TOKİM’in bu başarısında şüphesiz Kasım Paşa’nın çok emeği varmış. Bu nedenle TOKİM’in yaptığı ilk mahalleye onun adını vermişler...
24 Aralık 2015 15:20
Sahte peygamberler vakanüvisi El Berî Dilberî’nin yazdığına göre Tebriz’in Sünnî Sultanı I. Şah Mekruh, hacdan tahtırevan içinde dönerken, oturmaktan çok yorulmuş ve muhteşem bir Arap hanında konaklamış.
O devirlerde hanlara konforuna ve derecesine göre ay takarlarmış. Bu han beş aylı ve üstüne de iki yıldızlıymış. Kısacık boylu olduğu için kendisine zaten dev gibi görünen bu hana hayran kalan Şah Mekruh odasındaki altın kurnalara, taslara, kristal aynalara şaşmış, koca yatağının üstünde ordan oraya koşmuş, taklalar atmış ve neden sonra hüzünlenmiş ve düşünceye dalmış. Bir kendinin sultanlık ettiği şehre bakmış bir de Arabistan çöllerindeki o hana. Neden kendi memleketi böyle yemyeşilmiş, niye çöl değilmiş ve orada yepyeni binalar yokmuş? Tebriz’deki o ağaçlar ne işe yarıyormuş? O sazlı göller, kurbağalı dereler, iki insan el ele verse gövdesini anca kucaklayacağın çam ormanları da neymiş? İşte Allah’ın çölünde adamlar ne büyük bir medeniyyet yaratmışlar.
Şah Mekruh, zengin Arapların hayranı imiş, onların sonradan görme olduğunu söyleyenlere kızar, “kral sözcüğünün İslamla ne alakası var, basbayağı tek dişi kalmış canavar işi bu” diyenlere ateş püskürürmüş. Tek düşüncesi onlar kadar altın zengini bir Müslümaaaan olmakmış. Şah Mekruh zengin Arap’a Müslümaaan, fakir Arap’a ise kısaca Müslüman dermiş. Soyunda “Zengin Araplık” olmasıyla övünür, “Karımı Araplardan aldığıma göre çocuklaaarım da Arap sayılır. Biz Tebrizliler de aslında bu nedenle biraz Arap’ız” diyerek Arap seleflerin halefi olmaya bayılırmış. Nerede fakir bir Arap görürse onu azarlar, “Bir Arap’a bu yakışıyor mu? Git çabuk Müslümaaan ol” diyerek kovarmış. Osmanlı sultanını ve onun “ezanı şarkı söyler gibi okuyan” okuyan gazelhanlarını sevmez, Selçuk hükümdarının resim ve heykel yaptırmasından nefret eder, türbeden geçilmeyen şu Acem diyarında “Şiî” sözcüğüyle irkilir, yalnızca Arabistan gibi bir yerde yüksek bir uluhiyyet olduğuna inanır, onun için göklerden bir selahiyyet dilermiş. Amacı bir gün çok büyüyüp İslam halifesi olmakmış, o kralları kendi önünde diz çöktürmeyi, ayağını öptürmeyi dilermiş.
Bütün Arapça sözcükleri iki “y” harfiyle vurgulamayı sevmesi de bundanmış, böyle konuşunca bütün dalkavuklarını, mal-kavuklarını, çal-kavuklarını kendi gibi konuşturur, yarattığı bu yeni dil akımı karşısında önce kendi büyülenirmiş.
Dilberî’nin yazdıklarına inanacak olursak, bir gün bu düşüncelerle uykuya daldığında, yedi server sultanı, dokuz göğün efendisi peygamberimiz onun rüyasına girmiş ve “Dile benden ne dilersen” demiş. Böyle durumlarda hep bilinegeldiği üzere “Şefaat yaresulallah” denilir ya, Mekruh, hinoğlu hinin biri olduğu için, salt Tebriz en büyük olsun diye, dili sürçmüş gibi yaparak “İnşaat yaresulallah!” deyivermiş. Bunu yaparken Evliya Çelebi’nin “Dilim sürçtü, seyahat yaresulallah dedim” sözlerini aklına getirir, gönlünü ferah eylermiş.
Şah Mekruh “Öylesine temiz kalpliyim ki” dermiş peygamberi rüyasında gördüğü zamanı anlatırken, “Dileğim anında tuttu!”
Tutmuş da ne olmuş derseniz sabah uyandığında –Allah’ın hikmeti bu ya- aklında bir fikir varmış. Tebriz Ormanlarını Kesme İşleri adını verdiği ve TOKİ adıyla kısalttığı bir nazırlık kurmuş. Her şeyi kendisinin saydığı için, bu nazırlığa TOKİM adını vermiş. Bundan böyle ormanlarım kesile yerine binalarım dikile deyu ferman buyurmuş.
Bütün fakirler eski evlerinin yerine üst üste binalar kurulduğunu görünce çok sevinmişler. Çünkü bir evi olana iki ev veriliyormuş. Herkes ormanlar kesildikçe, sular azaldıkça, göller kurudukça ev sahibi olmuş, yemeyip içmeyip ev satın almışlar, şehirler inşaat yeri olmuş, depremle yeksan olsalar bile yılmamış yine aynısını yapmışlar, daha fazlasını yapmışlar, köyleri boşaltıp şehirlerde alt alta üst üste yaşamaya başlamışlar. Öyle ki Tebriz on kat büyümüş, birçok köy yeryüzünden silinmiş. Herkes şehirli olmuş.
TOKİM’in bu başarısında şüphesiz Kasım Paşa’nın çok emeği varmış. Bu nedenle TOKİM’in yaptığı ilk mahalleye onun adını vermişler, fakat ne yazık ki doğayla bu kadar oynayınca yağmurlar pek merhametsiz olur; zaman içinde yağmur sularının gideceği dereboyu kalmadığı için yağmurda çamurda TOKİM’in bütün kanalizasyonları taşmaya ve Kasımpaşa’ya dolmaya başlamış.
Dilberî’nin anlattığına göre şehirlerde başlayan bu doğaya ve hayvanlara karşı vicdansızlık yüzünden fakir ve Müslüman insanlar, Müslümaaanların elinde helak olmuşlar. Yüksek mahallelerde oturup da evini su basmayan TOKİMlilerin “Bize ne oralardan, TOKİ’mden aşağı Kasımpaşa” demişler.
Şah Mekruh yine de bu işin istediği gibi gitmediğinin farkındaymış. Çünkü Allah’tan inşaat dilerken iyiymiş ama inşaat yapmayı durdurmak olanaksızmış. Çünkü dileğini “Güzel ve dengeli, bir yerde sona erecek biçimde” ayrıntılı söylemediği için bu inşaat işinin duracağı yokmuş. “Tuttuğun altın olsun” denen adamın başına gelenmiş bunların başına gelen: Tuttukları inşaat oluyormuş, yedikleri inşaat, içtikleri inşaat. Tebriz’de inşaat durmayagörsün, o zengin ve debdebeli Müslümaaaan şehir sararıp soluyor, herkes birden fakir ve kısaca Müslüman oluyormuş. Herkesin avurtları birbirine yapışıyor, dilencilik alıp başını yürüyor, inşaat yoksa, yemeye bile para bulunamıyormuş.
İşler iyice sıkışmaya başlayınca Mekruh Şah, hamhalat bir başvezir olan Müderris Şeyh Hamut’u çağırmış.
“Bre Hamut” demiş, “Bana özenerek Vezire ‘vezirim’ diye sesleniyorsun. O da sana ve bana özenerek seyisine ‘seyisim’ diyor, seyis de sana, bana ve vezire özenerek kasaba ‘kasabım’, bakkala da ‘bakkalım’ diye sesleniyor. Bakkal da sana bana vezire ve seyise özenerek sattığı helvaya ‘helvam’ buyuruyor. Anlıyorum ki helvanın bu durumda edeceği bir laf yoktur. Bu işe ne dersin?”
Şeyh Hamut derinlikleri düşünmesiyle ünlü bir vezir olduğundan hep yanlış ata binen, kazı koz anlayan, lafı az anlayan bir müderrismiş, çipil gözlerini kırpıştırarak bakmış, “Lafı TOKİM’e getirecek ama niye buradan başladı” diyerek yutkunmuş, “Helva’nın suskunluğu sizin için duacı oluşundandır” deyu bir büyük kelam etmiş. Kızgın bakışıyla ünlü Mekruh ona “Şimdi derini yüzdüreceğim” der gibi baktığı halde Şeyh Hamut istifini bozmamış ve yağdanlığını çalkalayarak konuşmuş:
“Siz olmasanız, o helva helva olur muydu, o bakkal bakkallık edebilir, o seyis bakkala bakkalım diyebilir miydi? Bunlar olmasa vezir seyise nasıl seyisim diyecek ve kimden helva isteyecekti? O helva ki zatı şahaneniz yesin diye yapılmıştır, o kutlu ağza layık olabilmek için kıvranmaktadır. İşte bu nedenle bendenizin aklına helva istediğiniz gelir ve durun zahmet etmeyin, ben helva isterim.”
Mekruh böyle bir yağcılık karşısında erimiş, ne söz söyleyeceğini şaşırmış. “Çabuk şu inşaat işine bir çare bul” diyeceği yerde başveziri bağrına basmak istemiş, pek duygulanmış ve “Sevgili Hamut” demiş, “Tokim’den aşağı giden sular Kasımpaşa’mı bastı. Bir ona dertlenirim. Bir de..” demiş ve susmuş.
Şeyh Hamut Şah’ın bir derdi olduğunu anlamış.
“Şahım derdiniz nedir söyleyin” demiş.
“Bu kadar inşaat yeter diyeceğim ama Allah’ın hışmına uğramaktan korkarım.”
Hamut gülerek: “Ondan kolay ne var padişahım” buyurmuş, “İnşaat varsa onu yıkmak için savaş icat edilir. Bu eskiden beri bilinen en önemli ekonomik stratejidir.”
Şah Mekruh’un pörtlek gözleri iyice pörtlemiş, “Amanın” demiş “Bu nasıl da aklıma gelmedi? Ben şimdi herkese dünyayı dar etmem mi? Ben şimdi bütün dünyaya hükmetmem mi?”
Olan olmuş, bir gün sonra sahte peygamber, alçaklar alçağı Şah I. Mekruh Roma İmparatoru’na, Çar’a, Brunei Sultanı’na, Alaska Kontluğu’na ve Alman Dukalığına savaş açmış. Savaştan ve açlıktan ötürü inim inim inleyen halk, bütün bunların kimin başının altından çıktığını bilse de “Aman Alman gelmesin, aman Çar bizi esir almasın” diye savaşmış, Dilberî’nin anlattığına göre şanlı zaferler kazanmış.
Gerçi Mekruh İslam halifesi olamamış. Halk perişan düşmüş, açlık ve zulüm korkunç hale gelmiş ama bütün bunları anlatan şanlı tarihçi Dilberî saray başdanışmanı olduğu için, Tebriz tarihi başka türlü yazılmış.
Yenilgi üstüne yenilgi alan, Almanların, Roma İmparatoru’nun ve hatta Gine Bisseau muhtarının gözünde bile şamar oğlanı kadar haysiyeti kalmayan Mekruh hiç bozuntuya vermemiş ve Mekruhistan kendini “bölgenin ve dünyanın lideri” olarak ilan etmiş. Herşeyden ve Her Yerden Üstün Mekruhistan kargaların bile pisleyecek yer bulamadığı bir bataklık olduğu halde, kendini bir b.k zannedenlerin gerçekten öyle olduğu bir yer olmuş.
Mekruhistan, Müslümaaanların Müslüman sırtından geçindiği bir bataklık olarak tarihe işte böyle geçmiş.
Birinci Mekruh tarihini okumak için tıklayın...