Hasan Cemal

16 Kasım 2023

Doğrusuyla yanlışıyla Turgut Özal

Öyle sıradan bir siyasetçi değildi Özal, bir "devlet adamı"ydı. Statükocu hiç değildi. Risk almayı severdi. Tabu kırıcılığı vardı. Güç kullanmaya bayılırdı. Tek adamlığı severdi...

Turgut Özal’ı ilk kez 1970’li yıllarda,
Sabancı Holding’in tepesinde çalışırken tanıdım.
1974 yılı olabilir. 

Cumhuriyet gazetesi için bir konuşma yapmak üzere
Fındıklı’daki holding binasına çekine çekine gitmiştim.
Çünkü Devrim dergisindeyken,
Devlet Planlama Teşkilatı’nın
takunyalı biraderleri
” diye
Turgut ve Korkut Özal kardeşleri
epeyce bombardıman etmiştik.
Konuşmaya başlarken kızı odaya girmişti.
Babasıyla fazla şakalaştı.
Yanımızdan ayrılırken,
Özal’ın ağzından muhafazakârlığını ele verircesine,
Ne yaparsın, zamane kızları...” sözünün çıktığını anımsıyorum.
Özal, 1980’de Demirel’in Başbakanlık Müsteşarı
ve Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar Vekiliydi.
Başbakan Demirel’in gözetiminde,
1980’de başlayan “24 Ocak piyasa ekonomisi” programını
darbeyle birlikte devam ettirdi.
O zamanlar karşı olduğum "pazar ekonomisi"ne
bir de askeri yönetim eklenince, Özal’a kızgınlığım daha arttı.
Bu kızgınlık özellikle Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmenliğini
yaptığım 1980’lerde zirve yapmıştı.
Çünkü Özal, bu sefer bir "darbe"nin,
12 Eylül'ün siyaset yasaklarını
savunuyordu meydanlarda, davetlerde.
Yanından da o yılışık gülüşü ve sırtındaki
"no no no hayır " tişörtlü Güneş Taner hiç eksik olmuyordu. 
Benim gözümde bu bir "demokrasi suçu"ydu.
"Demokrasi kültürü"nden bu denli yoksunluk hali yalnız
Özal'a mahsus değildi, diğer siyasi liderlerde de vardı.
Bu büyük eksiklik, önceki yazılarımda da örneklerini verdiğim gibi,
100 yıllık Cumhuriyet'in "demokrasiyle taçlanması"nı önlemiştir. 

Soldan sağa: "No no no" tişörtüyle eski Devlet Bakanı Güneş Taner, Turgut Özal, Semra Özal ve
dönemin İstanbul Valisi Nevzat Ayaz. Arkada sağda,
ANAP'ın kampanyalarını da yürüten Erkal Zenger.
Özal, kendisine mikrofon uzatan Türk halk müziği sanatçısı Kamil Sönmez ile türkü söylüyor

Özal Hikayesi

1989'da, Özal'ın başbakanlığı döneminde
kendisi hakkında epeyce eleştirel
bir kitap da yazmıştım.  


Akıp giden zaman insanda bazı köşeleri
törpülüyor, yumuşatıyor.
Çok takıntılı, saplantılı değilsen,
insana şöyle ya da böyle bir değişimi yaşatıyor.
Zaman tünelinde kendini gözlüyorsun.
Yaptıklarını, yazdıklarını eleştirel bir süzgeçten geçiriyorsun.
Belki de bu bir olgunlaşma süreci... 
Özal Hikayesi'ni 1989'da değil de,
daha sonraki yıllarda yazsaydım,
kitap daha farklı mı olurdu,
sorusu elbette aklıma takıldı.
Bıraktıklarım, hiç değinmediklerim, yanlış değerlendirmeler
ve bugün de doğru dediklerim olur muydu
diye düşündüm.
Öyle sıradan bir siyasetçi değildi Özal,
bir "devlet adamı"ydı.
Statükocu hiç değildi.
Risk almayı severdi.
Tabu kırıcılığı vardı.
Güç kullanmaya bayılırdı.
Tek adamlığı severdi.
Kısaca, öyle tek kalem darbesiyle anlatılacak bir insan değildi.
Doğu ile Batı arasına sıkışıp kalmış
ve bu sıkışıklıktan yepyeni bir sentez çıkarmaya çalışan bir insandı.
Anadolu toprağı, nasıl kendi bağrında
bir sürü çelişki barındırıyorsa, Özal da öyleydi.
Bir bakarsınız acımasız bir hesap adamı,
bir bakarsınız iflah olmaz bir his adamı,
bir bakarsınız serinkanlı bir taktisyen,
bir bakarsınız akıl almaz "aculluk"lara
kendini kaptırıveren bir amatör...
Bir bakarsınız, Kürt sorunu yla ilgili gayet esnek,
akılcı kararlar alabilen bir Özal...
Bir bakarsınız, Terörle Mücadele Yasası’ndan
"köy boşaltmaları"na kadar yeşil ışık yakabilen bir Özal...

Turgut Özal, 1994 yılında Genelkurmay Başkanlığı'na atanan
Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve dönemin komuta kademesiyle

Bir bakarsınız, orduyu demokrasilerdeki olağan yerine
oturtmaya niyetli bir Özal,
bir bakarsınız, bunun tam tersi adımlar atabilen bir Özal...
Bir bakarsınız, İslamcıları dışlamayıp sistemin içine çekmeye,
sisteme entegre etmeye çalışan bir Özal...
Bir bakarsınız, 1987’deki gibi, bir askerî yönetimin
siyaset yasaklarını savunabilecek kadar
kendini dar politik hesaplara kaptırmış bir Özal...
Ya da eşi Semra Hanım’ı partisinin
partisinin il başkanı yaptıracak kadar
olmadık yerlere savrulabilen bir Özal...

ANAP'ın 1. Büyük Kongresi'nde Turgut ve Semra Özal,
delegelere "ANAP Selamı" verirken (Fotoğraf: Anadolu Ajansı)

Kitabımda, zaman içinde gördüğüm Özal'la ilgili
bazı hatalı değerlendirmelerim de olmuştur.
Bunlardan biri “pazar ekonomisi”ydi.
Reformlarıyla Türk ekonomisinin dışa açılması konusunda
Özal’a hak ettiği yeri kitabımda teslim etmemiştim.
Özal’ın ekonomide yapısal değişimler konusunda,
Demirel’le siyasal mücadele uğruna frene bastığını,
özelleştirmeler dahil birçok  alanda gerekenleri yapmadığını belirtmiştim.
Bugün de farklı düşünmüyorum.
Özal’ın ekonomideki bu yanlışı,
ekonominin kamburlarını 1990’lı
yıllara da ağırlaştırarak taşıdı.
Kitapta, Özal’ın önce ekonomi inadının bazı haklı yanlarını
gözardı etmişim. Fakat Özal’ın "önce ekonomi" derken,
demokratikleşme konusunda nasıl
ipe un serdiğini, basınla nasıl kapıştığını,
basını nasıl abluka altına almaya çalıştığını da gayet iyi anlatmışım.
Demokrasi ve asker çerçevesinde demokrasiyle uyumlu düşünceleri vardı Özal’ın.
Askerin seçilmiş sivil otoriteye tabi olması gerektiğine inanırdı.
Bu açıdan önemli duruşlar da sergilemişti ama bir yere kadar...
Şurası bir gerçek:
Demokrasi açısından Özal da
çok fazla bir şey yapamadı,
asker-sivil bürokrasinin egemenliği konusunda...
Bu arada hukuk, anayasa gibi konuları
Özal’ın pek öyle fazla sallamadığını kitabımda yazarken
kendisine haksızlık ettiğimi sanmıyorum.
Ama bir noktayı belirtmek isterim.
Özal’ın, anayasanın arkasından dolanarak da olsa,
Türkiye’de çok gecikmiş olan
özel televizyon çağı”nı açmasını onun artı hanesine kaydetmişim.

Özal, Ankara'daki Atakule'de açılışını yaptığı eğlence merkezinde
aletleri denerken (Fotoğraf: Anadolu Ajansı)

Özal ve Kürt sorunu

Özal Hikâyesi kitabımın bir eksiği de,
Özal ve Kürt sorunu boyutudur.
Ancak bu bilinçli bir tercihti.
Çünkü Özal’ın Kürt sorunuyla gerçekten haşır neşir
olmaya başlaması, 1989 sonuna doğru,
cumhurbaşkanı olup Çankaya’ya çıkmasıyla birlikte başladı.
Kürt sorununa bakış açısını zamanla iyiye doğru geliştirdi.
Sorunu ve çözüm yollarını öğrenmeye başladı.
Çözüm konusunda doğru işler yapabileceğini gösterdi,
bunu birçok yolla Kürtlere de hissettirdi.
Bu nedenle de, öteki Türk siyasetçilerine göre
Kürtlerin kalbinde kendine çok daha özel bir yer açtı.
Ancak Kürt meselesiyle ilgili yaptıklarına gelince,
çok sınırlı kaldı Özal’ın.
Ayrıca, Sansür ve Sürgün Kararnamesi gibi
Kürtlere hayatı zehir eden adımların önünü de açtı
1990’ların hemen başında.
Özgürlükler ve demokrasi konusunu kendisiyle tartıştığımız
zamanlarda ağzından sık sık
Ama ülkenin gerçekleri... Ama ülkenin gerçekleri...
sözü çıkar, ben de kendisini Cumhuriyet’te sık sık eleştirirdim.

Özal, 1. Körfez Savaşı sırasında yakın ilişki kurduğu ve
"Dostum Prezidan Bush" diye hitap ettiği ABD Başkanı George Bush
ile Çankaya Köşkü'nde basın toplantısı düzenliyor (Fotoğraf: Anadolu Ajansı)

"İş hızlı yapılır"

Hukuk genellikle Özal’ın arka planındaki bir konuydu.
Anayasa bir kerecik ihlal edilse ne olur ki?
sözü hafızalarda yer etmişti.
1990 yılı Nisan ayındaki bir iftarda şöyle demişti: 

İş hızlı yapılır. Millet yetki
vermişse, fazla sağa sola
bakmadan yürüyüp gidersin.

Cengiz Çandar'dan bir mesaj

Hasancığım günaydın,

Bir minik hatırlatma:

Anayasa bir kerecik ihlal edilirse ne olur ki şeklinde bir sözü yok Özal’ın. Bir görüşmede Hikmet Çetin’in ona söylediği “Sizin bu dediğiniz Anayasa bir kez ihlal edilirse ne olur ki anlamına gelir” cümlesi dönüp dolaşıp Özal Anayasa’nın bir kerecik ihlal edilmesinden bir şey çıkmaz dediğine dönüştü. Medyadaki muhalifleri bunu sık sık kullandılar. Bir koyup da üç almak siye de bir sözü yok. Demirel’in onun hakkında gazetecilere yaptığı “Ben bunu bilirim. Kafasında bir koyup üç almak vardır” değerlendirmesi sanki o söylemiş gibi ona karşı muhalefet polemiği olarak kullanıldı. Rahmetli yemin billah bunları söylemediğini gazetecilere benim gözümün önünde söyledi ve düzeltilmesini istedi ama nafile.

Özal buydu hukuk konusunda.
1991 yılı sonu olmalı.
Cumhuriyet gazetesinin
Genel Yayın Müdürü’ydüm.
DYP lideri Demirel seçimleri kazanmış,
İnönü’nün SHP’siyle koalisyon kurmuş,
Diyarbakır’a giderek “Kürt realitesi”ni tanımaktan söz etmişti.
Demirel’in sonra kısa sürede unutacağı bu sözü,
Türkiye siyasetinde o zaman bir heyecan dalgası yaratmıştı.
O günlerde Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi
Sir Timothy Daunt’la sohbet ederken, bana sormuştu: 

Demirel Kürt realitesinden söz etti,
iyi güzel de, acaba Demirel Kürt meselesini
kendi yüreğinde hissediyor mu?” 

Duraksadığımı görünce devam etmişti: 

Bence asıl Özal’dır, Kürt meselesini yüreğinde gerçekten hisseden... 

Yürek meselesini geçiyorum.
Ama bugün şu rahatça söylenebilir:
Demirel’in Kürt sorunu karşısındaki duruşu
tipik Türk milliyetçisi duruşudur.

28 Şubat 1992: Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Başbakan Süleyman Demirel, TSK'nın Kars Sarıkamış'ta icra ettiği kış tatbikatında. Demirel'in yanında dönemin Devlet Bakanı Cavit Çağlar,
Özal'ın yanında dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş

Özal bir "lider"di

Özal ise bu soruna daha geniş
ve isabetli bir açıdan bakmıştır.
Özal vizyon sahibiydi.
Gerek siyaset ve ekonominin
temel konularında, gerekse Türkiye’nin önünü tıkayan
Kıbrıs ve Kürt sorunu gibi alanlarda,
dış politikanın ana doğrultusunda neyin
nasıl yapılacağına ilişkin bir fikri vardı.
1987’deki Avrupa Birliği'ne tam üyelik
başvurusu da bu çerçevedeydi
Ancak, Özal fikirlerinin Kürt sorunu,
Avrupa Birliği gibi önemli bir bölümünü uygulamaya sokamadı.
Öteki siyasal liderler gibi o da,
askeri aşacak siyasi cesaret ve kararlılığı gösteremedi.
Bir askeri darbenin siyasal yasaklarını savunabilen
bir Özal'dan da bu beklenmezdi.
Özal kendi fikirlerini, bir kısmı kapalı kapılar arkasında olmak üzere
her zaman heyecanla savundu ve çevresini de heyecanlandırmayı bildi.
Bir “lider”di Özal.
Eksileri, eleştirilecek birçok yanı elbette vardı. Ama “çağın ruhu”nu kavramıştı, dünyanın nereye gittiğinin, Türkiye'nin nereye gitmesi gerektiğinin gayet iyi farkındaydı.
Amerika’nın eski Ankara Büyükelçisi
Morton Abramowitz’le bir gün
Özal’ı konuşurken şöyle demişti:

Demirel iktidarı kendisi için,
Özal ise bir şeyler yapmak için
isterdi. 

Yıllar geçtikten sonra, siyaseti bir kan davası
haline getirmekten ya da
bir "futbol maçı"na çevirmekten kaçınmak lazım diye düşünüyorum.
Başka türlü demokrasiyi oturtmak,
bir hayat tarzı haline getirmek mümkün değil.
1980’lerden beri bu görüşteyim.

Özel hayatıyla kamuoyu önüne en çok çıkan lider olan Turgut Özal,
Cumhurbaşkanlığı için yazlık konut yaptırdığı Gökova Okluk Koyu'nda

15 Ağustos 1984

Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla
PKK sahneye çıkıyor!
Bir kıvılcım çakmış,
bölgeyi bir yangın sarmaya başlarken,
Başbakan Özal,
"Üçbuçuk eşkıya!" diyordu.

Bir gün önce sabaha karşı,
Siirt'in Eruh, Hakkari'nin Şemdinli ilçelerine yaptığı silahlı baskınlarla,
Öcalan'ın PKK'si sahneye çıkıyordu.
Haberler aktıkça şaşkınlık artıyordu.
Başbakan Özal'ın ilk tepkisi şöyleydi:

Üçbuçuk eşkıya!

Oysa öyle değildi.
Öyle olmadığı dökülen kan
ve gözyaşlarıyla anlaşılacaktı zamanla.
14 Ağustos 1984 günü bir kıvılcım çakmış,
bölge tutuşmaya başlamıştı.
Özellikle 12 Eylül'ün hatalı politikaları,
Diyarbakır Askeri Cezaevi işkenceleri
-ve siyasi liderlerin geri durmaları
ya da destekleriyle- Kürt sorunu derinleşecek,
dağın yolu ardına kadar açılacaktı.
Demirel'in yıllar sonra Cumhurbaşkanlığı döneminde bana
bir gün itiraf ettiği gibi, "29. isyan"dı bu.
Batı basınında haberler çıkmaya başlamıştı:

Kürtler isyan etti,
Türk ordusu bastırmaya
çalışıyor.

Sıkıyönetimden haber sansürü emirleri
de gelmeye başlamıştı.

19 Ekim 1984
Komutandan "gazetecilik dersi"

Gazetede çalışıyorum, sıkıyönetimden telefon:

Birinci Ordu Komutanı
Orgeneral Necip Torumtay
sizi makamında bekliyor.
Hemen mi?
Derhal!

Arabaya atlayıp Selimiye Kışlası’nın yolunu tutuyorum.
Ne olabilir?
O günkü Cumhuriyet’in birinci sayfasında
askeri kızdıracak bir şey bulamıyorum.
Hızla göz attığım köşe yazılarında da herhangi bir sıradışılık yok.
Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı
Orgeneral Necip Torumtay
nazik ama asık yüzle karşılıyor.
Masasının üstünde bir gün önceki
Cumhuriyet gazetesi açılmış çarşaf gibi.
Zılgıtın nereden geleceğini anlıyorum.
Canı sıkkın bir üslupla başlıyor:

 Bu fotoğraflar hiç hoş değil. Gazetedeki
bu fotoğraflar, Türk ordusunu bir işgal
ordusuymuş gibi gösteriyor.
Sanki Mehmetçik oraları işgal etmişçesine
bir hava verilmiş...

Rıza Ezer'in çektiği, Cumhuriyet'te yayımlanan fotoğraf

Rıza Ezer’in fotoğrafları güzel.
Yazı işleri de hakkını vermiş fotoğrafların,
iyi kullanmış. Cumhuriyet ofset baskıya
yeni geçtiği için güzel siyah beyaz
fotoğraf basmaya dönük merakımız
daha devam ediyor. Ama Torumtay Paşa da
"fırçası"na devam ediyor: 

Kadın, ihtiyar, çoluk çocuk...
Erkekler tek sıra meydanda toplanmış...
Hepsinin elleri başlarının üstünde.
Silahlı askerler tarafından çevrilmişler...
Olmaz bu fotoğraflar!

Ama bunlar nihayet fotoğraf...

Dış güçlere yarayacak fotoğraf çıkmasın.
Haberleri filtreden, süzgeçten geçirin.
Köy boşaltmaktan söz ediyorsunuz.
Tehcir çağrışımı yapar bu haberler...

Torumtay Paşa’dan gazeteciliğin
nasıl yapılması gerektiğini sabırla dinliyorum,
yoksa bir telefonla gazeteyi kapatıverir... 

1. Ordu ve Kara Kuvvetleri komutanlıklarından sonra Genelkurmay Başkanı olan
Necip Torumtay, Turgut Özal'ın Körfez Savaşı sırasında TSK'nın Irak'a girmesi
planına tepki gösterdi. Torumtay, 'inandığı devlet anlayışına aykırı gelişmeleri'
gerekçe göstererek Genelkurmay Başkanlığı'ndan istifa etti

Aşağıdaki satırlar
2014 yılı Temmuz ayında,
Türkiye ve Kürt sorunuyla
ilgili bir "end game" olarak yazıldı.
Çünkü böyle bir
"nihai oyun planı" olmadan
Cumhuriyet'in demokrasi ile
taçlandırılamayacağını
yıllardır düşünüyorum.
Ve siyaset kurumunun
ilk yüz yılda yapamadığını
200. Yıl'a doğru
başarmasını diliyorum. 

Yer yuvarlağında Türkiye’nin de bulunduğu bölge cayır cayır yanıyor,
kan gölü her geçen gün büyüyor.
İsrail, Gazze’yi yeniden bombalamaya başladı.
Çoktan beri Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında fiilen bölünmüş
olan Irak’ta  bölünmüşlük derinleşiyor.
Irak’ta bağımsızlık ilanına hazırlanan Kürtlere İsrail destek çıkarken,
İran bağımsız bir Kürt devletine karşı olduğunu açıklıyor.
Suriye de bölünme yolunda. 2011’den beri yaşanmakta olan iç savaş,
Suriye’yi kan ve ateşle paramparça ediyor.
Etnik, dinsel, mezhepsel açılardan rengârenk toplumları
– ya da 72 milletten oluşan bizim gibi ülkeleri –
demokrasi ve hukuktan uzak diktalar eliyle yönetmeye kalkışmanın –
veya böyle ülkeleri dıştan müdahaleyle,
savaşla Amerika gibi dönüştürmeye kalkışmanın –
hazin sonu buydu.
Tıpkı Irak gibi Suriye’yi de bu saatten sonra,
örneğin bir federasyon çatısı altında bile,
tek parça halinde tutmak çok güçtü.
Suriye bölünme yolundayken bir parçası da, anlaşılan,
Kürtlerin çok büyük çoğunluğu oluşturduğu –
ve Öcalan’la PKK’nin damgasını taşıyan–
Rojava (Batı Kürdistan) olacaktı.
Suriye’deki parçalanma sürecini, Saddam Hüseyin'in
Baasçı diktası altında maceradan maceraya,
beladan belaya koşan Irak 1990’ların başında
Körfez Savaşı’yla yaşamaya başlamıştı.
Saddam Hüseyin’in 1990 yazındaki
Kuveyt işgali sonun başlangıcı olmuştu.
İşgal, 1991’de savaş yoluyla sona erdirilirken,
Kuzey Irak da Saddam’a yasak edilmişti.
Böylece, İncirlik Üssü’ndeki Çekiç Güç’e ait
Amerikan ve İngiliz savaş uçaklarının korumasındaki
Irak’ın kuzeyinde bir ‘Kürt devleti’nin tohumları atılmaya başlamıştı.
1992’deki Habur sınır kapısından Irak’a girerken,
Zaho tarafında “Kürdistan’a hoş geldiniz!” tabelasının
altında bir fotoğraf çektirip
Sabah’taki yazımın göbeğine koyduğum zaman bizim dünyamızda,
Kürdistan kelimesinden yüzünden
epeyce gürültü kopmuştu.

O tarihlerde Irak Kürdistanı’nda –
ya da Ankara’nın deyişiyle –
Irak’ın kuzeyinde nereye gitsem,
gökyüzünde kulak yırtıcı sesleriyle sık sık boy gösteren
Çekiç Güç uçakları için Irak Kürtlerinin,
“Allah başımızdan eksik etmesin!” dediklerini
kendi kulaklarımla duymuştum.
1992’de, 1993’te Kürt liderler Celal Talabani
ve Mesud Barzani’yle sohbetlerimde
her ikisi de, bağımsız Kürdistan’ın
bir ideal olarak kafalarının arkasında durduğunu saklamamışlardı.


1992: İlerleyen yıllarda 6. Irak Cumhurbaşkanı olacak
Kürdistan Yurtseverler Birliği Lideri Celal Talabani ve Hasan Cemal

Türkiye ise 1990’lardan itibaren, değil bağımsız Kürt devletine,
Irak’ta bir federasyona bile karşı olduğunu
her fırsatta açıklar, petrol zengini
Kerkük’ün de Kürtlerin eline geçmesine taraftar olmadığını vurgulardı.
O tarihlerde bunları Türk devletinin kırmızı çizgileri olarak ilan etmişti Ankara...
Bu kırmızı çizgiler, 2014 yazında silinip gitmiş durumda.
Irak Anayasası’nda yazılı olan federasyon da fiilen yok.
Irak’ın kuzeyinde, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi adı altında,
resmen olmasa da, fiilen bir Kürt devleti,
özellikle Saddam Hüseyin’i yıkan 2003 Irak Savaşı’yla kurulmaya başladı.
Türkiye de ‘Kürdistan Devleti’nin başkenti sayılan
Erbil’de 2010 yılı Ekim ayında başkonsolosluk açtı.
2014 yılı Haziran ayında Kerkük de
Kürtlerin eline geçti.
Oysa 1990’larda, 2000’lerin başlarında
Türk devlet büyüklerinin ağzından
Irak’ın toprak bütünlüğü hiç düşmezdi.
Irak’ın devlet olarak birliği ve toprak bütünlüğü özellikle
1991 Körfez Savaşı’yla birlikte Washington başta olmak üzere
bazı Batı başkentlerinde de tartışılmaya, sorgulanmaya başlamıştı.
Bu konu, 2003’teki Irak Savaşı’ndan itibaren belki
en çok Washington’da masaya yatırıldı.
Irak’ın Kürtler, Sünniler ve Şiiler arasında kaçınılmaz olarak
üç devlete bölüneceğini söyleyenler,
bunun kanlı değil kansız hal yoluna sokulması gerektiğini savunuyorlardı.
1991’de Kuveyt’teki Saddam işgali
sona erdirildiği zaman,
Bağdat’a da girilip Saddam diktasının da devrilmesi
Washington’da ele alınmıştı.
O tarihlerde bu senaryoya iki bölge ülkesi karşı çıkmıştı: 

Türkiye ile Suudi Arabistan

Türkiye, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti,
Suudiler ise güneyde kendilerine komşu bir
Şii devleti istemiyorlardı.
Türkiye, bir Kürt devletinin kendi Kürtleri açısından kötü emsal olacağını düşünüyor,
Suudiler de bir Şii devletiyle İran’ın ken- dilerine komşu olmasını istemiyordu.
Çeyrek yüzyıllık bir süreç içinde,
bir zamanlar kâbus olarak görülen senaryolar, şimdi,
2014 yazında artık hayatın birer gerçeği olarak
Türkiye ve Suudi Arabistan’ın karşısında...
Suriye gibi Irak da kanlı bir ‘iç savaş’la
Kürtler, Sünniler ve Şiiler arasında bölünme yolunda hızla yürüyor.
Şiiler ile Sünniler birbirleriyle kan ve ateşle hesaplaşırken,
Irak Kürtleri bağımsızlığı resmîleştirecek son adımların hazırlığı içinde 2014 yazında...

Bölge Kürtlerindeki bu "kendi kendini yönetme"
isteğini söndürmek olanaksızdır

Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa emperyalizminin
bölgeye giydirdiği deli gömleği artık dikiş tutmaz hale geldi.
Emperyalizmin yüzyıl önce çizdiği yapay sınırlar yeniden çizilirken,
bazı soru işaretleri çengelini zihinlere asmış durumda:
Tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin
bir nihai oyun planı var mı?
İngilizce deyişle, bir ‘end game’ hazır mı Ankara'da?
Türkiye, 1300 kilometrelik güney sınırlarının
yeniden çizilmesine ne kadar hazırlıklı?
Irak’la Suriye’nin kuzeyinde,
Irak Kürdistanı’yla Rojava’da,
Türkiye Kürtlerinin yaşamakta olduğu bölgelere bitişik
Kürt devletleri’ sahneye çıkarken Ankara
ne yapacak, oyun planı nedir?
Irak Kürdistanı’yla iyi ilişkiler içindeyken,
Öcalan’la PKK’nin damgasını vurduğu
Rojava’ya dönük olarak, bir zamanların
Kuzey Irak’ına yapılan hasmane muamele mi tekrarlanacak?..
Bir gerçek apaçık ortaya çıktı:
Türkiye’dekiler dahil bölgedeki
Kürtler artık dört parçaya bölünmüş yaşamak istemiyorlar.
Bu demek değil ki, bugünden yarına
Türkiye, İran, Irak ve Suriye Kürtleri
tek bir devlet çatısı altında toplanacak.
Bu elbette kolay değil.
Ama bağımsız devlet ideali Kürtlerin kafasının
arkasında her zaman vardı,
var olmaya da devam edecek.
Ve Kürtler –tabii Türkiye Kürtleri dahil–
kendi yaşadıkları ülkelerde kendi kendilerini yönetmek isteyecekler.
Bu kendi kendini yönetmenin adı,
güçlü yerel yönetim olabilir.
Özerklik olabilir. Federasyon olabilir.
Nihai olarak, Irak’taki yöneliş gibi, bağımsız devlet olabilir.
2014 yazında şu nokta vurgulanabilir:
Türkiye Kürtleri dahil bütün bölge Kürtlerindeki bu
"kendi kendini yönetme" isteğini söndürmek olanaksızdır.
Zamanın ruhu budur!
Türkiye eğer kendi Kürtleriyle
kalıcı ve gerçek barış kurmak istiyorsa, buna göre
bir end game yapacaksa,
"zamanın ruhu"nu yakalamak zorunda.
Bu da sadece kendi Kürtlerini değil,
bütün bölge Kürtlerini içine alacak olan demokrasi ve eşitlik üstüne kurulu,
zaman karşısında yenik düşmüş
bir "üniter-devlet" anlayışına veda etmiş kapsamlı bir barış planından geçer.
Kendi evinin içinde birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletini hâkim kılan...
Merkeziyetçi devlet, üniter devlet anlayışını artık bir kenara bırakarak,
demokrasiyi ete kemiğe büründürecek güçlü yerinden yönetimleri oluşturan...
Barış ve demokrasi açısından özerkliği de federasyonu da düşünen,
çağını çoktan tamamlamış klasik ulus-devlet takıntılarından
ya da klişelerinden arınmış olarak bu yaşamsal konuları tartışabilen...
Kendi Kürtleriyle ilişkilerini
vatandaşlık, kimlik, yerel yönetim, anadilde eğitim, özgürlük
gibi temel meselelerde eşitlik ve demokrasi üzerine oturtan...
Eşitlik konusunu anayasal çerçeveye sokan...
Bunları yaparken, dağdan inişin, silahlara vedanın yolunu açan,
yani Kürt sorunuyla silah ve şiddetin bağını kopartan...
Bu yolda, Öcalan’ın özgürlüğüne giden taşları da döşeyen...
Kendi devlet geçmişi ve günahlarıyla yüzleşerek, PKK’nin de kendi geçmişi
ve günahlarıyla özeleştirel bir yüzleşmeye
gitmesini kolaylaştıran...
Aynı zamanda Irak ve Suriye Kürtlerine barış ve işbirliği elini uzatan...
Bütün bunları başarabilen bir Türkiye,
güçlü Türkiye olur.
Barış içinde yaşayan büyük Türkiye olur.
Nüfuz alanını kendi sınırlarının dışına taşıyan gerçek bir "bölgesel güç" olur.
Uzun lafın kısası:
Hem Batı’da hem Doğu’da sesi dinlenen,
Batı’nın demokratik değerlerine bağlı,
barış ve huzur içinde yaşayan
büyük ve güçlü bir ülke konumuna
yükselir Türkiye...  *

Yarın: 6 Eylül referandumu, Özal'ın ince hesapları, yine bölünmüş bir memleket


* Hasan Cemal, Kürdistan Günlükleri, Everest Yayınları, 2014, s. 279-283

Yazı dizisinin önceki bölümleri

  1. Cumhuriyet bir devrimdir, Atatürk de önderidir; yaşasın Cumhuriyet!
  2. Mustafa Kemal: Osmanlı düzenini altüst eden devrimler yapılmadıkça, bir Batı medeniyeti toplumu olamayız!
  3. Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!
  4. Atatürk, padişahlığın kaldırılması konusundaki kararlığını şöyle vurgular: "Belki birtakım kafalar kesilecektir!"
  5. Kafa kesmekten kafa koparmaya...
  6. Atatürk, hangi kaynaklardan beslendi; askeri, siyasi, entelektüel kişiliği yıllar içinde nasıl oluştu?
  7. Cumhuriyet demokrasiyle taçlandırılamadı, ama bu başarısızlığın sorumlusu Cumhuriyet'i kuranlar değil, 77 yıllık çok partili dönemin siyasal kadrolarıdır
  8. İsmet İnönü: "En büyük hezimetim en büyük zaferimdir"
  9. İnönü'den Menderes'e: "Bu yolda devam ederseniz, sizi ben de kurtaramam"
  10. İlk askeri darbe, 27 Mayıs: Bayar-Menderes iktidarı demokrasinin yolunu tıkadı ama bu darbeyi meşru kılmaz, "devrim" yapmaz
  11. Demirel'in İnönü'ye karşı siyasetteki ayak oyunları 27 Mayıs sonrası CHP - AP koalisyonu ile başladı
  12. Kendisini deviren darbenin idamlarına evet diyen bir Demirel ve darağacında Üç Fidan
  13. Ecevit-Demirel savaşı ve darbeye karşı bile birleşemeyen muhalefet
  14. Tank sesiyle uyanmak!
  15. İnsanlar tank sesiyle uyanırken, sessiz kalan siyaset
  16. Asker sorunu her şeyden önce "sivil siyaset sorunu"dur
  17. Siyasal partiler kapatılıyor, film tamamen kopuyor, siyaset yasağı geliyor; liderlerden tık yok!
  18. Mavi rengi bile yasaklayan 12 Eylül askeri yönetimi

Hasan Cemal kimdir?

Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 

1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 

28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. 

Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. 

Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: 

Tank Sesiyle Uyanmak (1986)

Demokrasi Korkusu (1986)

Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) 

Özal Hikâyesi (1989)

Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999)

Kürtler (2003)

Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005)

Türkiye'nin Asker Sorunu (2010)

Barışa Emanet Olun (2011)

1915: Ermeni Soykırımı (2012)

Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014)

Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014)

- Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018)

- Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var