28 Şubat 1992: Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, Başbakan Süleyman Demirel ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal
TSK'nın Kars Sarıkamış'ta icra ettiği kış tatbikatında.
1987 yılı Eylül ayı.
Türkiye 6 Eylül referandumuna gidiyor.
12 Eylül darbe anayasasının siyaset yasakları oylanacak.
Memleket yine ikiye bölünmüş durumda.
Bir taraf, yasaklar devam etsin,
eskiler otursun oturdukları yerde,
yoksa istikrarsızlık yine kapımızı çalar havasında...
Karşı taraf, bunu demokrasiye aykırı buluyor
ve yasakların kısa yoldan Meclis'te kaldırılmasından yana...
Aslında doğru olan çözüm, meseleyi
Meclis çatısı altında tüm partilerin "demokratik ittifakı"yla çözmekti.
Ama yine olmadı, yapamadılar.
Ülke biraz daha kutuplaştı, cepheleşti.
Demirel'i sevmeyenler, asıl istikrarsızlığın
"demokrasi eksiği"nden kaynaklandığını bir kez göremediler.
Demirel bana 6 Eylül sonrası,
"Özal referanduma götürmek yerine yasakları
Meclis'te kaldırsaydı, milletin içine
çıkacak hâlimiz olmazdı" diyecekti.
Turgut Özal'ın ağabeyi Korkut Özal da
yıllar sonra bana kardeşinin iki
büyük hatası olarak şu iki noktayı zikredecekti:
Kardeşimin iki önemli hatası oldu.
Biri Semra Özal'ı partisinin il başkanı yapmak,
diğeri yasakları
halk oylamasına götürmek...
Yasaklar, 6 Eylül 1986'da, Özal'ın
bir sürü "cinlikleri"ne rağmen
kıl payı da olsa kalktı.
Özal, referanduma giderken, bir cinlik
daha yapmış,
Meclis'ten erken seçim kararını geçirmişti.
Hesabı açıktı:
Referandumu kaybeden Demirel'i
seçim sandığına gömmek!
Bunun için seçim sistemiyle
fena halde oynamıştı.
Referandum hesabı tutmadı Özal'ın.
Yasaklar, yüzde 49.84'e karşı
yüzde 50.16 ile, ancak 75 bin 66 oy farkıyla kaldırıldı.
Referandum sonuçları 7 Eylül 1987'de
Tercüman sürmanşetinde
Hesabı tutmamıştı
ama referandum gecesi Özal’ın keyfine diyecek yoktu.
Sanki hayır oyları yüzde 90 çıkmış gibi,
sanki Demirel’in siyaset yasağına devammış gibi keyifliydi.
Onu böylesine neşelendiren, sonucun başa baş gitmesiydi.
“Evet” oylarının kılpayı önde olmasından rahatsız değildi.
Hatta, halk oylamasının bu sonuçla
noktalanmasından yana olduğu bile söylenebilirdi.
Böylece hem siyasal yasaklar kalkmış olacak,
hem de yüzde 50 civarındaki hayır oyları yalnızca ANAP’a
kendi hanesine yazılacaktı.
29 Kasım erken seçimlerini
artık çantada keklik görüyordu.
ANAP, erken seçimlerden yüzde 36,31 oyla
(1983'te yüzde 45,14'tü) birinci parti olarak çıktı.
Fakat bu, Demirel'i seçim sandığına gömecek bir sonuç değildi.
Başbakan Özal, Türkiye’ye siyasi sığınma talebinde bulunan
Türk asıllı dünya halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu ile birlikte 13 Aralık 1986`da basın toplantısında
(Fotoğraf: Anadolu Ajansı)
Oyları bir önceki seçime göre yüzde 8,83 azalmış
ama 81 milletvekili
daha çok kazanmıştı.
İkinci parti, ilk seçimine giren
ve Genel Başkanlığını Erdal İnönü'nün yaptığı SHP olmuştu.
Kapatılan CHP'nin yerini alan
Sosyaldemokrat Halkçı Parti yüzde 24,74'le 99 milletvekili çıkarmıştı.
Bu arada, Bülent Ecevit'in eşi Rahşan Hanım'la kurdukları
Demokratik Sol Parti (DSP)
yüzde 10 barajına takılarak parlamento dışı kalmıştı.
Demirel'in DYP'sine gelince...
yüzde 19,14'le 59 milletvekili kazandı.
Seçim gecesi, 29 Kasım 1987.
Gazetedeyim. Sandıklar açılıp daha ilk sonuçlar
telekslerden akmaya başlayınca durum belli olmuştu.
Seçim sistemi,
olanca acımasızlığıyla ANAP lehine çalışıyordu.
ANAP kurmaylarının bel bağladığı gibi,
DSP’nin SHP oylarını bölmesi
ya da soldaki bölünme ve seçim sistemi,
Özal zaferinin gerçek mimarlarıydı.
Yüksek barajlarla değiştirilen
seçim çevrelerinin ANAP’a yaradığı anlaşılıyordu. Örneğin Van’da ANAP,
yüzde 22 oyla 5 milletvekilliğinin tamamını almıştı.
Gelişmeler Özal’ın beklediği gibiydi.
ANAP 300 sandalyeye,
yani anayasal çoğunluğa doğru gidiyordu.
Gece yarısından sonra telefonum çaldı.
Televizyonda seçim gecesi programını
yöneten Güneri Cıvaoğlu arıyordu.
“Sayın Özal’ı iki nedenle kutlamak gerekiyor” diye başladım söze.
Aynı anda gözüm ekrana ilişti,
Özal gülüyordu.
“Sayın Özal” derken dilim sürçmüş,
“Sayın Evren” demiştim, ondan gülüyormuş...
Devam ettim:
Birincisi, seçimi kazandığı için;
ikincisi de böyle bir seçim sistemi icat ettiği için...
Çünkü 1983’e göre oyları yüzde 45’ten yüzde 36’ya düştü;
ama sandalyelerinin sayısını yüzde 52’den yüzde 64’e çıkardı.
Ancak, bir noktaya dikkat etmesi gerekiyor sayın Başbakan'ın.
Ortaya çıkan bu dengesizliğin,
eğer gerekli özen gösterilmezse,
demokratikleşme sürecine olumsuz etkiler yapmasından korkarız.
Dileriz, bu gerçeği iyi değerlendirsin, sağduyulu bir çizgi izlesin
ve Meclis çoğunluğunun her şey olduğu kanısına kendisini kaptırmasın.
Sene 1985; Hasan Cemal Başbakan Turgut Özal ile 'Uzakdoğu' gezisi yolunda...
Özal'ın arkasında Ertuğrul Akbay, solda Yavuz Donat, arkasında Canan Barlas,
Barlas'ın yanında dönemin Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan, Hasan Cemal'in arkasında
eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı emekli büyükelçi Özdem Sanberk
Özal’ın ertesi günkü basın toplantısı gerçekten
görülmeye değerdi. Seçim sonuçları Özal'ı havalandırmıştı,
sanki bulutların üzerinde dolaşıyordu.
Zaten var olan "megalomani doruğuna tırmanmıştı.
Sesinden eksik olmayan alaycı titreşimlerle,
ağzından çıkan her söz,
muhteşem "egosu"ndan bir çizgiyi kalınlaştırıyordu.
Türkiye konusunda “kurtarıcılığı”ndan artık en ufak bir kuşkusu kalmamıştı,
memleketi kurtaracak tek kişi
ondan başkası olamazdı.
"Abisi" Demirel’e üstü örtülü bir dille
"hadi sen bu işleri bırak" diyordu:
DYP’nin misyonu, kendi tabirleriyle söylüyorum,
misyonları sona ermiştir.
Misyon neticeye varmıştır.
Kendilerinden bize gelmek
isteyenler varsa, kapımız açıktır.
Özal “aşırı sağ ve dinci” oyların da
sonraki seçimlerde ANAP’a
kayacağına inanıyordu:
Aşırı sağ ve dinci partiler diyelim...
Aşırı sağ, dinci partiler
en aşırı propagandayı yapmasına rağmen
oyları en çok yüzde 6 civarındadır.
Türk milleti bundan sonraki seçimde,
1992’de, yüzde 10 barajını aşamayacak partilere yönelmeyecektir.
Bu partileri artık kurmasınlar,
siyasetle uğraşmasınlar.
Özal, Erbakan'la Türkeş'in
partilerini de ANAP'a davet ediyordu.
Özal'ın o günlerde nasıl kabara kabara,
koltuklarının altı karpuzlarla dolu
halde dolaştığı gözümün önüne geliyor.
En başta gazeteci milleti olmak üzere
herkese laf geçirmeye bayılıyordu,
bazen şaka yollu bazen ciddi bir dille...
Bir defasında, köşe yazarlarıyla Harbiye Orduevi'nde
sohbet ederken söz Erbakan'dan açılınca,
"Sağolsun Hoca'nın kafasında bir tahtası eksiktir" demişti.
Ertesi gün aramızdan biri Özal'ın bu patavatsızlığını
manşete çekince kıyamet kopmuştu.
Fakat işler iyi gitmiyordu.
Demirel'i sandığa gömmek için
özellikle ekonomiyi boşlamış,
"reform"ları unutmuştu.
"Muzır yasaları"yla özgürlükleri biraz daha kısmaya,
"otoriterleşme" yolunda ilerlemeye başlamıştı.
Seçimlerde biriken zamları birden
boca edince enflasyon alıp başını gittiğinde, zam furyasını eleştiren
SHP lideri Erdal İnönü'ye Meclis kürsüsünden, tarihe geçen o lafını etmişti:
Bunları seçim öncesinde yapacak
kadar aptal mı gördün beni?..
Türkeş ve Erbakan
6 0cak 1988
Enflasyon 1987'de ezdi geçti.
Özal’ın pek sevdiği deyişle
“Kim ne derse desin” gerçek öyle.
Özellikle büyük şehir insanı 1987 boyunca
geçim sıkıntısını iliklerine kadar hissetti.
Devlet İstatistik Enstitüsü, tüketici fiyatlarının
Türkiye genelinde geçen yıl yüzde 55,1 arttığını açıkladı.
Aralık ayı enflasyonu ise tam bir rekor, yüzde 11 oldu.
11 Ocak 1988
Öğleden sonra evde çalışıyordum.
Harbiye Orduevi’nden telefon,
Başbakan arıyor.
Gazetedeki bir yazıya takılmış...
Bu arada Metin Toker’in bugünkü Milliyet’te çıkan yazısına da kızmış.
Toker’in yazısında şu satırlar var:
Turgut Özal’ın Çankaya’ya cumhurbaşkanı,
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne başkomutan olamayacağı açıktır.
Eşyanın tabiatına aykırıdır.
Şöyle dedi Özal:
Metin Toker’i zaten ciddiye almam.
Ama bu akşam Taksim Toplantısı’na gelirse çok ağır konuşacağım.
Milletvekili seçilme yeterliliğine sahip herkes cumhurbaşkanı da olur.
14 Ocak 1988
Birkaç günlüğüne Ankara.
Demirel’le Güniz Sokak’ta sohbet, dedi ki:
Özal Çankaya’ya çıkmak için her şeyi yapar.
Önümüzdeki 22 ay,
1989’daki cumhurbaşkanlığı seçimine kadar,
her taşın altından bu konu, cumhurbaşkanlığı çıkar.
Gerekirse üç yıl uzatır Evren’in süresini...
29 Mart 1988
Özal, Çankaya Köşkü’nden çıkarken gazetecilere,
“Ben basınım, her şeyi yaparım diye düşünenler var.
Herkesi yerli yerine oturtmak lazım” demiş...
Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Yusuf Özal,
TÜSİAD Başkanı Ömer Dinçkök’e basınla ilgili olarak
“Biz ambargoyu koyduk yola geldiler.
Siz de koyun” demiş...
Gazetelere karşı devletin ekonomik gücü partizanca kullanılıyor.
İlan ambargosu ve "kredi sopası"yla Nazlı Ilıcak Tercüman'daki köşesinden oldu.
Günaydın gazetesi, kamu bankalarının ilan ambargosunun hedefi.
Bazı banka genel müdürleri
“Ne yapalım, emir yüksek yerden” diyormuş.
Günaydın grubu bir başka açıdan daha baskı altında:
“Muzır Yasa”dan kaynaklanan
ve milyarlara varan para cezaları...
"Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu" 1986'da çıkarıldı.
İki yıl içinde bu yasadan dolayı 200 dava açılmış,
istenen para cezaları 50 milyar liraya ulaşmıştı.
Ahmet Altan'ın Sudaki İz romanı yargılanmış,
"müstehcenlik"ten "imhası"na karar verilmişti.
Füsun Erbulak'ın Burgu'su,
Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok'u,
Pınar Kür'ün Bitmeyen Aşk'ı da
Muzır Yasa çerçevesinde müstehcen bulunmuştu.
Duygu Asena
Özal iktidarı inişe geçerken, yazarlara, gazetecilere,
basına tahammülsüzlüğü de artıyordu.
Anlaşılan, radyo ve televizyon da yetmiyordu Özal’a.
Yazılı basını da hizaya getirip, tekeline almak hevesine kaptırmıştı kendini...
Hoş geldin 1950’ler demeye dilim varmıyordu, zira ucunda darbe vardı.
En iyi öğretmen tarihtir, evet ama öğrenciler bu kadar kötü olunca,
o da işe yaramıyordu.
30 Mart 1988
Özal’ı baştan beri içtenlikle desteklemiş
bir işadamı bugün telefonda dedi ki:
Yokuş aşağı inmeye başladı.
Bu kadar vurdumduymazlık olamaz...
Düşüşe geçince diyalog kurmak da zorlaşıyor.
O eski imajını yeniden tesis etmesi çok güç.
Gittikçe kendi çevresine dönüyor,
içine kapanıyor. Hırçınlaşıyor.
İnatlaşma içinde hep.
İnişi durdurup tekrar çıkışa geçirmesi çok zor.
Değişim inşallah seçimle, Meclis’le olur...
6 Nisan 1988
Mart ayı enflasyonu da rekor:
Aylık yüzde 7,4; yıllık, yüzde 69,8.
Kimilerine göre Türkiye, hiperenflasyon sürecine girdi.
10 Nisan 1988
Geçen gün Demirel telefonda,
“Özal dönüşü olmayan bir noktada artık.
Benzinleri bitmiştir, ama inecekleri meydan da yoktur” dedi.
Erdal İnönü’yle sohbet ettik. Özal’ın tabanının eridiğini söyledi...
Hasan Cemal, Cağaloğlu Türkocağı Caddesi'nde bulunan Cumhuriyet'i ziyaret eden
SHP Genel Başkanı Erdal İnönü'yü (solda) ağırlarken
12 Nisan 1988
“Özal, Menderesleşiyor...”
Güneş gazetesinin
bugün sekiz sütuna çektiğin manşet:
Özal, Menderesleşiyor!
Ekonomide ‘liberalizm’ diye yola çıkıp,
sonunda ‘piyasa’ya karşı ‘devlet’i ileri sürdüler.
Basın desteğiyle iktidar olup,
sonunda basını ‘bozguncu’ ilan ettiler.
Yola beraber çıktıkları kadroyla aralarını açıp,
dar bir çevreye kapandılar.
Dış politikayı ön plana sürüp,
hayat pahalılığını halka unutturmaya çalıştılar.”
Bir seçim gecesi,
26 Mart 1989
Yerel seçim heyecanı...
Seçim öncesi televizyonlarda
"Ben, muhalefet olmam, olmam, olmam!"
diye bas bas bağıran
Özal ve ANAP ne yapacak?
Saat 19.00
Cüneyt Arcayürek Ankara’dan:
Bu trend değişmezse,
arkadaş yengen!
SHP birinci parti olabilir.
Saat 19.30
Faruk Bildirici:
Ankara’da SHP önde.
ANAP Genel Merkezi’ne haber akmıyor.
Belli ki durumlar kötü.
Saat 20.30
Mesut Yılmaz’ı aradım
“Kötü gidiyoruz” dedi.
Ahmet Tan ve Cüneyt:
Saat 20.50
TRT Genel Müdürü Cem Duna’yla konuşuyoruz telefonda.
“ANAP için iyi değil haberler” diyor.
Saat 21.00
Uğur Mumcu arıyor:
Müthiş patlama, İstanbul’da da
SHP yüzde 8 önde gidiyor.
ANAP Genel Merkezi’nde Oltan Sungurlu,
"Kaybetmek ayıp değil" demiş...
Yalçın Bayer aradı Haber Merkezi’nden:
Az önce ANAP Genel Merkezi’ni kapayıp gitmişler.
Seçim akşamları yenilgiyi kabullenmenin en açık işareti...
Saat 21.45
Okay’la başlık taslakları tartışıyoruz:
ANAP’ın büyük yenilgisi...
SHP birinci parti...
DYP oy patlaması yaptı...
12 Eylül tersine döndü...
Siyaset, Türkiye’de geleneksel yörüngesine oturuyor...
SHP Genel Başkanı İnönü, 8 Kasım 1990'da, ODTÜ Matematik bölümce düzenlenen haftalık seminerde, "Pell Denkleminin Aritmetik Özellikleri" konusunda ders verdi
Ve bu saatlerde, resmi sonuçlar henüz açıklanmamışken
TRT'de “İcraatın İçinden” gösterime giriyor.
Olacak şey değil!
Turgut Özal, siyah BMW’sinin şoför mahalline kurulmuş, direksiyonda,
Semra Özal da yanında.
Fatih Köprüsü’nü geçiyorlar Anadolu yakasından.
“Semra Hanım bak!” diyor Turgut Özal,
“Köprünün bu tarafı da yapılmış.”
Semra Özal, “Ne güzel” diye söze giriyor
“Her taraf imar edilmiş... Yollar, yapılar..."
Çok keyifli Özal, eşine şöyle bir bakıyor,
“Haydi bir kaset koy da şöyle bir neşelenelim Semra Hanım” diyor.
İlhan Selçuk’un deyişiyle tam bir mizah şaheseri.
Ya da soğuk bir şaka Özallara...
Resmi sonuçlar açıklanıyor:
Birinci parti SHP, %28.71 oyla...
İkinci parti DYP, % 25.15 oyla...
Üçüncü parti ANAP, %21.80'le...
Dördüncü parti DSP, % 8.5'la...
Demirel gözüküyor televizyonda.
İki kolunu havaya kaldırıp bağırıyor:
“Yaşasın halk!”
Telefonla arıyorum Demirel’i.
Sesi, ne kadar heyecanlı ve sevinçli olduğunu
hemen ele veriyor.
12 Eylül 1980 sabahından bu yana geçen tam dokuz yıllık mücadele...
Şöyle diyor:
“Eylül İmparatorluğu çöktü!
Hayır çökmedi Sayın Demirel!
Siz "6 kere" gitmiştiniz, şimdi de
"7. kere"nin kapısını araladınız.
O kadar!
Çünkü, o kadar gidip geldiniz ama
"demokrasi"yi kuramadınız.
Çünkü, "6 kere gittiniz 7 kere geldiniz"
ama demokrasinin sadece "seçim sandığı"ndan
ibaret olmadığını göremediniz
-ya da gördünüz ama gereğini yapamadınız.-
Çünkü, Sayın Demirel, ülkenin
önünü çok uzun yıllardır tıkayan
Kürt sorunu gibi, ekonomide yapısal reformlar gibi,
Kıbrıs gibi, Türkiye'nin Avrupa Birliği yolunu açmak gibi
temel sorunlarına asker korkusu yüzünden dokunamadınız.
Çünkü, Sayın Demirel, bu konularda diğer siyasal partilerle,
"merkez sol"la Meclis çatısı altında herhangi bir demokratik ittifak aramadınız.
Evet, öyle Sayın Demirel, asker korkusu...
Bir zamanlar kapalı kapılar arkasında
bana söylediğiniz o söz hala hatırımda:
Askerin bu memlekette kucaklamadığı
bir şey yapılamaz.
28 Şubat döneminin Deniz Kuvvetleri Komutanı
Oramiral Güven Erkaya anılarında,
asker olarak sivile güvenmediklerini,
kendilerini devlet içinde devlet olarak gördüklerini
ve sanki adı ordu partisi olan bir siyasi partinin
mensuplarıymış gibi davrandıklarını söyler. *
Sayın Demirel, asker korkusu sizi bütün
siyasi hayatınız boyunca takip etti.
Bu konuda, kapalı kapılar arkasında söylediklerinizi dışarıda söylemediniz,
gereğini yapmadınız.
Bana Güniz Sokak'taki evinizde,
"Kürtler 500 yıldır asimile edilememişler,
bundan sonra da edilemezler" dediniz, dışarıda sustunuz.
"Güneydoğu'ya sömürge ordusu gibi giriyoruz" dediniz, dışarıda sustunuz.
Ahmet Türk'ün feryadına kulak tıkadınız:
12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi’ne girdim.
Her gün Tanrı’ya "Canımı al da,
beni bu işkenceden kurtar" diye yalvarıyordum.
Ölüm bile elime geçmiyordu.
Beni 200 askerin arasına çırılçıplak
getirip copla dövdüler.
Tuvaletlerde pislik yediriyorlar,
24 saat işkence yapıyorlardı.
Dayaktan her yerimiz simsiyahtı.
Bir gün adam copunu kaldırmış,
Atatürk’ün annesinin adı ne diye sordu.
Bildiğim halde söylemedim.
Aklım copa takılmıştı.
Gece baskın yapılıyor, dayakla marş okutuluyordu.
Korkudan 56 tane marş ezberledim.
Birçok insan cezaevinde gözümüzün önünde öldürüldü.
Yüzbaşı, doktora bağırarak
‘Rapora ranzadan düştü diye yaz’ diyordu.
Bir asteğmen, gözlerimle gördüm,
‘İnsanlığımdan utanıyorum’ diye ağlıyordu.”
Sözü, 1990’lara getiriyor:
“Özellikle 1993-1996 yılları arasında Kürtlerin canı çok yandı,
Başbakan Çiller’in dizginleri
Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş Paşa’ya teslim ettiği dönemde..." **
Sayın Demirel;
Kıbrıs'tan hep yakındınız,
Denktaş Bey'den hep şikayet ettiniz,
bu açılardan Turgut Özal gibi siz de hep
"asker"i işaret ettiniz, dışarı çıkınca sustunuz.
Hatta Başbakan Erdoğan, 2003-2004
yıllarında AB'den müzakere tarihi almak için uğraşırken,
AB yolunu kesmek için asker ve Denktaş Bey'le
(yanınızda Ecevit de vardı) birlikte yürüdünüz.
Haksızlık etmek istemem Sayın Demirel,
bu asker konusunda yalnız değildiniz.
Örneğin, CHP Genel Başkanı'yken Deniz Baykal,
Erbakan-Çiller koalisyonunu deviren
28 Şubat post-modern darbesini şöyle alkışlamıştı:
Türk Silahlı Kuvvetleri, rejimi değiştirmek
isteyen hükümete karşı bir demokratik kitle örgütü
gibi çalışıp Refah Partisi'nin maskesinin indirilmesine katkıda bulundu,
kamuoyu oluşumuna yardımcı oldu. ***
1 Mart 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşeti
Sayın Demirel, Cumhurbaşkanı'yken 28 Şubat'ın
"açık bir darbe"ye dönüşmesini,
zamanın Genelkurmay Başkanı Karadayı Paşa'yla
birlikte nasıl önlediğinizi,
Başbakanlığı nasıl DYP Genel Başkanı Tansu Çiller yerine,
ANAP'ın başındaki Mesut Yılmaz'a verdiğinizi,
onun da nasıl bir azınlık hükümeti kurduğunu biliyorum.
Sayın Demirel, o zamanki bu rolünüzü doğru bulmuş ve yazılarımla desteklemiştim.****
Sayın Demirel, 1991 genel seçimlerinden sonra
Erdal İnönü'yle kurduğunuz SHP-DYP koalisyonuyla
bir ara umutlanır gibi olmuştuk,
demokratikleşme açısından...
Erdal Bey'le Diyarbakır'a gitmiş,
"Kürt realitesi"nden bile söz etmiş,
Çoşkun Kırca'ların telkinleriyle kısa sürede unutmuştunuz.
Bir zamanlar baba İnönü'ye yaptığınız gibi,
Erdal İnönü'yü de tek başınıza iktidar yolunda
bir ara istasyon gibi kullanmak istemiştiniz.
Bir gün bana, "Makaslarımız uyuşmuyor,
bir süre sonra erken seçim" dediğinizde
koalisyon hükümetiyle neyi murat ettiğiniz anlamıştım.
Sayın Demirel, siz 1993'de Cumhurbaşkanı olduktan sonra
partinizin başına İsmet Sezgin'i istemiştiniz.
Ancak, DYP Genel Başkanlık koltuğuna size rağmen
Tansu Çiller oturmuş ve CHP ile koalisyonu devam ettirmişti.
Çok hırslıydı, hırsı aklının önünde gidiyordu hatta...
“Demir Lady”liğe, İngiliz muhafazakâr lider Lady Thatcher’a özeniyordu.
Türkiye’nin önünü açacak reformlar konusunda
Demirel’in başbakanlık döneminde ipe un serdiğini,
“idarimaslahatçı” olduğunu söylerdi.
KİT’lerin özelleştirilmesinde geç kaldıklarını,
vergide cesur davranmadıklarını anlatırdı.
Beni İstanbul’a geldikçe Yeniköy’deki yalısında ara sıra uzun sabah
kahvaltılarına davet ederdi. Bir seferinde, 1992’nin kasım ayında
şöyle dert yanmıştı Çiller:
“Demirel reform kelimesinden hoşlanmıyor.
Sonucu ancak birkaç yıl sonra alınacak reformlara itibar etmiyor.
Sonra seçim kazanamayız, diyor. Yani oy korkusu...
Ben de reform dedikçe, yakın çevresi
tarafından hemen "Alis Harikalar Diyarı"ndaki bir hayalci olarak
damgalanıyorum. Ya da Demirel’in deyişiyle, fazla akademik...” *****
Hatırlayacaksınız Sayın Demirel.
1992 yılı Mayıs ayında bir gün Çankaya’daki
Başbakanlık Konutu’nda, aralarında Zafer Mutlu’nun,
Göngür Mengi’nin, benim olduğum Sabah gazetesi yönetici
ve yazarlarıyla yemek yemiştiniz.
Ben de, kendisine fırsat buldukça sorduğum,
“Gündemde köklü, radikal adımlar var mı,
örneğin ekonomide özelleştirmeleri hızlandıracak mısınız?”
sorusunu yineleyince, bana dönüp
hafif tertip alaylı dille şöyle demişti:
“Bu Hasan Cemal de illa reformun köklüsünü,
radikalini ister. Bakın şunu söyleyeyim.
Bunu yazmayın ama özelleştirmede öyle gaza fazla basamayız.
Kıyamet kopar, insanlar sokağa dökülür.” ******
Sayın Demirel;
Amerika’nın eski Ankara Büyükelçisi Abramowitz bir sohbetimizde bana,
“Demirel iktidarı kendisi için
ister, bir şey yapmak için değil” demişti.
Yılmaz: "Çiller'i saçlarından
yakaladım, bırakmam!"
1990'larda Özal seçim hezimetine uğradı,
Demirel bir seçim daha kazandı.
Özal'ın 1993'deki ölümüyle Demirel
hemen Çankaya'ya çıktı, orası boş bırakılamaz diyerek...
Türkiye'nin temel sorunları çözümsüz kalmaya,
birikmeye devam etti.
Demirel-Özal'la kan davasının yerini,
bu sefer, Tansu Çiller-Mesut Yılmaz kavgası aldı.
Yılmaz, "O kadını bir kere saçlarından yakaladım,
bırakmam" diye bağırıyordu.
Merkez sağ da, merkez sol da bölünmüştü.
Siyaset meydanı karmakarışıktı.
Çiller'in Başbakanlığı dönemindeki askere tam teslim politikasıyla
Güneydoğu'daki yangın fena halde parladı:
Faili meçhul cinayetler...
Köy boşaltmalar...
Köy yakmalar...
Erdoğan Saltanatı'na
giden yol
1990'ların sonunda Amerika,
Öcalan'ın Kenya'da yakalanmasını sağladı,
Ankara'ya teslim etti.
Ve Türkiye'de silahlar sustu!
Neredeyse 30 yıl sonra Ecevit tekrar seçim kazanacak,
Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz'la birlikte,
1999'da üçlü koalisyonu kurarak başbakan olacaktı.
Üçlü koalisyonun üç lideri: Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz
Bu koalisyon hükümeti, 2001 yılı Şubat ayında patlayan
"büyük ekonomik kriz"in zorlamasıyla,
ekonomide ve AB yolunda önemli
reform paketleri geçirecekti parlamentodan...
Fakat can havliyle yaptıkları bu son hamle onları da,
Türkiye'yi de kurtaramadı.
Biriken sorunlar 1990'larda Türkiye'yi patlatmış,
siyasette "merkez"i çökertmişti.
Doğan boşlukta, Çiller, Yılmaz ve Bahçeli partileri
DYP, ANAP ve MHP ile birlikte 2002 seçimlerinde
baraja takılıp kaybolacaklardı.
Siyasetin "merkezi"nde doğan bu büyük boşluğu
Tayyip Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi AKP dolduracak
ve Türkiye'nin önünde, "ERDOĞAN SALTANATI"na
giden yollar açılacaktı.
3 Kasım 2002 seçimlerinde
Erdoğan'ın AKP'si yüzde 34.28 oyla 363 milletvekili çıkarmıştı.
Deniz Baykal'ın CHP'si yüzde 19.39 oyla Mecliste 178 sandalye kazanmış,
ana muhalefet olmuştu.
Tayyip Erdoğan siyaset yasağı
nedeniyle parlamento dışı kalmış,
Başbakanlık koltuğuna Abdullah Gül oturmuştu.
Siyasi yasağı bulunan Erdoğan, 3 Kasım 2002'de oy kullanıyor
Erdoğan sonra Baykal'ın anayasa değişikliğine el vermesiyle
Siirt'ten milletvekili seçilip bir süre sonra
Gül'ün yerine geçmişti.
AKP hükûmeti kurulmasıyla
karşısında "asker"le "sivil işbirlikçileri"ni buldu.
Erdoğan-Gül ikilisinin özellikle AB ve Kürt sorunu'na ilişkin adımları,
asker içinde "darbe tertipleri"ne hız verdi.
Önce Abdullah Gül'ün Çankaya yolu kesilmek istendi.
Cumhuriyet mitingleri düzenlendi.
27 Nisan 2007 gece yarısı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt
tarafından Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığına
hayır diyen bir e-muhtıra yayınlandı.
Genelkurmay'ın sitesinden 27 Nisan saat gece 23.30'da yayımlanan "basın açıklaması". Kamuoyunda ve siyasette yaygın görüş, bunun bir muhtıra olduğuydu. İnternetten yayımlandığı için "e-muhtıra" diye anıldı. Büyükanıt, daha sonra açıklamayı kendisinin kaleme aldığını doğruladı
Ancak, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı olması engellenemedi.
Sonra asker yargıyı harekete geçirdi,
AKP'yi kapatmaya çalıştılar, bu da tutmadı.
Erdoğan özelikle 2002 seçimleri sonrasında
Fethullahçılar'la ittifaka yöneldi.
İttifak, Fethullah tarafının iktidardan
daha büyük pay istemesiyle bozuldu,
Erdoğan'ın "Ne istediler de vermedim!"
diyeceği kadar keskin bir çatışmaya dönüştü
ve Erdoğan "Fetöcüler"i temizleme operasyonları için düğmeye bastı.
Sonra sıra, 2016 yılında 15 Temmuz'a geldi.
İlk haberlerle birlikte ilk tweet'i attım:
DARBEYE HAYIR!
DARBEYE HAYIR!
DARBEYE HAYIR!
Sonra aynı başlıkla T24'e yazımı yazdım.
Birkaç gün geçince de,
Erdoğan'ın "Allah'ın lütfu" diyerek başlattığı
tüm muhalefeti temizleme
operasyonları üzerine yeni bir yazı
yazdım:
Demokratlık,
sadece "askeri darbe"ye değil,
"sivil darbe"ye de hayır
demekten geçer!
15 Temmuz 2016'da binlerce kişi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısıyla darbeye karşı sokağa çıktı. İstanbul'da en çok şiddetin yaşandığı noktalardan biri, askerin kuşattığı Boğaziçi Köprüsü'ydü. Darbe girişiminin ardından köprünün ismi, 15 Temmuz gecesi asker tarafından öldürülen siviller adına 15 Temmuz Şehitler Köprüsü olarak değiştirildi
2002 seçimlerinden 15 Temmuz'a kadar, özellikle ilk yıllarda,
AB ve Kürt sorunu çerçevesinde attığı somut adımlar
dolayısıyla Erdoğan'ı destekledim.
2013'de Gezi'yle birlikte frene bastım.
Geçmişteki desteğime ilişkin
bazı özeleştirilerimi de kapsayan görüşlerime,
"Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor" isimli son kitabımda yer verdim.
2016'ya kadar geçen Erdoğan'lı yılların
renkli hikâyesi için 2010'da çıkan "Türkiye'nin Asker Sorunu"
ve 2018'de çıkan "Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor"
isimli kitaplarıma bakılabilir.
2016 sonrasına gelince:
Yarından itibaren ZAMANE DİKTATÖRLERİ'nde
* Güven Erkaya-Taner Baytok, Bir Asker Bir Diplomat, Doğan Kitap, Nisan 2001
** Hasan Cemal, Türkiye'nin Asker Sorunu, Doğan Kitap, 2010, s. 158
*** Ali Bayramoğlu, 28 Şubat, Bir Müdahalenin Güncesi, İletişim Yayınları; Hasan Cemal, Türkiye'nin Asker Sorunu, Doğan Kitap, 2010, s. 249)
**** Bu konunun renkli ayrıntıları, 2010'da çıkan "Hasan Cemal, Türkiye'nin Asker Sorunu" kitabının 28 Şubat bölümünde yer alır.
***** Hasan Cemal, Türkiye'nin Asker Sorunu, Doğan Kitap, 2010, s.159
****** Hasan Cemal, Türkiye'nin Asker Sorunu, Doğan Kitap, 2010, s.159
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |