“Bu kitap, yaralı insanların hikâyesi”

Mario Levi: Yazarlık bir keşfetme sürecidir. Bir arayıştır. Hakikatin içinde kendini bulma arayışıdır. Ve gerekirse o hakikatin içinde kendini yok etme arayışıdır. Çünkü önemli olan hakikatin kendisidir...

07 Aralık 2015 12:00

En son 2013 yılında yayımladığı Size Pandispanya Yaptım ile okurların karşısına çıkan Mario Levi, üç perdelik “oyun/roman komedi” olarak tanımladığı yeni romanı Bu Oyunda Gitmek Vardı ile arayı kapatıyor. Okurun da yazarın da hikâyeye dâhil olduğu, kurgusuyla ve bir derin aşk hikâyesiyle kaleme alınan romanı konuşmak üzere Levi ile bir araya geldik.

 “Gidenler ve kalanlar için” yazılmış bir romanla, Bu Oyunda Gitmek Vardı ile okurların karşısındasınız yeniden. Bu kez nasıl bir hikâye anlatıyorsunuz?

Önce şunu söyleyeyim, okurlar ilk sayfadan son sayfaya, sürekli sürprizlerin olduğu bir kitapla karşılaşacaklar. Hatta bir futbol deyimini kullanacak olursak, sürekli ters köşe yapan bir kitapla karşılaşacaklar. Yanı sıra, bu kitapta bir aşk hikâyesi var. Bu aşk hikâyesinin içinde, hayata tutunmaya çalışan ve hayatına bir anlam arayan bir kadın var. Kitap temelde bu kadının hikâyesi... Başka ayrıntılar da önemli; ama öne çıkan kahramanımız bu kadın. Bu kadın, kendi arayışı sırasında aynı zamanda etrafındakilerin hayatlarına da sürekli olarak yenilikler getiriyor. Kendi hayatını oynarken, etrafındakilere de yaptığı oyunlar üzerine kuruyor hayatını. Bu sırada zaman zaman bizi şaşırtıyor, zaman zaman bizi güldürüyor, zaman zaman duygulandırıyor, üzüyor; bunların hepsi bir bütün olarak çıkıyor karşımıza.

Bu Oyunda Gitmek Vardı, Mario Levi, Everest YayınlarıTrajediyle komedi de böylece kitap boyunca bir arada oluyor…

Aynen öyle. Bu, bence hayatın kendisi zaten. Yani ben hayatı hep öyle anlıyorum. “Hem trajedi vardır hem komedi vardır ve hayat bu yüzden güzeldir” derim.

Bu kimin, kimlerin hikâyesi?

Bu çok önemli, düğüm sorulardan biri bence. Bunun en iyi yanıtını, romanın karakterlerinden Firdevs veriyor: “Bu kitap, yaralı insanların hikâyesi”.

Dilinizin belirgin biçimde sadeleştiğini görüyoruz. Ve burada daha büyük çabanın kurguya ve karakter yaratım sürecine aktarıldığını görüyoruz. O süreci biraz anlatır mısınız?

Bu kitabın yazarlık hayatımda önemli bir dönemeç olduğuna inanıyorum. Bu aslında Lunapark Kapandı ile başlayan bir sürecin devamı. Ve geldiğim noktada, bu kitapla birlikte üslubumun biraz daha yalınlaştığının fakrındayım. Bunu bilerek yapıyorum; çünkü bu benim hayatımla paralel gelişen bir ihtiyaç. Yani hayatım da yazım gibi karmaşıklıklarından çıkıp daha bir yalınlaştı.

Yaratım sürecine gelirsek; yazarlık benim için bir mesleğin, bir uğraşın çok ötesinde. Biraz klişe olacak; ama hayatın kendisi. Yazmadığım zamanlarda kendimi yeteri kadar doğru yaşamamış gibi görüyorum. “Yazamadım bugün” dediğim günlerde her şey önce bir vicdan azabıyla başlıyor. Ardından kendime karşı, hatta belki çevreme karşı agresif oluyorum. İstemeden oluyor bunlar. Bu yüzden yazmak benim için hem hayatı anlamlandırmak demek, hem hayatı daha dediğim gibi doğru yaşamak demek, hem bir ototerapi demek. Aynı zamanda da sancılı bir süreç. Romancı olmak isteyen yazar adaylarına “Yol yakınken dön kardeşim, henüz hiçbir roman yazmadın, vazgeç bu sevdadan” derim takılmak için. Ben roman yazarken, hikâyeyi biliyorum. Yani mesela bu romanımda Neval isimli bir kadın olacağını, yaşayacaklarını, o adama yaşatacaklarını, sonra da nasıl bir son olacağını biliyordum. Ama yazmaya başladıktan sonra kendimi çağrışımların, duyguların akışına bırakıyorum. Ve bu, bana da birçok sürprizi yaşatıyor. Bu romanın sonunu biliyordum dedim ya, ama roman bittiğinde, iki tane sonu oldu. İşte bu, bana da sürpriz olan noktalardan biri.

Söylediğiniz gibi bol sürprizli, oyunlu bir roman. Kitabı açar açmaz ilk oyun-sürprizle de karşılaşıyoruz. Milan Kundera isimli editörün yazısından bahsediyorum. Kitabın editörü olduğuna bin pişman, yazarın delinin teki olduğunu düşünüyor. Kim bu Milan Kundera? Bildiğimiz Milan Kundera mı, değil mi?

Vallahi tamamen kurguya dahil. Yazarlıkta sahicilik, sahih olma durumu çok önemlidir. Mesela bir yazar gerçekten kendini romana verirse, zaman zaman kahramanlarıyla birlikte güler, kahramanlarıyla birlikte heyecanlanır, kahramanlarıyla birlikte tahrik olur, ağlar… Bu, şizofrenik bir durumdur. Ben bu romanda bunların hepsini yaşadım. Hatta zaman zaman bunların ironisini de yaptım romanda. (Hatırlarsınız, romanın bir yerinde yerde yazar ile kahraman konuşurlarken yazar, “Sizi çok tahrik edici buldum” der, kadın kahraman da “Sapıksınız” der.)

Beni yazarken görmeliydiniz. Bir yandan yazıyorum, bazen duygulanıyorum bazen de kahkahalarla gülüyorum. Milan Kundera imzalı o editör yazısı da romana dahil, ben yazdım, yazarken de çok eğlendim.

Milan Kundera mahlaslı editörümüz; “Yazar, ‘Bu benim yazdığım en siyasi aşk hikâyesi’ dedi” diyor. Buradaki “siyasi aşk hikâyesi”ni biraz açar mısınız?

Kahramanımın hayata hep gülerek bakması… Çünkü ben şunu hep söylüyorum, gülmek devrimci bir eylemdir. Diktatör, en çok bundan korkar. Öfkeden değil, gülmekten korkar. Çünkü bu, yok saymaktır. Anlatabiliyor muyum? Acıyı yok saymaktır. Bu önemlidir. Zaten sadece böyle bakmamız, bu referansı vermem, romanı siyasi boyutunu ortaya koymaya yeter. Onun dışında, belki de satır aralarına bazı mesajlar gizlemişimdir; okur da onları yakalar belki…

“Yazarların yaptıklarının aslında yaratmak olmadığına inanıyorum” diyorsunuz.

Oo, ne güzel yakalamışsınız bunu.

E, o zaman açın bakalım.

Ben kesinlikle buna çok inanıyorum. Bu yüzden ben yazarların büyük bir çoğunluğunun kibirli hallerinden nefret ediyorum. Aslında kibrin kendisinden nefret ediyorum. Çünkü aslında yaratmak anlamında hiçbir şey yapmıyoruz. Biz yazarlar aslında var olan bir hakikati başkalarından biraz daha fazla görüyoruz ve gördüğümüzü birilerine aktarıyoruz. Yani aslında yaratmıyoruz, keşfediyoruz. Yazarlık bir keşfetme sürecidir. Bir arayıştır. Hakikatin içinde kendini bulma arayışıdır. Ve gerekirse o hakikatin içinde kendini yok etme arayışıdır. Çünkü önemli olan hakikatin kendisidir.

Bununla bağlantılı olarak sizin bir başka sözünüzü size satacağım. “Yazmanın hakkını vermek için yaşamanın da hakkını vermek gerekmiyor muydu,” diyorsunuz. Dolayısıyla “Keşfetmeliyim ki aktarabileyim” dediğiniz de aslında bu, değil m?

Evet bu; ama küçük bir eklemeyle. Ben öğrencilerime “Yazarlık sürecinde iki temel kaynaktan beslenebilirsiniz” diyorum: Birincisi tartışmasız şekilde, kitaplar. Yani sizden önce yazılmış olanlar. Böyle bir eğitimden geçebilirsiniz, kendinizi en iyi böyle eğitebilirsiniz. İkincisi, hayatın kendisi. Yani yaşamak. Ben yaşanmamış olanın gerektiği gibi anlatılabileceğine inanmıyorum. Bir bilginin öncelikle içselleştirilmesi lazım. Yani bu ne demek? Şimdi bakın, çok risksiz ve basit bir örnek vereceğim. Şimdi İstanbulluluk dediğimizde, belirli özellikleri var İstanbulluluğun. Mesela deniz, balık kültürü… Bilgiye ulaşmak bugün artık çok kolay, internete girersiniz, İstanbul balıklarıyla ilgili çok detaylı bilgiler toplarsınız. O bilgilerden, İstanbulluluk ile ilgili bilgilerden oluşan başarılı bir metin çıkarabilirsiniz. Ama bir şey eksik kalır: Sizin oraya koyacağınız duygu. İşte bu nedenle ben birçok romancımızın yazmayı çok iyi bildiğini ama metinlerinin yaşamasız olduğunu görüyorum.

Şunu bir netleştirelim de yanlış anlaşılmasın: Yazdığım her şeyi ânı ânına yaşıyorum gibi bir şey değil demek istediğiniz…

Hayır hayır, değil. Bir duyguyu hissetmeliyim ki onu geliştirebileyim, ondan bir hikâye çıkarabileyim, demek istiyorum. Bu romandaki kahramanlarımdan Saffet’in yaşadıklarını yaşamadım mesela, ama şöyle bir şey var, ben gözlemledim bu insanları. Çok iyi tanıyorum her birini o yüzden. Çevremde olan karakterlerden topladığım özellikler onlardakiler… Ben, az önce de konuştuğumuz biçimde, keşfettim onları.

Peki, şöyle bir geriye bakıp düşününce, Mario Levi kendi hayatının hakkını ne kadar verdi?

Gerçekten bilmiyorum bunun cevabını. Ama elimden geleni yaptım hayatın hakkını vermek için. Yani yazarak hayatımın hakkını verebilmek için bugüne kadar elimden geleni yaptım, daha ne kadar vaktim kaldığını hiç bilmiyorum; ama daha fazlasını yapmaya da çalışacağım.

Kişiden çıkıp topluma baktığınızda ne izliyorsunuz? Yani tarihle birlikte dil de, anlatım da, edebiyat da, konular da değişirken, bugün bu değişimi nasıl gözlemliyorsunuz?

Evet, dediğiniz gibi durdurulamaz bir değişim her zaman var hayatta olduğu gibi edebiyatta da. Olması gereken de bu. Çünkü hayatın akışı içinde değerler değişiyor. Yani şöyle bir düşünün; Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Halide Edip Adıvar’ın döneminde bambaşka bir ortam vardı, değil mi? Kurtuluş Savaşı’ndan çıkılmış, yeni bir Cumhuriyet kurulmuş, tüm bunların etkileri edebi eserlerde de izlenebiliyor haliyle. Cumhuriyeti yüceltmek o günlerin değerleri arasında yer alıyordu. Sonra şöyle bir baktığınızda 60-70’lerde çok büyük bir oranda sol ideolojiyi savunan romanlar yazılmıştır. Bazen ağalık sistemi eleştiriliyordu, devrimcilerin dünyaları anlatılıyordu, soruşturmalara uğrayan aydınların dünyası anlatılıyordu, hapishane romanları vardı… Her dönem bir değişim getiriyor beraberinde. Biz yazarlar, yaşadığımız günlerden ister istemez etkileniyoruz ve ister istemez yaşadığımız günlerdeki toplumsal dönüşümler bizi etkiliyor. Önemli olan, yazarın bu toplumsal dönüşümlere getireceği yorum, bunları nasıl aktardığıdır. Çünkü edebi eserler kalıyor. Bu yüzden ben hep “Tarihi öğrenmek istiyorsanız roman okuyun” derim.

Kitaptan, edebiyattan çıkıp ülkeye baktığınızda nasıl bir manzara görüyorsunuz?

Birçok insanın artık yorulduğunu düşünüyorum. Ama bu bir dönemdir. Bu dönemin ileride nasıl bir tezahürü olacak, bilmiyorum. Ama şu çok önemli benim için, hâlâ öğrenemediğimiz bir şey var: Hangi görüşü savunursak savunalım, empati kurmayı ve dışlamaktansa kabullenmeyi hâlâ beceremedik. Önemli olanın bunları yapabilmek olduğuna inanıyorum. Ve beklediğim, herkesin korkusuzca düşüncelerini ifade edebileceği bir ülkede yaşamak. Bunu çok istiyorum, çok özlüyorum. Benim ustalarımdan biridir Çetin Altan. Son cümlelerinden biri “Hayal ettiğim ülke bu değildi”ydi. Umarım bu benim de cümlem olmaz. Umarım ben bu cümleyi yazmam…

Romanın iki finalinden birinde, kahramanlarımızdan biri “Yaslarınla yüzleşmelisin” diyor. Bu topraklarda her zaman olan bir mücadele yaslarla yüzleşmek. Bu hem karamsar bir durum hem de dirençli bir umut gibi, ne dersiniz?

Doğru. Ben özellikle bunu çok savunuyorum. Türkiye’nin yaslarıyla yüzleşmemiş bir ülke olduğunu düşünüyorum. Hâlâ da yüzleşmemeye devam eden ve yüzleşmemekte direnen bir ülke olduğunu görüyorum. Bu neye benzer biliyor musunuz? Ben terapi gördüğüm için biliyorum bunu. Bir bilgiyle gidiyorsunuz terapiye. Özbenliğiniz sarsılmış, bir sorununuz var, bir bilgiyle gidiyorsunuz. Örneğin bir kadın gidiyor ve “Kocam beni ihmal ediyor, benimle hiç ilgilenmiyor. Ben genç, güzel bir kadınım ve kocam iki yıldır benimle yatmıyor. Muhtemelen de aldatıyor beni, çok mutsuzum” diyor. Zamanla açılıyor mevzu, sonra birdenbire anlıyor ki, kabahatin önemli bölümü de kendisindeymiş.

Bakış açısı…

Bakış açısı, evet. Kadın kabahatin önemli bir bölümünün kendisinde olduğunu anladığında ağlamaya başlıyor. O an, terapinin en sağlıklı ânı. O andan sonra ilişki başka türlü olacaktır. Belki kadın ilişkiyi kurtarmak için başka bir şey yapacak. Belki de kendi özgürlüğünü seçecek, bırakacak adamı. Bilmiyoruz. Ama her ne yaparsa yapsın, yüzleşecek.

Bu örnekteki gibi, ağlamaktan korkuyoruz. Hele bir durup soralım kendimize, yüzleşelim. O zaman göreceğiz ki, çok daha sağlıklı bir toplum olacağız. Ben bu anlamda çok umutluyum. Bir patlama olacak; çünkü böyle bir ihtiyaç var. Ve bu bence bir isyanla, başkaldırıyla değil, kendiliğinden olacak. Çünkü sahiden buna ihtiyacı var insanların. Bu ihtiyaç artık ertelenemez bir noktaya gelecek bir gün.

Bir yandan da “Ben haklıyım” hastalığımız var. Hayır, sadece sen haklı değilsin. Üstelik sen haksız bile olabilirsin. Haklı haksız da yok ayrıca. Ben buna inanıyorum. Doğru da yok yanlış da, haklı da yok haksız da. Bakış açısı. Bu hastalığımızı iyileştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Bununla ilgili şu an karamsarım; ama umudumu asla yitirmiyorum.

Kitap, “Yazarı tarafından kısaltılmış ve sansürlenmiş baskı” başlığıyla açılıyor. Sanat ve sansür deyince…

Sanat ve sansür her zaman yanyana oldu. Ama en kötü sansür, otosansürdür. Bu otosansürün oluşmasına sebep olan, birden çok neden vardır. Bunlar toplumsal olabileceği gibi, siyasi olabileceği gibi, bireysel de olabilir. Bu zihnin, bireyin dolayısıyla toplumun özgürleşmesiyle kırılabilecek bir şey. Ve burada edebiyat, sanat öncüdür. Toplumsal dönüşümler siyasetle olur. Bunlar demokratik seçimlerle de olabilir, darbelerle de olabilir, halk isyanlarıyla da olabilir; ama bunu bir bütün olarak siyaset içinde değerlendirmemiz lazım. Ama tüm bunlara öncü olan, edebiyattır. Önce edebiyat girer işe, sonra arkasından siyaset, sonra dönüşüm gelir.

Yeni kitabınız henüz raflarda yerini almışken, sırada yeni öykü kitabınızın da hazır olduğunu biliyorum.

Bu yaz çok verimli bir yaz oldu. Öykü kitabını bitirdim, şu anda bu haliyle bir yayınevine verebilirdim; ama biraz demlenmesi lazım. Her şey yolunda giderse, 2016’nın baharında okurla karşılaşacak. Bir öykü kitabında tam yüz öykü olacak. Özellikle 2016 yılı içinde yayınlanmasını istiyorum; çünkü son öykü kitabımı 1991’de yayınladım. 25 yıl aradan sonra öyküye dönüyorum. Bu benim için büyük bir heyecan. 

Fotoğraflar: Sinem Babul