Kemiğin dili ya da dilin kemiği

Kayıp kemikler ülkesinin sırlarını aydınlatmada belki de tarihçilerden daha fazla edebiyatçılara iş düşüyor. Tarihi yamultmak mümkündür. Ama edebiyat, tabiatı gereği doğrulara dayanmak zorunda olmadığından eğilip bükülemez, değiştirilip tahrif edilemez

05 Şubat 2015 11:20

Rüyalarımızın kaynağı ruhtur; gerçeğin kaynağı kemik.

Ruhumuzun ağırlığı 21 gramdır. Kalp durduktan, ölüm gerçekleştikten bir an sonra insan bedeni 21 gram hafifler; ruh uçup gider. (Burada İñárritu’nun aynı adlı filmini anmadan geçmemek gerekir.)

Yetişkin bir insanda 207 kemik vardır. Kemik kaybolmaz. Yakılmadığı sürece yüzyıllarca yer yüzündeki varlığını muhafaza eder. İslam inanışında ölü yakmak caiz değildir. Vasiyet olsa bile, bu vasiyeti Meral Okay bırakmış olsa bile yerine getirilmez. Dolayısıyla başka organlar dağılıp gider ama kemikler öylece kalır; değişmeyen, mutlak gerçek olarak.

Kemik vücudu oluşturan dokular içinde en sert olanıdır. Kolay kolay kırılmaz, kendi kendini onarabilir. Bedenimizi dik tutar; aslında nihayete erecek olan ömür karşısında başımızı dik tutar. Diğer her şeyin, her organın, her düşüncenin, her ruh halinin, her ilişkinin, her yaşın gelip geçici ama iskeletimizi oluşturan kemiklerin sonsuzca kalıcı olduğu fikri bilincimizin derinlerinde bir yerde durur. Ölümsüzlük fikrinin dayandığı yer kemiklerimizdir esasında ya da şöyle diyelim, ölümsüzlüğün en yüksek olduğu ihtimal!  Bu kadim bilgiyle hiç ölmeyecek gibi davranabiliriz. Çocuklarımızı öğretmenlere emanet ederken, “eti senin, kemiği benim” deriz. İskeletimizin sağlam olmasıyla övünür, tekinsiz kimseleri “kemiksiz” ya da “omurgasız” diye tarifleriz.

-----

Mezarların insanı sağaltan bir yanı vardır. İnsan orada kayıplarının acılarını taşa yükler. Toprağa akan gözyaşlarıyla birlikte kayıp duygusu belli belirsiz de olsa hafifler. Duayla ya da duasız, mezar kayıp giden kişiyle buluşma ihtimalidir. O ihtimalden hareketle insan, sevdiğinden mahrum olarak sürdürmek zorunda kalacağı hayata dayanma gücü bulur.

Ölümün en fena yanı, inanılmazlığıdır. Şimdi kaybettiğimiz ve fakat kısa bir süre önce bizimle beraber olan o kişi, az sonra çıkıp gelecekmiş gibi gelir insana.

Şimdi şu kapıyı açıp anahtarla içeri giriverecek... Odasına giderken dönüp bakacak ve diyecek ki... Ayak sesleri, bunlar onun ayak sesleri basbayağı... Gözümü kapatıyorum, açıyorum. Orada sırtı bana dönük yatıyor, nefesini duyuyorum... Sanki şuraya oturacak ve bir sigara yakacak...

Berfo Ana,12 Eylül döneminde gözaltında kaybedilen oğlu Cemil, belki bir gün döner gelir diye 33 yıl boyunca kapıyı pencereyi açık bırakmıştı. Cemil gelmedi. Berfo Ana, o gelmeden ölmem, dedi. 103 yaşına kadar dayandı. Daha fazla dayanamadı. Kemikleri bulunsaydı Cemil’in,Berfo Ana huzur duyacaktı. Mezar acı da olsa, insanı ölüme inandırır. Birkaç kemik en gerçek dışının, en hayal edilmesi imkansızın, en inanılmaz olanınyani ölümün “gerçek” olduğunu söyler. Çünkü kemik en sert gerçektir. Yaşarken insana ölümsüzlük ihtimalini aşılayan kemik, hayatın sona ermesinin ardından kalanı ölüme inandırır.

Berfo Ana, oğlumun kemikleri bulunmadan ben mezara girmem diyordu. 18 yıl sonra Diyarbakır’da oğlu Mehmet Emin’in kemiklerine ulaşan 78 yaşındaki İbrahim Aslan’ın sözleri de insanın kalbine gözyaşı olarak düşüyor: “18 yıldan sonra çocuğumun kemiklerine kavuşmak benim için sevindiricidir. Allah dualarımı kabul etti.”

İbrahim Aslan18 yıl dua etti. Berfo Ana 33 yıl. Memleketin farklı bölgelerinde, yakınlarının kemiklerinden bir iz bulabilmek için dua eden çok insan var. Geçtiğimiz günlerde İHD Diyarbakır Şubesi tarafından açıklanan raporda, 25 ilde 348 mezarda 4 bin 201 kişinin kemiklerinin bulunduğu bilgisi yer alıyor. 17 bin civarında da kayıp kişi olduğu bildiriliyor. 1938’de Dersim’den, 1915’te Ermenilerden kaç kişinin kayıp olduğuna dair rakamlar muhtelif. Memleket topraklarının altı katman katman kimliği belirsiz kemiklerle dolu.

Kayıpları yok sayarak, ölüleri kuyulara atarak, toplu mezarlarla kimliksiz yığınlar yaratarak gerçeğin ortaya çıkmayacağını umuyorlar. Böylece tarihi kendi istedikleri gibi yazabileceklerini düşünüyorlar. Kanıtları yok ederseniz, gerçeklik de ortadan kalkar. İnançları bu!

-----

Kemikleri saklayarak gerçekliği gizleyebilirsiniz, ama dilin kemiği yok. Dil her şeyi söyler. Gerçeklik, ölçülüp biçilebilir, ele avuca gelir bir olgudur. Dil gerçeği tarifler, ama daha fazlasını da ifade eder: Bir nesnenin ya da bir olgunun sınır çizgilerini çoğaltır, perspektifleri genişletir. Duyuların algılayamayacağı ıssız alanlarda dolaşır. Hayal gücünü tetikler. Yalnız aydınlığı değil, gölgeyi ve alacakaranlığı da anlatabilir. Böylece hakikatler belirginleşir. İyi edebiyatçı gerçeğin üzerine 21 gramlık bir ağırlık ekleyebilir; kelimelerin ruhu vardır.

Kayıp kemikler ülkesinin sırlarını aydınlatmada belki de tarihçilerden daha fazla edebiyatçılara iş düşüyor. Tarihi yamultmak mümkündür. Ama edebiyat, tabiatı gereği doğrulara dayanmak zorunda olmadığından, (İyi ki de dilin kemiği yoktur.) zaten “yamuk yumuk” olduğundan eğilip bükülemez, değiştirilip tahrif edilemez. Kutsal kitaplar bile tahrif edilir ama edebiyat edilemez. Üstelik iyi edebiyat, kemikten bile uzun yaşar.

-----

Ulus devletler ne yazık ki, katliam yapanlar ve yapmayanlar diye ikiye ayrılmıyor. Hemen her ulus devletin tarihinde şu ya da bu oranda katliamlar, kırımlar var. Ama devletler, katliamları, kırımları kabul edenler, özür dileyenler ve inkâr edenler diye ikiye ayrılıyor. Birincilerde insanlar bir arada biraz daha huzurlu, daha güvenli, anlayış içinde yaşayabiliyorlar, ikincilerde ise ölüler bir türlü gömülemiyor, daima yaslı, dolayısıyla tekinsiz ve mutsuz bir toplum ortaya çıkıyor.

Bizim memleketin resmi tarih politikası daima inkâra dayandı. İktidarlar inatla soykırımları, faili meçhulleri yani toprağın altında yatan binlerce sahipsiz kemiği yok saydı. Ermenilerin, Kürtlerin, Zazaların, Alevilerin gözünün içine baka baka yalan söyledi. Böylece nesiller boyunca, yalnız toprağın altında değil, bu topraklarda yaşayan halkların ruhlarında da toplu mezarlar açmaya devam etti.Varlığını, vicdan, adalet, haysiyet gibi ulvi kavramlarla değil, güç, inkâr, tehdit gibi süfli kavramlarla oluşturdu ve sürdürdü. Bu şekilde nasıl bir toplumsal uzlaşma mümkün olabilir?

Etyopya’da bulunan Lucy’nin kemikleri 2.9 milyon yıl öncesine ait. Lucy gerçeği ortada olduğu sürece inkâr pek bir işe yaramayacak. Romanla, şiirle, öyküyle dil, bütün o toplu mezarları işaret edecek ve her cümlede Berfo Anaların umudu artacak:

Kapın sürgüsüz, gözün uykusuz bekliyorsun... Ne resmi düşüyor ellerinden, ne gidişi yaşlı gözlerinden... Eyy Berfo sen oğula, sen ağlayacak bir mezar taşına hasret, sokağı mesken tutuyorsun, çoğalttıkça çoğaltıyorsun kayıp umutlarını...”