Gerard Delanty’nin Bir Kavramın Anatomisi: Topluluk adını taşıyan kitabı, tartışmalı ya da yeni siyasallığın anahtarı olan bir kavram olarak topluluğu ele alıyor
30 Nisan 2015 12:06
Son yıllarda sosyal bilimler alanında yapılan birçok çalışmada, 20. yüzyılda bireyselleşme ile dağılan ya da çözülen cemaatlerin/ toplulukların yeni biçimler alarak tekrar toparlandığını, örgütlenmeden motivasyona birçok amaç etrafında topluluğun kendini yeniden örgütlediğini görüyoruz. Bu gelenek dışı yükselişler bazen Taksim Meydanı’nda, bazen Sulukule’de, bazen de Tahrir’de olduğu şekilde öne çıksa da çok daha sistem içi topluluklar da var. Yine de şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz: Toplulukların kaderi ekonominin çehresiyle birlikte değişiyor; ama bu kader değişimini doğru bir şekilde anlamak için topluluğun tarihine de bakmak şart.
Gerard Delanty’nin Bir Kavramın Anatomisi: Topluluk adını taşıyan kitabı, tartışmalı ya da yeni siyasallığın anahtarı olan bir kavram olarak topluluğu ele alıyor. Bunu çok farklı bölümlerde farklı sosyologların topluluk görüşlerine değinerek yapması ise topluluk kavramına kapsamlı bir bakışı görece kısa bir sürede okura sağlıyor. 214 sayfalık kitap boyunca topluluğun anatomisini anlamak için ilk olarak şehir devletlerinden yola çıkılıyor. Bu pek şaşırtıcı değil. Polis ve kozmosların arasından çıkan anlatı aslında birçok açıdan Richard Sennett’in Kamusal İnsanın Çöküşü kitabındaki anlatıya (kamusallaşma algısına ilişkin umutsuz yaklaşımı hariç ) paralel gidiyor. Topluluğa ilişkin iki temel tutum olduğuna yapılan vurgu dikkat çekici. Topluluğu evrensel bir bütün olarak görenle, radikal, ayrık topluluklar üzerinden topluluğu tanımlayan görüşlere Delanty’nin yaptığı vurgu her ne kadar günümüz topluluklarını tam olarak kapsayamasa da geleneksel gözlüklerle topluluğu tanımlayamayacağımızı bize açıkça gösteriyor. Kant’ın görüşünü ise geleneksel görüşler arasından çıkan belki de en ilerici görüş olarak yorumluyor ve onun iletişimin yeni toplulukların birleştirici ve ilerletici işlevi olacağı yönündeki fikriyle uzlaşıyor. Zaten kitabın son bölümünde ağ toplumuna varan yeni teoriyle ciddi bağlar kuruyor.
Kitabın ikinci bölümü “Topluluk ve toplum” adını taşıyor. Siyasi bir hedeften kültürel bir birlikteliğe dönüşen topluluk algısı ve toplum devlet yakınlaşması bu bölümün omurgası diyebiliriz. Özellikle de toplum kavramının, belki devletlerin yapısı gereği, belki de kapitalist dönüşüm gereği modernite döneminde devlet kavramına içkinleşmesi topluluğun cazibeli bir sosyal kategori olmasına neden oldu diyen Delanty, bu bölümde bu iki kategori üstüne tartışıyor. Topluluğun gelenek ve ahlakî bir güç olarak farklı anlamları üstünde duruyor. Topluluğun mekânsal kökleri ve doğasına karşı, toplumun rasyonel ve zihinsel alışverişe dayalı yapısını vurguluyor. Bu noktada toplumun bir kavram otorite ve modernite ile bağlarını görme şansını doğuruyor bizim için. Günümüzde ortaya çıkan yataylık ve “lidersizlik” ya da “geçici önderlik” tartışmalarının birçoğunun neden ortaya çıktığının bir kanıtı gibi bu söylem. Toplumun devletle bütünleşmiş yapısına ilişkin sorgulamalarımızı besleyen bir bölüm. Özellikle de Gemeinschaft ve Gesselschaft kavramlarını birbiriyle örtüşen iki kavram olarak değerlendiren Tönnies’e dair yorumları ve Tönnies’in yanlış okumalarına karşı Delanty’nin giriştiği kavga görülmeye değer. Hatta Tönnies sonrası sosyolojinin topluluğun modernitede nasıl ayakta kalacağına dair sorusuna Delanty’nin aslında kitap boyunca birçok örtük yanıt verdiğini de söyleyebiliriz. Yani ortada, Tönnies’in Gemeinschaft Gesselschaft tezleriyle kısıtlanamayacak bir yaklaşım söz konusu. Tabii ki bu bölümde Tönnies’le tartışma halinde olan Durkheim ve onun görüşleri de unutulmuyor. Gerçekten kitabın bu bölümünü okurken, akademide meseleyi anlatmak isteyen bir okutman için iyi bir izlence olabileceğini görüyorsunuz kitabın. Zaten kitap, bana kalırsa uzunca bir fikri çalışmadan ziyade kapsamlı ve sistematik bir literatür taramasına benziyor. İyi bir okuma listesi çıkarmak isteyenler için zihin açıcı olabilir.
Bu tarama üçüncü bölümde sosyolojide adını anmamanın günahlaştığı Weber’le ve onun şehire/ kente ilişkin söylemleriyle sürüyor. Bu noktadan sonra modernite ve dolayısıyla şehir, kentsel topluluğun mekânları olarak öne çıkıyor. Bu bölümde de aralarında William H. Whyte, Herbert Gans gibi isimlerin bulunduğu şehir araştırmacılarının eserlerine referanslar veriliyor.
Topluluk kavramının güncel bağlamda en çok karşı karşıya kaldığı ve kent-topluluk ilişkisinde belirleyici bir role sahip olan soylulaştırma kavramına da bu bölümle birlikte geliyoruz. Bizim de Türkiye’den ciddi biçimde aşina olduğumuz soylulaştırma ve kent topluluğunun bölünmesi tartışmasına giriş elbette David Harvey üzerinden yapılıyor. Toplulukların kutuplaştırılması, paramparça edilmesi dönemine kısa bir bakış atılıyor. Amerikan şehirleri üzerinden gelişen bu analizi günlük hayatımızda da birçok yönüyle yaşayabildiğimizi görüyoruz. Şehirlerin yalnızca yurttaşlar bakımından değil sermayeleşme bakımından da dönüşümlerine ilişkin tespitler ardarda sıralanırken, yeni kapitalleşme ve küreselleşmenin yarattığı rövanş alan şehir kavramı ortaya koyuluyor. Sitelere kapanmış ve soylulaştırılmış yeni şehir düzeni irdeleniyor. Çalışan orta sınıfın bilinçli istilası burada ciddi bir rol oynuyor. Bu yeni post-modern tüketim ideolojisi ise şehirlerin yeni bir zevk ve ihtiyaçlar bütünü etrafında yeniden “toplum ihtiyacına göre” (topluluk değil) biçimlendirilmesiydi. Türkiye’deki Balat gibi örneklerde olduğu üzere “topluluk” dışarı itiliyordu. Kitabın bu kısmı insana fazlasıyla Guy Standing’in prekarya kavramından bahsederken vurguladığı denizen kavramını hatırlatıyor. Vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmış bireyleri yani. Topluluk kent yaşamından işte bu şekilde koparılmış insanlardan da oluşuyor aslında. Ama yazar burada hızla Sennett’e gidiyor. Çünkü bunca tekinsizliğin ve güvensizliğin, yalnızlığın arasında, iş yerinde ve sokakta insanlar “beraber” olmanın imkânlarını arıyor ve özlüyorlar. Bu noktada yazar topluluk arzusunun korumaya dayalı karakterine vurgu yapıyor ve “biz” kavramını öne çıkarıyor. Yani isyan eden şehirlerin ya da mahallelerin öyküsünün ortaya çıkışına doğru bir yol açıyor.
Dördüncü bölüm daha ziyade toplulukçu görüşlerin kategorilendirilmesi ve günümüzde topluluğa duyulan ihtiyaca ilişkin bakışların analizinden oluşuyor. Giddens’ın “Günümüzde politik yelpazenin her iki tarafında bir sosyal çözülme korkusu ve topluluk öğesinin diriltilmesi gerektiği düşüncesini görmekteyiz” tespitiyle başlayan bölüm doğal olarak yelpazenin farklı yerlerinden topluluğa ilişkin bakışları derliyor. Yazar derleme ve okuma kabiliyetini buraya da yansıtmış. Zaten bu sistematik “dizme” becerisi yazarın asıl becerisi gibi görünüyor. Liberal komüniteryanizm ve radikal çoğulculuk tartışmaları da bu noktada devreye giriyor. Liberal komüniteryanizm ya da birçoğumuzun daha aşina olacağı adıyla komüniteryanizme liberalizmin bakışına dair problemler ve bireycilikle arasında oluşan tansiyon bu bölümde vurgulanıyor. Ancak milliyetçi ve vatansever görüşlerle uzlaşan bu komüniteryanist/ liberal argümana karşı radikal bir çoğulculuğun doğuşu da bölümde es geçilmiyor. Eşitlik ve farklılıklar üstünden yapılan radikal çoğulculuk tanımı bu bölümde derinleştirilmeye çalışılıyor.
Beşinci bölüm ise radikal çoğulculuk fikrinin takipçisi olması doğal olan bir bölüm. Topluluk ve farklılık. Bu bölümde klasik çokkültürcülük ve tekkültürcülük, asimilasyon tipi tartışmalara giriliyor. İyi sosyal bilimler okuru için bölüm biraz yavan olabilir; ama önemli hatların üstünden bir bir geçiyor. Altıncı bölüm Kant’ın iletişimsel topluluklarına yaklaşan bir fikir etrafında topluluğu konuşuyor. Muhalif topluluklar başlıklı bölümde topluluk, anti-politik kimliğinden arındırılarak farklı bir alana oturtuluyor. Bu özellikle yeni toplumsal hareketler üzerine çalışanlar için bir özet sağlayabilecek bir bölüm. Yalnızlaşma ile kuşatma arasında kalan insanın, muhalif topluluklar içerisinde kendine anlam ve mekân bulabilmesi bu kısmın asli özeti oluyor. Yani Habermas’ın topluluğun olumlu yönlerine ilişkin düştüğü çelişkilere düşmeyenler bu bölümde bahsedilen topluluk biçiminin bir parçası haline geliyorlar. 7,8 ve 9. bölümler sırasıyla postmodern topluluk, kozmopolit topluluk ve sanal topluluk isimlerini taşıyor. Bu üç başlığı günümüz sosyolojisi içerisinde içkin kavramlar olarak değerlendirmek hatta 6. bölümde değerlendirilen muhalif toplulukları da bu şemsiyenin altında toplamak mümkün. Elbette bu bölümlerde başta Castells olmak üzere birçok düşünürün fikirleri alıntılanıyor ve önümüze koyuluyor. Teknolojinin ve modernitenin yaşadığı dönüşümler, sanallık gibi kavramlar üzerinden topluluk tartışması keyifli bir şekilde sürdürülüyor ve artından gelen sonuç bölümüyle kitap nihayete eriyor.
Kitabın teorik çerçevesine dair bu özet ve tanımlamalarım aslına bakarsanız kitap içerisinden çıkarılacak genel iskelete ilişkin bir MR denemesi. Yine de kitabın söylemesini beklediğiniz her şeyi söylemesini beklememeniz gerekiyor. Sınırlı bir sayfa sayısına belki de Sennett’ten, Castells’e, Giddens’tan Harvey’e inanılmaz çok şey sıkıştırmak gibi bir zorlukla baş başa kalmış yazar. Bu, okurun işini kolaylaştıran ama yazarın bize kendisini kanıtlamasını zorlaştıran bir yöntem olmuş. Zaten kitap bittiğinde Delanty’nin bu geniş çalışmasına neden “bir kavramın anatomisi” dediğini anlamış oluyorsunuz. Çünkü anatomik bir okuma ancak bu şekilde yapılabilirdi.