlıyorsunuz. Edebiyatın, şiirin gücü gerçeği görünür kılabilmesinde, aşkın her şekline adını söyleten de bu. McClatchy ne kadar güzel anlatmış:
Buradaki şiirlerin tümü, içlerinde taşıdıkları aşk arzusu asırlar boyu kınanmış ve eziyet görmüş olan erkekler ve kadınlar tarafından yazıldı. İlk zamanlarda bu onları arzularını kisvelemeye zorluyordu. Ama zaten şiir de bu işe yarar. Bir şeyi gizlemek onun üzerini örtmektir; bir şeyi kisvelemek ise onu açığa çıkarmaktır fakat sadece nereye ve nasıl bakacağını bilenler açısından. Şiirin bütün kuralları tecrübeyi kodlamak, onu daha az bariz ve bu sayede daha sahici kılmak üzere geliştirilmiştir. Nihayetinde, eğretileme yapmak da bir şeyi olmadığı şekilde tarif etmektir ki o şeyin ne olduğunu daha iyi anlayabilelim.
Bu antolojiyi farklı kılan bir diğer özellik de, McClatchy’nin, şiirleri konu aldıkları girdabın değişik merhalelerini tarif eden altı başlık altında derlemesi olmuş: Hasretini çekmek, Bakmak, Sevmek, Kendinden geçiş, Huzursuzluk ve Sonrası. Bu ayrıma uygun seçimler, aşkın aslında bir duygular manzumesi olduğunu, coşkuyu, sevinci, kederi, öfkeyi, kudreti ve zaafı, güveni ve güvensizliği içinde barındırdığını, insanı hayata bağladığı gibi hayattan koparabildiğini, plansız başlayıp plansız bittiğini, bazen başlamadan başladığını, bazen bitince bitmediğini hatırlatıyor.
Love Speaks its Name’in büyük eksikliği ise sadece Batı şiirine bakması, daha ziyade Amerikan ağırlıklı olması; Arap ve Fars şiirinden, Divan Edebiyatı’ndan, çağdaş Türkçe şiirden, ve tabii, Rusçadan, Çinceden, Japoncadan, Urducadan, Kürtçeden böyle bir antolojiye ne denli zengin katkılar yapılabileceğini hayal edebiliyorum. Amerikan şiiri kapsamında ise bir eksik özellikle dikkatimi çekti; James Merrill, Frank O’Hara, James Schuyler gibi 1920’lerde doğmuş önemli şairler seçkide temsil ediliyor, ama onlarla aynı kuşaktan olan ve o da gay kimliğiyle bilinen John Ashbery nedense yok. Merak edip, yine McClatchy’nin editörlüğünü yaptığı bir başka antolojiye, The Vintage Book of Contemporary American Poetry‘ye (Vintage Yayınları’nın Çağdaş Amerikan Şiiri Kitabı) de baktım, Ashbery orada vardı.
“Ne kadar unutabilirsen unut, unutuşun sırlarını bulamayacaksın” der Maurice Blanchot.[ix] Edebiyat, neyi niye hatırlayıp neyi niye unuttuğumuzun sırrına erme çabasını hiç terk etmedi; romancılar, hikâyeciler, şairler, denemeciler dipsiz bir kuyu gibi içine eğildikleri hafızanın parlak karanlığından asırlardır ayırmadılar gözlerini, ayırmıyorlar. Jonathan Lethem’ın derlediği antoloji ise unutuşun en uç noktasına bakmayı seçen yazarların eserlerinden bölümleri bir araya getiriyor; bunu yaparken, basit bir soruyla baş başa bırakıyor bizi: Kendini bir anda kimliğinden ve geçmişinden bihaber, bembeyaz bir kâğıt gibi boş ve dolayısıyla boşlukta bulan karakterler, edebiyatçılar için neden bu denli cazip?
Bu soruya döneceğim, ama önce biraz Lethem’dan söz etmek istiyorum; 1964 doğumlu Amerikalı yazarın romanlarında anlattığı şeyle The Vintage Book of Amnesia: An Anthology of Writing on the Subject of Memory Loss (Vintage Yayınları’nın Amnezi Kitabı: Hafıza Kaybı Üzerine Yazıların bir Antolojisi) adlı seçkide topladığı hikâyeler birbirinden hiç uzak değil çünkü. Kendi tarifiyle “1970’lerin çocuğu” Lethem. (Aynı kuşağa mensup ve başka bir kıtada bile olsa benzer bir ortamda yetiştiğimden sanırım, hayata dair çok şey anlatan bir tarif bu benim için.) Babası, avant-garde bir ressam, annesi gözüpek bir aktivist; onlarla ve kardeşleriyle birlikte New York’ta bir komünde, bohem sanatçılar arasında, siyaset ve edebiyatla iç içe geçen bir çocukluk. Lethem daha küçücükken annesi Washington’daki Vietnam Savaşı karşıtı bir eylemde tutuklanıyor; ilkokul yıllarını o mitingden bu mitinge slogan atıp pankart taşıyarak geçiriyor ve henüz 13 yaşındayken bir beyin tümörü annesini alıyor bu hayattan. Bilim-kurgu, mizah, polisiye, bir yanıyla popüler kültüre sıkı sıkıya bağlı olan gerçekçi romanlar; Türkçeye sadece iki kitabı (Öksüz Brooklyn ve Yok) çevrilen Lethem bütün bu türleri denemiş çok üretken bir yazar ama ne kadar çok ve hangi türde yazarsa yazsın, erken olgunlaşmanın ve erken öksüzleşmenin izleri bütün kitaplarına hâkim. Kendi ifadesiyle: “Kitaplarımın hepsinin merkezinde bu devâsâ, uğuldayan boşluk var – dil yitirilmiş veya birisi ortadan kaybolmuş, veya hafıza silinmiş. Oldum olası bir boşluğun etrafında yazıyorum ve sanırım bunun niçin olduğunu size açıklamam gerekmiyor.”[x]
The Vintage Book of Amnesia da, Lethem’ın elinde, esas itibariyle “boşluğun antolojisi”ne dönüşmüş. Hafızanın silindiği yerde ne başlıyor, nasıl başlıyor, o boşluk nasıl doluyor ya da dolması mümkün mü? Lethem’ın seçtiği hikâyeleri bu yazı vesilesiyle yeniden okurken, “boşluğu” okumanın nasıl da rahatsız edici – dolayısıyla da insanı kendine getiren – bir yönü olduğunu hatırladım, hikâyeleri daha önce okumuş olmanın hafifletmediği bir etki bu. Buz’da bize itimat edilmesi imkânsız bir anlatıcının ağzından, kıyametle burun buruna isimsiz kahramanların isimsiz yerlerdeki varolma çabasını anlatan Anna Kavan’ı düşünün, ya da Son Şeyler Ülkesinde’yi, 1984’ü, ve tabii, Dava’yı; her okuduğunuzda aynı etkiyi hissetmiyor musunuz? Lethem, seçkisine hem Kavan’ın Julia and the Bazooka adlı kitabından bir hikâye almış hem de antolojinin sonuna eklediği “Amnezi Edebiyatı” başlıklı listede Buz’a yer vermiş; Paul Auster, George Orwell ve Franz Kafka’dan alıntı yok ama üçünün de belirttiğim kitapları sondaki listede var. Seçkiye hikâyeleriyle dâhil olanlar arasında Walker Percy, Flann O’Brien, Donald Barthelme, Kelly Link gibi benim için çok özel bazı yazarların yanı sıra Cortázar, Borges, Murakami, Nabokov ve Oliver Sacks’ı da saymalıyım. Lethem ayrıca hem kendi hikâyelerinden birini seçkiye almış hem de bir kıyamet-sonrası bilim kurgusu örneği olan Amnesia Moon (Amnezi Mehtabı) romanını sondaki listeye katmış.
Antolojinin önemi biraz da “Amnezi Edebiyatı”na başlı başına bir tarz, bir genre olarak bakmayı denemesinden kaynaklı. Lethem, kısa sunuş yazısına şu tesbitle başlıyor:
Hakiki, teşhis edilebilir amnezi – insanların kafalarına bir darbe alıp isimlerini unutuvermesi – büyük ölçüde bir şehir efsanesidir. Bu, ender rastlanan ve genellikle de çok kısa süren bir durumdur. Oysa, kitaplarda ve filmlerde, Görevimiz Tehlike dizisinin bölümlerinden metakurmacanın[xi] ve absürdizmin başyapıtlarına kadar aradaki düzinelerce farklı durakla birlikte her yerde amnezi kol geziyor.
Lethem’ı burada bir edebî tarz görmeye iten tam da bu: Amnezi, tıbbî bir vaka olarak çok nadir yaşansa da, olay örgüsünü ani ve tam bir hafıza kaybının üzerine inşa eden ya da müzmin bir varoluş sendromu olarak karakterlerine amneziyi reva gören veya en azından bir metafor, bir tür modern ruh hali gibi havada asılı tutan hikâyelerin sayısı hiç de az değil. “Edebî amnezinin büyükbabalarının Avrupalı olduğuna şüphe yok” diyor Lethem, Kafka ve Beckett’ı işaret ederek. Ama bu tarzı günümüzde daha ziyade “Amerikan” haletiruhiyesinin bir yansıması olarak gördüğünü de ekliyor. Freud’un etkisi, psikanalitik metaforların popüler kültürün bir parçası hâline gelmesi, geçmişi ve bugünüyle film noir, ve tabii, şimdilerde özellikle sinema versiyonları çok popüler olan kıyamet sonrasına ilişkin hikâyeler bir genre olarak amnezi edebiyatını besliyor. Lethem, ayrıca, “kolektif siyasi amnezi” tarzının örnekleri olarak Orwell, Huxley ve Yevgeniy Zamyatin’den bahsetmeyi de unutmamış.
Bu edebî tarz meselesine fazla takılmamak gerektiğini ise Lethem’ın kendisi teslim ediyor; “Genre çöldeki serap gibi bir şeydir, sadece belli bir mesafeden görünür. İyice yaklaşın, birbiriyle ilişkisiz parçacıklara ayrılıp atomize olur” dedikten sonra, şöyle noktalamış sunuşunu: “Genre’lar, özellikle de bu genre yok olmak ve unutulmak üzere yapılmıştır. Bu sunuşu da unutun. Buyrun size birkaç hikâye. Buyrun size bir kitap.”
Aşiyan Müzesi’ni gezenler bilir; Tevfik Fikret’in hayatının son dokuz yılında inzivaya çekildiği evin bir duvarında sağlığının büsbütün kötüleştiği günlerde yaptığı karakalem bir otoportre asılıdır, üzerinde “güleriz ağlanacak halimize” yazar. Böyle buruk bir sözün günlük dilimizde bir nevî klişeye dönüşmüş olması, bizim memleketin hâllerine gayet uygun. İsyanının da umutsuzluğunun da kaynağını bu sözün tarif ettiği çelişkide bulan, bu çelişkiyi başlı başına bir edebî tarz, bir sanat, hatta bir varoluş biçimi olarak yeniden üretenler, klişelere katlanamazlar oysa. Onlarınki kendileriyle ve toplumla alay edebilecek kadar cesur, dokunulmadık kurum ve kişi bırakmayacak kadar başınabuyruk bir gülüştür; neşeli ve iyimser değildirler, canları acırken güldürür, güldürerek direnirler. Yaptıkları bu işe, André Breton sayesinde, “kara mizah” diyoruz.
Sürrealizmin kurucusu olan Fransız şair, Anthologie de l’humour noir‘ı (Kara Mizah Antolojisi) 1939’da yayımladığında sadece okurlara türündeki ilk seçkiyi sunmakla kalmıyor, aynı zamanda bütün bir tarza, kısa zamanda dünyanın pek çok diline yerleşecek olan adını veriyordu. Bu antoloji 1947 ve 1966’da iki baskı daha yaptı. Breton, 1966 mayısında– ölümüne dört ay kala– üçüncü baskıya yazdığı kısa önsözde, seçkisine niye yeni eklemeler yapma gereği duymadığını açıklarken, kitabın “mevcut hâliyle zaten bir döneme mührünü vurduğunu” belirtmişti:
Sadece şunu hatırlayalım ki bu kitap ilk çıktığında ‘’kara mizah’’ sözü kimse için bir şey ifade etmiyordu (‘’Zenciler’’e özgü olduğu varsayılan bir şakalaşma biçimini işaret etmesi hariç.) Bu deyim ancak sonraları sözlükte yerini buldu: kara mizah kavramının talihinin ne denli açık olduğunu da hepimiz biliyoruz. Her şey, kara mizahın canlılığını koruduğunu ve görsel sanatlar yoluyla (özellikle bazı haftalık dergilerdeki çizgi romanlarla) ve filmle (en azından ana akım yapımların emniyetli güzergâhından ayrılındığı müddetçe) olduğu gibi sözlü olarak da (‘’Bloody Mary’’ şakası denen türden esprilerle) yayılmaya devam ettiğini düşündürüyor.
Breton, hem kara mizahın sadece yazıyla, edebiyatla sınırlı kalmadığı, popüler kültürün başka kanallarından da yaygınlaşmaya başladığına ilişkin gözlemlerinde hem de bu tarzın “vaftiz babalığını” üstlenen seçkisinin bir döneme mührünü vurduğu konusunda haklıydı.
Bununla birlikte, Breton da bizzat bu tarifi yaparak kabul ediyordu ki, “kara mizahın gerçek atası” Jonathan Swift’tir. 1667 Dublin doğumlu Swift, İngilizcenin en büyük hiciv ustasıydı;[xii] Breton ise, seçkisindeki ilk yazıları Swift’ten alarak, Gulliver’ın yaratıcısının yaptığı işe yeni bir ad verdi. Breton’a göre, Swift’ten önce “kara mizah” sayılabilecek inceliğe ve keskinliğe sahip bir hiciv anlayışının tutarlı izlerini bulmak imkânsızdı. Voltaire’in aksine Swift’in “mükemmelleşmiş bir Rabelais” olduğunu kabul etmiyordu Breton; Rabelais’nin masum mizahından, sarhoş şakalarından eser yoktu Swift’te, ne de Voltaire gibi “şeyleri mantıkla algılayan, asla duyguyla algılamayan” biriydi Swift, aksine, öfkesi hiç eskilmeyen bir adamdı. “Swift’in ‘kahkaha attırdığı ama kahkahaya katılmadığı’ söylenmiştir. Bizim anladığımız anlamıyla mizah, tam da bu sayede, Freud’a göre mündemiç bir parçası olan bilinçaltını dışavurur ve salt komik olanı aşar.”
Breton, bu cümlelerde, kara mizahtan ne anlaşılması gerektiğinin de iyi bir özetini veriyor. Antolojide Swift’i, Marquis de Sade, Thomas de Quincey, Edgar Allan Poe, Lewis Carroll, Nietzsche, Arthur Rimbaud, O. Henry, André Gide, Raymond Roussel, Francis Picabia, Guillaume Appollinaire, Franz Kafka gibi yazarların eserleri izliyor; Marcel Duchamp, Pablo Picasso ve Salvador Dalí’den alıntılar da, zaten genel olarak sürrealistleristlerin ağırlığıyla dikkat çeken seçkinin bir parçası.
Enis Batur kendi Kara Mizah Antolojisi’ne[xiii] 1985’te yazdığı önsözde, “gerçeküstücü anlayışın neredeyse abartılı biçimde öne çıktığı” bir derleme olarak nitelendiriyor Breton’un seçkisini, yer verilen yazarların yarıdan fazlasının Fransız olduğunu da hatırlatarak. Batur, “ilk gençlik yıllarımızda başucu kitaplarımızdan biri(ydi)” diye söz ettiği seçkideki 45 yazardan sadece 17’sine kendi kitabında yer vermiş, bazen de aynı yazardan farklı metinler tercih etmiş. O da Swift’le başlayıp Sade’la devam ediyor ama, örneğin, Breton’un aksine, Rimbaud’nun “Kara Mizah Antolojisi’nde yer almayacağı” görüşünde Batur; “Kafka’ya hiç yer vermedim, çünkü yapıtın baştan uca Kara Mizah sayılması gerektiğini, herhangi bir parçanın bütünden ayrılıp sergilenmesinin doğru olmadığını düşünüyorum”[xiv] diyor. Queneau ve Ionesco’nun[xv] Breton’la araları kötü olduğu için antolojiye giremediklerini düşünüyor ve her iki yazara da sayfalarını açmış.
Batur’un Kara Mizah Antolojisi’nde Mark Twain, Salinger, Joseph Heller, Kurt Vonnegut (Tomris Uyar’ın çevirdiği, sonradan Kodes Kuşu adıyla da basılan Hapishane Kuşu romanından çarpıcı bir pasaj) ve Slyvia Plath’dan (Cevat Çapan’ın çevirdiği “Lady Lazarus” şiiri) alıntılar Breton’un kitabında büyük ölçüde eksik kalan Amerikan kara mizahını temsil ediyor. Batur ayrıca, Flaubert’in– Breton öldüğü yıl basılan, dolayısıyla da antolojiye giremeyen– “yazma”larına da, başlı başına bir kara mizah anıtı sayılabilecek Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü’nden[xvi] kısa bir seçkiyle yer vermiş.
Kitabın bence en kıymetli yönü Türkiye’de daha önce (ve daha sonra) pek girişilmemiş bir işe soyunarak Osmanlı edebiyatından 1980’lere uzanan dönemde Türkçedeki kara mizah örneklerini tarayıp sergilemesi. Okudukça, bunun ziyadesiyle zor bir iş olduğunu daha iyi anlıyorsunuz, zira kara mizah yapmak zor bir iş ve bunu Türkçe yapmak bizim diyarın siyasi ve toplumsal özellikleri nedeniyle büsbütün zor. Batur’un önsözdeki vurguları, bugünün Türkiyesi için de geçerli ve önemli:
Bizde Nefî’den Can Yücel’e, Cem’den Tan Oral’a, Karagöz’den Ferhan Şensoy’a uzanan geniş bir yelpazede mizahın günlük yaşama da damgasını vurduğunu kanıtlayan ustalar ve onları popüler kılan somut bir ilgi vardır. Ama Kara Mizah konusunda durum çok farklıdır: Altı yüzyılı aşkın bir süre Baba, Töre, Devlet, İnanç dörtlüsünün yoğun baskısı altında yaşanmış topraklarda mizahın renginin koyulaşması için gereken köktenci başkaldırı dozuna ulaşılamamış, ulaşıldığında da yaygınlaşmayı önleyecek ölçüde simgesel bir anlatıma başvurma zorunluluğu doğmuştur. Kara Mizah için dokunulmazlığı olan kişi, kurum ya da düşünce yoktur. Bizde Kara Mizahın serpilmesini engelleyen işte bu seddi zorlayacak cüretten yoksun olunmasıdır.
Bu kaydı düşmesine rağmen, Nef’î, Kâni ve Eşref’le başlayıp, Orhan Veli’yi, Aziz Nesin’i, Salâh Birsel’i, Cemal Süreya’yı, Ece Ayhan’ı, Leylâ Erbil’i, Oğuz Atay’ı gören ve Selim İleri’ye, Mehmet Güreli’ye, İzzet Yaşar’a varan genişçe bir seçki sunuyor bize Batur. Benim ilgimi en çok çekenlerden biri, sanat tarihçisi Sezer Tansuğ’un sözünü hiç sakınmadan – Batur’un da dediği gibi – “yırtıcı bir yaklaşımla” yeteneksiz ressamları, mimarları, eleştirmenleri, heykeltraşları, bu arada da cami kubbeleri ile bu ülkenin “İslami çağlarını” küçümseyen Cevat Şakir Kabağaçlı’yı ve leş gibi kokan İzmir Körfezi’ni tek tek buruşturup attığı hepi topu iki sayfalık “İzmir Havası” yazısı. Batur’un, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sından kısa bir bölüme “Kara Mizah açısından da okunmalıdır” diye yer vermesi de ilginç. Muzaffer İzgü ve Rıfat Ilgaz gibi ilk anda akla gelebilecek bazı yazarların ismini anmış ama ürünlerine yer vermemiş Batur, mizahlarının “renginin yeterince koyulaşmadığını” düşündüğü için sanırım.
Türkiye’den yaptığı seçkilerin başına yazdığı çerçeve yazısında kıstaslarından söz ediyor. Agâh Sırrı Levend’in şu cümlesi Osmanlı dönemine ilişkin bir hüküm: “Esefle kaydetmek gerekir ki, eski edebiyatımızda âsaba değil de zekâya hitap eden mizahî eser çok azdır.” Ancak Batur, incelikli bir alaycılığın yerini zorbalığa ve sövgüye bırakması sorununun Cumhuriyet döneminin ilk yazar kuşağı için de geçerli olduğu kanısında. “Hafif mizah” bu antolojinin konusu değil, dolayısıyla “bu üslûbun en incelikli örneklerini” veren Haldun Taner de burada yok. Batur yine sözünü esirgememiş:
Sorun, apaçık ki totem ve tabu kavramlarının etrafında gözükmektedir. Dikkafalı, isyankâr, giderek çileden çıkartıcı yanı ağır basan bir sözün peydahlanabilmesi için totem’e tabanca çekmek, tabu’ya ise siğmek gerekiyorsa, bunun bedelini de peşin peşin kabullenmek gerekir. Cumhuriyet dönemi mizahçısı için binlerce kovuşturma açıldığı doğrudur tabii, gene de kimsenin ödenemeyecek bir faturayı göze aldığını söyleyemeyiz, sanıyorum.
İş, cesarette düğümleniyor. Türkiye gibi fikrini söylemenin bedelinin hâlâ linç, hapis ve hatta ölüm olabildiği bir ülkede kara mizaha cüret edenlerin sayısının artmaması beni pek şaşırtmıyor aslında. Batur’un antolojisi ilk baskıyı yaptığında 12 Eylül kâbusu üzerimizdeydi; otuz beş yıl sonra, zihniyeti ve anayasasıyla bence hâlâ egemen. Bugün bir seçki yapılsa, Türkiye’den hangi kara mizah örneklerine yer vermek şart olurdu? Batur’a antolojisini güncellemeyi düşünüp düşünmediğini sordum. “Düşünmüyorum” dedi. Üzüldüm.
Üç arkadaş, bir bahar akşamını daha, o günlerde hep yaptıkları gibi birlikte yiyip içerek, kitaplardan, yazarlardan ve yazma biçimlerinden, kimin nasıl yazdığından, nasıl yazmak istediklerinden ve kimleri okumayı sevdiklerinden konuşarak geçirirken sohbetin en koyu yerinden doğmuş bu antoloji. Yıl: 1937. Yer: Buenos Aires.
Aralarındaki tek kadın, o sırada otuz dört yaşında. Daha yirmisine gelmeden Paris’te resim çalışmış, Fernand Léger ve Giorgio de Chirico’nun öğrencisi olmuş ama sonra kelimeleri imgelere tercih ettiğine karar verip, ülkesine dönmüş, yazmaya başlamış. İlk hikâye kitabı birkaç ay önce yayımlanmış.
Erkeklerden biri henüz yirmi üç yaşında. Yayımlanmış iki hikâye kitabı var, daha romanlarını yazmamış. Dört yıldır kadının sevgilisi, aralarındaki on bir yaş farkı çekici buluyor.
Diğer erkek otuz dokuz yaşında. Kadınla ve genç erkekle beş yıl önce tanışmış, ikisiyle ayrı ayrı yakın arkadaş. Şiir ve deneme kitapları var, popüler bir dergide köşe yazıları yazıyor ama daha ziyade, başta bir gazetede tefrika edilen, iki yıl evvel de Historia Universal de la Infamia (Alçaklığın Evrensel Tarihi) adıyla yayımlanan kitabıyla ün kazanmış.
Evet, Arjantinli yazarlar Silvina Ocampo, Adolfo Bioy Casares ve Jorge Luis Borges’ten söz ediyorum. Bu üç arkadaşın o akşam hazırlama kararı verdikleri kitap, üç yıl sonra, 1940’da Antología de la literatura fantástica (Fantastik Edebiyat Antolojisi) adıyla yayımlandı. Bugün artık ikonik sayılabilecek bir seçki bu; ve bu niteliğini, üç yazarının– o sırada daha başlangıcında oldukları– olağanüstü yazarlık kariyerlerine borçlu değil sadece.
Ocampo, Bioy Casares ve Borges’in o dönemde en sevdikleri hikâyeleri, şiirleri, denemeleri, fragmanları bir araya getirdikleri antoloji, fantastik edebiyatın en iyi ve kendi içinde büyük çeşitlilik arz eden örneklerinden birçoğunu İspanyolcaya ilk kez aktarmakla, belki bütün bir kıtanın edebî kaderini de etkiledi. Fantastik edebiyat biraz da bu seçki sayesinde Latin Amerika’da tanındı, benimsendi, genç yazarlar için ilham kaynağı ve model oldu, yeni fantastik edebiyat örneklerini ve “büyülü gerçekçilik” diye bilinen edebiyat hareketini yıllarca besledi.
1965 ve 1976’da üçlü tarafından gözden geçirilip genişletilen seçkinin son hâlinde, İ.Ö. dördüncü yüzyılda yaşamış Çinli filozof Zuangzi’nin bir hikâyesinden İ.S. birinci yüzyılda yaşayan Petronius’un Satyricon’una, 1927’de intihar eden Japon yazar Ryūnosuke Akutagawa’nın bir hikâyesinden Joyce’un Ulysses’inden bir parçaya, Edgar Allen Poe’nun 1846 tarihli kısa hikâyesi “Amontillado Fıçısı”na[xvii] kadar yok yok. Tolstoy da, Maupassant da, Swedenborg da, Saki de, Hawthorne da, Cortázar da, Voltaire de, Yeats de, Kipling de, Kafka da, Martin Buber ve Lewis Carroll da bu zengin seçkide yerini bulmuş. Ayrıca, Ocampo, Bioy Casares ve Borges’in yazıları da. Bir de tabii, antolojinin yıllardır sırrını ele vermeyen yazarı Ah’med Ech Chiruani’nin “Los ojos culpables” (Suçlu Gözler) adlı minicik hikâyesinden söz etmeliyim. Chiruani’nin müstear isim olduğu kesin ama hikâyeyi Borges mi, Ocampo mu, Bioy Casares mi yazdı, yoksa ortak bir üretim mi; o konuda rivayet muhtelif.
Hikâye anlatarak toplumları değiştirmek mümkün mü?
Colum McCann’in bu soruya cevabı “evet” ve McCann, bu cevap nedeniyledir ki, hem Narrative 4 adlı uluslararası oluşumun hem de The Book of Men: Eighty Writers on How to be a Man (Erkeklerin Kitabı: Seksen Yazarın Kaleminden Nasıl Erkek Olunur) adlı antolojinin yaratıcısı. Çok özel bir antoloji bu, ama önce Narrative 4’un ne olduğunu biraz anlatmak istiyorum.
Narrative, sözlük anlamıyla, “hikâye” ya da “anlatı” demek.
Dönsün Koca Dünya, Dansçı gibi romanlarıyla bizde de bir okur kitlesi olan 1965 Dublin doğumlu McCann de şöyle tarif ediyor Narrative 4’un çıkış noktasını: “Hikâye anlatan gençlerin Birleşmiş Milletler’i gibi bir şey bu. Arkasında yatan esas fikir, sahip olduğumuz tek gerçek demokrasinin hikâye anlatmak olması. Sınırlar, hudutlar, cinsiyetler, zenginlik, yoksulluk ötesi bir şey bu– herkesin anlatacak bir hikâyesi vardır.”[xviii]
2004 kışında New York Üniversitesi’nde Bloomsday’in yüzüncü yıldönümü vaktinden birkaç ay erken kutlanırken[xix] ortaya atılan bir fikir, üç İrlandalı romancı Angela’nın Külleri’nin yazarı Frank McCourt, Boğa Güreşi’nin yazarı Roddy Doyle ve McCann’in aklına yerleşmiş: Dünya çapında kâr amacı gütmeyen bir örgüt kurup, gençlerin birbirlerine kendi hikâyelerini anlatarak bir araya gelmesini sağlayalım. Narrative 4 bugün İrlanda, ABD, Meksika, Güney Afrika, Afganistan, Haiti ve Gazze gibi farklı diyarlardan, farklı dil, din ve renklerden yüzlerce öğrencinin birbirlerine sağlıklı bir çevre, kalıcı bir barış, eşitlik ve demokrasi hayali kuran hikâyeler gönderdikleri bir platforma dönüşmüş durumda. Sloganları: “Radikal Empati Yoluyla Korkusuz Umut.” Hedeflerini ise “engelleri yıkmak, şablonları eritmek” diye özetliyorlar. Bağışlarla ayakta duruyorlar ama pek kolay olmuyor bu.
İşte erkek olmanın yolları üzerine bir antoloji hazırlayıp para kazanma fikri de böyle doğmuş. Esquire, 2013’te kuruluşunun sekseninci yıldönümünü özel bir kitapla taçlandırıp, bolca erkek modası, popüler kültür, biraz seks, biraz da siyaset satan derginin edebiyata verdiği önemi okurlarına hatırlatmak istemiş. Gösteriş değil bu; Esquire’ın Amerika baskısının edebiyat sayfalarını 1969-1976 arasında “Edebiyat Kaptanı” unvanlı efsanevi editör Gordon Lish’in hazırladığını, Raymond Carver’ın hikâyelerinin o dönemde bu dergide yayımlandığını, Truman Capote’den Richard Ford’a nice edebiyatçının bir zamanlar Esquire yazarı olduğunu unutmayalım.
Esquire bu arayıştayken McCann onlara, “Gelin, sekseninci yıldönümünüz için dünyadaki önemli yazarlara erkek olmanın yolları üzerine yazılar ısmarlayalım, bunlardan seksenini bir antolojide toplayalım, kitabın gelirini de Narrative 4’a aktaralım” demiş; The Book of Men için ilk adım böylece atılmış. McCann’in yanı sıra Esquire ve Narrative 4’un editörleri (çoğu öğrenci) de antolojinin küratörlüğünü üstlenmişler; yazarlara “Erkek nasıl olunur” diye sormuş, cevap niyetine gelen hikâyeler, yazılar, fragmanlar arasından bir seçki yapmışlar.
Etgar Keret, Khaled Hosseini, Aleksandar Hemon, Ian McEwan, John Berger, Salman Rushdie, Geoff Dyer, Mario Alberto Zambrano, Michael Cunningham, Mohsin Hamid, Juan Gabriel Vásquez desem, antolojideki yazarların kalibresini anlatmış olurum sanırım. Yine de eksik kalır. Zira McCann ve arkadaşları, “Nasıl erkek olunur” sorusunu sadece erkeklere değil, kadın yazarlara da sormuş ve doğrusu ben en iyi cevapların kadınlardan geldiğini düşündüm okurken:
Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie, mesela, çocukluğunun pilavdaki, çorbadaki, yahnideki acı biber gibi yanan pazar günlerini hatırlıyor yarım sayfalık hikâyesinde. Annesinin İgbo dilinde söylediği bir şarkı, kuvvetli kadınlardan söz ediyor, annesinin bilmediği nehirleri, tanrıçaları, okuma yazması olmayan kadınları anlatıyor. Acı biberleri taşla dövüp, kız çocuklarının bacaklarının arasına süren kadınlar onlar. Sürüyorlar ki kızlar erkeklerin peşini bıraksın. “Ama Eros erkek evlatlara iyi davranır” diyor Adichie, “oğulların erkekliğe giden yoluna biber ekilmez.”
Amerikalı yazar Jodi Angel ise hepi topu altı cümlelik bir hikâyede, babasının arabasında bir başkasının ayrık dişli kız arkadaşıyla leş gibi sarhoş bir hâlde gezerken, kızın “köpeğimi çalıyor” dediği bir oğlanı parkta sıkıştırıp beyzbol sopasıyla öldüresiye döven, az sonra arabanın arkasında sevişirlerken de “O köpek benim değildi” deyince ayrık dişli kız, eliyle onun ağzını kapatan bir genç erkeği anlatmış. Seks, şiddet ve manipülasyon üzerine mini bir başyapıt.
İrlandalı romancı Edna O’Brien, “Nasıl erkek olunur” sorusuyla dalgasını geçmiş: “Kalp kapakçığını aç. İki Emily’den– Brontë ve Dickinson– bugünkülere kadar büyük kadın yazarlardan birkaçını oku. Bazen aynı çocuk olduğun, çocuk olarak konuştuğun günlerdeki gibi hayaller kurduğunu söyle bana. Ve evet: eve ekmek getir.”
“Angela Carter ölmemeliydi.” Salman Rushdie’ye 2007’de “Yakın arkadaş olduğunuz romancı var mı” diye sormuştum; New Yorklu bir iki erkek yazar saydı, sonra böyle dedi. Söyleşimizin bir başka yerinde, nice yazarın ortak kaderinden konuşurken de yine Carter’ı hatırladı: “Aynı şey hayattaki en sevgili arkadaşım, romancı Angela Carter’ın başına geldi. Yaşadığı sürece, ‘garip, marjinal, önemsiz bir romancı’ muamelesi yaptılar ona. Bugün, ölümünden 15 yıl sonra, Angela Carter, üniversitelerde en fazla üzerinde çalışılan İngiliz yazarlarından. Bunu yaşarken bilse ne iyi olurdu.”[xx]
Carter 1992’de akciğer kanserinden öldü. Elli bir yaşındaydı. Ve Rushdie haklı; dokuz romanına, hikâye ve şiir kitaplarına, incelemelerine, çevirilerine, uyarlamalarına, antolojilerine rağmen yaşarken kadri pek fazla bilinmedi. Türkçeye çevrilen Kanlı Oda, Büyülü Oyuncakçı Dükkânı, Sirk Geceleri gibi kitaplarının baskıları çoktan tükendi, yenileri basılmadı.
Oysa Carter bambaşka bir âlemden yazıyordu. Kırmızı Şapkalı Kız hain kurdu baştan çıkarırdı onun dünyasında; Mavi Sakal karılarını değil, karıları Mavi Sakal’ı öldürürdü; kadınların kanatları vardı. Kışkırtıcı bir feminist ve Thatcherizmle dövüşen keskin dilli bir gazete yazarıydı. Bir söz büyücüsüydü aynı zamanda, bir peri masalını ister aslına tıpatıp uygun anlatsın, ister tersyüz edip baştan yaratsın, sizi alıp o masalın dünyasına ışınlamayı bilirdi.
Carter’ın hayatının son yıllarında hazırladığı ve ikincisi ancak ölümünden sonra basılabilen iki antoloji, The Old Wives’ Fairy Tale Book (Kocakarıların Peri Masalları Kitabı) ve Strange Things Still Sometimes Happen: Fairy Tales From Around the World (Hâlâ Tuhaf Şeyler Oluyor Bazen: Dünyanın Dört Yanından Peri Masalları) şimdi birer define sandığı gibi duruyor masamda. Bu definede 105 masal var; Filistin’den Çin’e, Norveç’ten Surinam’a farklı diyarların farklı dillerin birbirine pek de benzemeyen masalları bunlar, ama aynı masalın, mesela Külkedisi’nin farklı kültürlerde aldığı farklı şekilleri de görebiliyorsunuz. (Bu kitapları Türkçeye kazandıracak bir yayıncı yok mu hakikaten, yirmi küsur yıldır niçin çıkmadı?)
Kendisi de bir masal koleksiyoncusu olan İngiliz romancı Marina Warner, antolojilerden ikincisine yazdığı önsözde, “Angela, kanatlı bir fantezistti ama gözlerini topraktan hiç ayırmazdı, gerçekliği görüş alanı dışına hiç çıkarmazdı” diyor. Maddi dünyayı içinde eritmiş gibi görünen peri masallarının aslında gündelik gerçekliğimize sıkı sıkıya bağlı, dolayısıyla da o gerçekliği kavramak için mükemmel bir araç olduğunu Carter’ın şu tarifi çok güzel anlatmıyor mu: “Peri masalı, bir kralın bir kâse şeker ödünç almak için öteki kralın kapısını çaldığı bir hikâyedir.”
Carter’ın kendi antolojisine önsöz yazmak istediğini ama hastalığının ilerlemesi nedeniyle gücü yetmediğini ise Warner’dan öğrendim; geriye “dört kriptik not bırakmış.” Warner onları aynen aktarıyor:
...Walter Benjamin der ki, her has hikâyenin içinde yararlı bir şey bulunur...
... hikâyenin kafası bulanmamışlık hali...
... ‘’Kimse geriye hiçbir şey bırakmayacak kadar yoksul ölmez’’ diyor Pascal.
... peri masalları – parlak zekâlı ve yüksek moralli...
Benim içimi burkan bu parçacıklarda, Carter’ın bütün felsefesini okumuş Warner: Masallar, dünyada üretilen edebiyatın üçte ikisine karşılık geliyor, ve evet, o masalların yaratıcıları yoksul ve eğitimsiz. Basit bir şey anlatıyorlar aslında, fazla süslemeden, lafı dolandırmadan, zekice. Muktedir değiller ama ümitsiz de değiller. Her masal iyilerin bir gün mutlu olabileceğinin müjdesini de taşıyor içinde. Her masalla hayata biraz daha sıkı tutunuyoruz.
Şu anda yazdığım yazı gibi bir yazıya sayfalarını asla açmayacak bir antolojiden söz edeceğim şimdi.
Adı: Life is Short – Art is Shorter (Hayat Kısa – Sanat daha da Kısa). Alt başlığı: “In Praise of Brevity” (Kısalığa Övgü). Adı üstünde, uzun yazılara da, kalın kitaplara da, uzayıp giden ilişkilere de, bitmek bilmeyen kavgalara da– en azından bu sayfalarda– tahammülü olmayan iki yazarın seçkisi.
Kısa kesilmiş saçlardan, yanıp sönen öfkelerden, üniversitelerden gelen az ve öz ret mektuplarından, bir tür aşktan, cep telefonunun şarjından, incir mevsiminden ve Tom Cruise’dan, kısaca “kısa” olan her şeyden dem vurarak açılıyor David Shields’ın, kitabın kapağında “Uzunca Bir Önsöz” diye anonslanan sunuş yazısı. 1956 doğumlu Amerikalı yazarın Türkçeye şu ana dek sadece Hayat İyi Hoş da, Sonunda Hepimiz Öleceğiz! adlı kitabı çevrildi. Oysa Shields, kuşağının en iyi denemecilerinden biri ve yaptığı küçük hergeleliklerle edebiyat dünyasının yerleşik kurallarını sarsmayı seviyor.
2010’da yayımlanan Reality Hunger: A Manifesto (Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto) adlı kitabı tam da bu işe yaramıştı. James Wood gibi eleştirmenlerin sert tepkisini çeken ama, mesela, Karl Ove Knausgård’ı– Wood’un da çok övdüğü– Kavgam romanıyla büyük başarıya ulaştıran edebî tercihi bir bakıma öngören bir kitaptı o; edebiyatçıların artık kurmaca yazmaktan vazgeçeceğini, sadece gerçek hayatı anlatmakla yetineceklerini savunuyordu. Ve kitap aynı zamanda, kendi içinde bir antolojiydi. Shields, edebî kolaj yaparak yazıyor, kendi cümlelerini başka yazarların cümleleriyle birleştiriyor, kitabın yarısından fazlasını daha önce başkalarınca yazılmış cümleleri sıralayarak oluşturuyordu.
2014 sonunda yayımlanan Life is Short – Art is Shorter da yine benzer bir başkaldırı denemesi. Shields, şair Elizabeth Cooperman’la birlikte hazırladığı antolojide “Nesne, Nesir Şiir, Metafora Dönüşen İmge, Âşıkların Atışması, Mutluluk, On Yıllar, Kolaj, Hileli Hikâye, Otobiyografi Olarak Eleştiri, Suç Ortaklığı, Suçluluk Duyan Ağıt, Mesel, Metafizik Tefekkür” diye sıralanan on üç başlık altında, bazıları hakikaten çok çarpıcı ve hepsi gayet kısa yazı örnekleri sunuyor bize. Seçkide temsil edilen “iktisatlı” yazarların Kate Chopin’den Donald Barthelme’ye uzanan geniş bir yelpazesi var. Seçkinin önsözü ise, az önce sıraladığım “kısalık” örnekleriyle başlıyor ama izleyen 59 paragrafta, Shields, tıpkı Reality Hunger’daki gibi çeşitli yazarlardan toplam 59 alıntı yaparak anlatmış meramını. “Yazmak istediğim her şey bir yerlerde zaten yazılmış; yapabileceğim şey, o yazıları arayıp bulmaktan, kendime göre en iyilerini seçip bir sıraya koyarak yeniden size sunmaktan ibaret” der gibi bir hâli var. Yaratmaktan yoruluyor, derlemektense yorulmuyor. Edebiyatçılığını antolojistliğe indirgemekten memnun.
Albert Camus’nün 1946’da Amerika Birleşik Devletleri’ne, 1949’da ise Güney Amerika’ya yaptığı seyahatlerdeki izlenimlerine yer veren ve ölümünden sonra yayımlanan Yolculuk Günlükleri‘ndeki bir sözü bugünlerde bizdeki sosyal medya kullanıcıları tarafından çok tekrarlanıyor: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.”
Camus, bu cümleyi New York’tayken, cenaze evlerini ve özel mezarlıkları gözlemleyerek yazmış; cümlenin devamında da zaten, “burada her şey öngörülmüş” diyerek, Amerikalıların ölüm sonrası ritüellerini hiç aksaklık yaşanmaksızın, büyük bir düzen ve özenle gerçekleştirmelerine gönderme yapıyor.
Ölümlü olduğu bilgisini ömür boyu ağır bir yük gibi taşıyor insan, ve hayata dair en büyük merakı, hayatın sonuna, kendi nihayetine ve tabii, sonra neler olacağına ilişkin. Edebiyat, sona ve sonsuzluğa ilişkin sınırlı bilgimiz ve sınırsız merakımızdan oldum olası besleniyor. Kutsal metinlerin odağında hep bu merakı yatıştırma çabası var. Bir vakıa ve sır olarak ölüm, antolojilerin de kadim kaynağı.
Işığa Çıkma Kitabı olarak da bilinen Mısır’ın Ölüler Kitabı bugün alıp okuyabildiğimiz en yaşlı antolojilerden biri.[xxi] İçindeki metinlerin en eskisi İ.Ö. 1550’ye dayanan kitap, Antik Mısır’daki rahiplerin bin yıla yayılan bir zaman diliminde yazdıkları metinlerden oluşuyor. Eski Krallık döneminde Piramit Yazıları, Orta Krallık’ta Tabut Yazıları hâlinde üretilmiş bu metinler. Bugün bilinen düzenine ancak Pers işgalinden önceki son yerli hanedan döneminde, yani İ.Ö. 500 civarında kavuşan Mısır’ın Ölüler Kitabı, öleni ölümden sonraki hayata hazırlayan büyüleri, duaları son yolculuğun merhalelerine uygun bir sırayla sunuyor.
Kitabı bu yazı için durduğu raftan alırken, komşularına da baktım: 1994’te yayımlanan gözden geçirilmiş İngilizce baskısı ile Mısır’ın Ölüler Kitabı, Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın çeşitli dillerdeki, boyut itibariyle hepsi de onu cüce bırakan baskılarının hemen altında, İ.S. 1300 tarihli Bardo Thödol (Tibet’in Ölüler Kitabı) ile sırt sırta, ve eprimiş hâliyle bütün antolojilerim arasında en fazla karıştırdığım kitap olduğu hemen anlaşılan 1983 tarihli The Oxford Book of Death‘in (Oxford’un Ölüm Kitabı) yanıbaşındaydı. Raftaki bu birlikteliğin, ölümlülük bilgisi ile inanma ihtiyacı arasındaki yakın ilişkiyi usulca teyid ettiğini hissettim.
Britanyalı şair, romancı ve eleştirmen D.J. Enright’ın derlediği antolojide, ölümden sonra hayata inanan ve inanmayan, ölüme hazır ve ölüme asla hazır olmayacak olan nice yazar, şair ve filozofun sonla muhasebesi var.
“Ölüm... yok... Sadece... ben... ben... varım... ölecek olan” diyen André Malraux ile “Ölmekten korkmuyorum. Sadece bu iş olduğunda orada olmak istemiyorum” diyen Woody Allen gülümsetiyor sizi. Ama Nikolai Levin’e son nefesinde, “Henüz değil... Birazdan” dedirten Tolstoy da içinizi burkuyor.
“Bir kış martısı / Yaşarken yuvası yoktur / Öldüğünde mezarı” diyor haiku ustası Shūson Katō. Afrika’daki Ashanti kabilesinin özdeyişlerinden biri ise, doğumdan önceki hayat ihtimalini hatırlatıyor: “Dünyadaki bir anne yeni doğan çocuğuna gülümsediği anda, ruhlar dünyasındaki bir anne de kaybettiği çocuğuna ağlar.”
Antolojisini, “ölümle ilgili tanımlar, görüşler, tutumlar; ölüm saati; intihar; yas; mezarlıklar ve cenazeler; yeniden dirilmeler ve ölümsüzlükler...” gibi nice başlık altında düzenleyen ve her başlık için farklı devir ve diyarlardan seçkiler yapan Enright, bugün artık bir klasik sayılan kitabını okuduğundaki hislerini, “Yazarların, ölümden başka hiçbir konuda kendilerini bu kadar canlı ifade etmemiş olduklarını fark etmek beni duygulandırdı” diye anlatmış.
Kitapta beni en çok duygulandıran ise o meşhur son sözlerdi sanırım. Nihai veda ânında bile hâlâ hayatla dopdoluydu kelimeler. Beethoven 1827’de “Cennet’te işiteceğim” diyerek gitmiş örneğin. Voltaire, 1778’de başucundaki kandilin tutuştuğunu görünce, “Ne? Şimdiden alevler mi başladı” demiş– belki de muzipçe gülümseyerek. İmparator Vespasian 79’da “Heyhat! Sanırım bir tanrıya dönüşüyorum” diye avutmuş kendini. Joyce 1941’de sormuş: “Hiç kimse anlamıyor mu?” Ve Palmerston 1865’te, “Ölmek mi, sevgili Doktor? Bu yapacağım en son şeydir” diye bir görevi ifa edercesine koymuş noktayı.
Türkiye’nin bir “Ölüm Kitabı” ya da “Ölüler Kitabı” yok. Ümit Yaşar ve Tarık Dursun K. imzalı Büyük Türk Şiiri Antolojisi serisinin 1961 tarihli ikinci cildi olan– benim yine bu yazı için peşine düşüp, internetteki sahaf sitelerinde ancak çok yıpranmış bir kopyasını bulabildiğim– Şiirimizde Ölüm’ü saymazsak, ölümün, ölümlerin edebiyatımızdaki yansımaları üzerine adamakıllı bir antoloji de yok.
Olursa eğer, bu vakitsiz ölümler, bu faili meçhuller, Gaye Boralıoğlu’nun ifadesiyle bu “kayıp kemikler ülkesi”nde bir Ölüm Kitabı derlenirse günün birinde, biliyorum ki, soykırımlar, katliamlar, toplu mezarlar, kayıp mezarlar, verilmeyen cenazeler, çözülmeyen cinayetler taşacak o kitabın sayfalarından. Nasıl öldüğümüz nasıl yaşadığımızı anlatacak, Camus’nün “burada her şey öngörülmüş” saptaması bambaşka bir manâda doğrulanırken. Öyle bir kitap, bir ölüm mısraları seçkisine de yer vermeli mutlaka. Kitabın adı için ise, büyüdüğüm odanın girişinde kapının hemen yanındaki duvarda yazan Ahmet Erhan mısraı bence çok uygun: “Bugün de ölmedim anne!”