Zekeriya ve Sabiha Sertel’in gazeteci torunu Tia O’Brien: Serteller sadece işlerini, mallarını mülklerini değil, ailelerini ve ülkelerini de kaybetti. Onların öyküsü, ihanetin, ihanetin, ihanetin ve ihanetin öyküsüdür
12 Aralık 2015 14:40
Hünkâr ulağın getirdiği mesajı beğenmez ve kellesini alır.
Yeni bir şey değil bu, eski bir öykü. Gerçek mi yalan mı, bir tevatür. Bin remil atsa bin hoca, aslını astarını bulamaz belki. Masal deyip geçebilir de duyan, “masala inanmayan gerçeğe inanır mı”[i] da diyebilir…
Bir zaman. Zeusoğlu yiğit Herakles, bir öfke ânında can düşmanı Eurystheus’un haberlerini getiren elçiyi oracıkta boğazlar. Herakles arınmalıdır. 12 görev vardır önünde, bunu bilir. Yine de elçiyi boğazlar.
Bir başka zaman. Gırnata Emirliği. Tahtta XII. Muhammed. Gırnata ha düştü ha düşecek, II. Fernando ve İzabella kuşatmada. Bir elçi Alhama’nın düştüğü haberiyle gelir. Emir haykırır önce: “¡Ay de mi Alhama!”[ii] Mektupları ateşe atar neden sonra, elçinin kellesini vurdurur.
İki rivayet; biri gerçek, biri düş. Ulakların adı bilinmiyor. Bilinen, Alhama düştü.
Bugün Pakistan’da, Yemen’de, Vietnam’da, Bahreyn’de, Özbekistan’da veya –olmasanız daha iyi olur ama- Türkiye’de gazeteci olabilirsiniz. İşiniz haber yapmak olabilir. Adınız Can, Mehmet, Sergei, Somyot, Michael, Tran Huyn veya Aleksandr olabilir. Adınızı kimse bilmeyebilir de.
Burma’da gizli bir askeri üste kimyasal silah üretildiği iddialarının peşini sürdüğünüzde, Kuveyt’te hükümeti eleştiren bir tweet attığınızda, İran’da “rejim karşıtı” haberler yaptığınızda, Bangladeş’te radikal İslâm’ın yükselişini yazarak “halkın dinî duygularını aşağıladığınızda,” Etiyopya’da hükümet politikalarını eleştirdiğinizde “terör örgütü üyesi” olduğunuz için zindanı boylarsınız.[iii]
Haber taşıyan bedelini öder. Türkiye’de gazeteci olursanız; ya aç kalırsınız, ya susarsınız ya da “öyle bırakmazlar” sizi.
Hünkâr ulağın getirdiği mesajı beğenmez ve kellesini alır. Alhama düşer. Hep.
“Neden Tan Baskını’na bu kadar ilgi var hâlâ?” diye soruyor gözleri inatla ve heyecanla parlayan, 50’li yaşlarını geride bırakmış dinç kadın. Adı Tia O’Brien.
20 yıl boyunca Philadelphia’da siyasetin nabzını tuttuktan sonra, 90’ların başında San Francisco’ya taşınacağı zaman hakkında çıkan bir haber onu şöyle tanımlıyor: “Tia O’Brien namını iyi biliyor: Siyasîlerin gözünün yaşına bakmaz; kamera ekibinin, hatta yapımcıların da gözünün yaşına bakmaz. Yedi aylık hamile bir rakibesini kapının önüne koymuşluğu bile vardır. Öyle, öğle yemeği gibi beşeri şeyler için duraklamaz. Işi için, işi için, işi için yaşar.”[iv]
Bense karşımda daha vakur ama ne istediğini bilen birini buluyorum. Tekrarlıyor sorusunu: “Sence nedir bu ilginin sebebi?” Soru sormayı az çok bilirim ama şimdiye dek kimseye doyurucu bir cevap verdiğim görülmemiştir. “Demokrasi” diyorum, yok. “Mücadele” diyorum, yok. Sonra ne hikmetse, hiç âdetim olmadığı hâlde kendi davalarımdan söz etmeye başlıyorum. Uzun uzun dinliyor. Ben ne zaman konuyu kapatma gayreti göstersem, yeni bir soru soruyor. O an anlıyorum işinin ehli bir gazeteciyle konuştuğumu; zira kendi deyimiyle “O bir Sertel.”
Tia O’Brien, Türkiye basınının baskıyla eşdeğer tarihinde simgesel bir yerde duran Tan Baskını’nın 70’inci yılı dolayısıyla Türkiye’de bulunuyor. Zekeriya ve Sabiha Sertel’in torunu. 1945’te yağmalanan Tan gazete ve matbaasının bulunduğu Sirkeci Halil Lütfü Dördüncü İşhanı’nda, Tan Evi’nde açılan Sertel Ailesi: Selanik’ten Sılaya sergisini, kuzini Nur Derviş ile kendi arşivlerinden hazırlamış O’Brien. Bizse, Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım, Sabiha Sertel’in Roman Gibi ve Sabiha- Zekeriya Sertel’in Davamız ve Müdafaamız kitaplarını yeniden okurla buluşturan Can Yayınları’nda görüşüyoruz. “Türkçe çok az biliyorum” diyerek başlıyor söze.
Zekeriya Sertel’den bahsederken “dede” diyor hep, Sabiha Sertel’den bahsederken ise “Sabiha.” Onları ilk kez 1955’te Viyana’da, henüz üç yaşındayken görmüş; “Sabiha”yı ilk ve son görüşü de o zamana rastlıyor. “Dede”yi ise “az çok” tanıdığını söyleyebilir. Hatta yeniyetmelik döneminden Amerikalı arkadaşları ne zaman görüşseler, “dede”nin onları ne kadar etkilediğine getiriyormuş sözü. “Az flörtöz değildi” diyor Tia.
Sabiha, onun daha çok kitap sayfalarından, makalelerden tanıdığı biri. Biraz da o yüzden “Sabiha” sanki. “Dede” konuştuğumuzda en sevdiği kelimenin sıcaklığını hissediyor gibi; Sabiha ise okuyarak hayran olduğu, hâliyle hakkında hep düzgün ve alımlı cümleler kurduğu, toz kondurmamak için itina gösterdiği bir figür.
“Sabiha hep biraz gizemli biriymiş” diyor Tia, “Serteller’in başına gelenlerden dolayı pek çok insan Sabiha’yı suçladı. Hâlbuki tarih bu savların hepsinin geçersiz olduğunu kanıtladı. Araştırdıkça Sabiha’nın söylendiği gibi gözü dönmüş bir komünist değil, zamanının çok ilerisinde bir kadın olduğunu gördüm.”
Araştırıyor, çünkü ne zamandır Sabiha Sertel’in hayat öyküsünü yazmayı kafasına koymuş. Hatta bu uğurda Türkçe öğrenmeye başlamış. “Onların hikâyesini araştırmak aynı zamanda Cumhuriyet’in tarihini araştırmak demek” diyor ve ekliyor: “Oradaydılar. Cumhuriyet kurulurken oradaydılar. Anayasa yazılırken oradaydılar. Türkiye’de demokrasinin tesis edilebilmesi için bir an bile beklenmemesi gerektiğini düşünüyorlar ve bunun için çabalıyorlardı. Zaten Serteller’le diğer kişilerin yollarının ayrılmasının sebebi de bu oldu. İnsanlar demokrasi için önce reformların yerleşmesi gerektiğini, biraz daha zaman geçmesi gerektiğini söylüyordu. Onlar ise en başta demokrasi tohumlarını ekmezseniz, zamanı geriye almakta ve demokrasiyi tesis etmekte çok zorlanacağınızı biliyorlardı.”
Ve 4 Aralık 1945’e geliyor söz. Tan Baskını’nın hükümet tarafından düzenlenen bir yağma olduğunu ısrarla vurguluyor Tia; “Ben, onları susturmanın tek yolunu matbaayı basmakta bulmalarını aslında bir iltifat olarak kabul ediyorum” diyor.
Sürgün yıllarını, Bakü’yü soruyorum. Tia O’Brien o dönemin izlerini, tavanarasında bekleyen mektuplarda sürüyor. “Benim görebildiğim kadarıyla, kendi yazdıkları kitaplarda veya onlar hakkında yazılan kitaplarda hissettikleri ıstıraptan hiç söz edilmiyor. Dedemle veya Yıldız’la (Sertel) yüz yüze konuşurken de başlarından geçenleri anlatmazlardı hiç” diyor. Mektuplar ise başka bir dünya anlatıyormuş. Nisbî özgürlük ama beş parasız geçen yıllar, Moda’daki kıyamadıkları evin satılışı…
Öncesi, sonrası: İhanet. Para yollayacağı vaadiyle Serteller’in mallarının üstüne yatan bir gazeteci arkadaşları, ABD’ye iltica için başvurduklarında “Bunlar azılı komünisttir, sakın almayın” diye arkalarından konuşan eski ortakları Tia’nın gözünde şu cümleyi haklı çıkarıyor: “Sertellerin hikâyesi, ihanetin, ihanetin, ihanetin ve ihanetin hikâyesidir.”
"Serteller, sadece işlerini, mallarını mülklerini değil, ülkelerini ve ailelerini kaybettiler" der demez, sözünü mühürlüyor: "Yine de, hep umut doluydular.”
Geçmişi romantize ettiğinden kuşkulanıyorum Tia’nın. Türkiye’de siyasetin seyrini uzak akrabaların yanlarında kalmak için ABD’ye gelip gelmediklerine bakarak kavramaya çalıştıkları yıllarda, “dede”nin Türkiye’den gelen bir misafire “İvedilikle geri dönmelisiniz. Ülkenizin, Türkiye’nin gençlere ihtiyacı var” dediğini hatırlıyor Tia. Uzak akraba, “Dönersem, hapse atarlar beni. Hayatta olmaz” dediğinde ise, dede “E, ne olmuş hapse atılırsan. Gerekirse, hapse gir. Ama ülkenin sana ihtiyacı var” demiş. “Bunları söyleyen adam 80’li yaşlarındaydı ve hepimize idealistçe davranmamız gerektiğini öğütlüyordu” diyor Tia.
Tia'ya bakılırsa, Zekeriya Sertel ancak 1968'den sonra, Sabiha Sertel hayatını kaybettiğinde kendini sürgünde hissetmeye başlamış...
Peki, Sabiha Sertel aynı umudu koruyor muydu içinde? Tia O’Brien, teyzesi Yıldız hastalandığında “Sertel refleksiyle” yanına gidip ailenin tarihçesi üzerine uzun bir söyleşi yapmış. Beş gün boyunca, günde neredeyse 10 saat konuşmuşlar. Yıldız’ın anlattığına göre, Sabiha ölürken son sözlerinden biri “Yazık oldu! Yazacak, yaşayacak ne çok şeyim vardı daha” olmuş.
Yıllar içinde dedesine ve Sabiha’ya hiç soramadığı o soruyu Yıldız’a her sorduğunda, her “İyi de, değer miydi” dediğinde “Değerdi” yanıtını alırmış Tia. Ölüm yatağında ilk kez farklı bir yanıt vermiş Yıldız: “Artık bu sorunun yanıtını bilmiyorum.”
Çevremdeki herkes eski zaman denizcilerini saran türde bir umutsuzluğa kapıldığından olsa gerek, panzehiri soruyorum: Neydi onları böylesine motive eden? “Bu ülkenin eninde sonunda bütün zorlukların üstesinden geleceğine, demokrasinin tesis edileceğine inançları onları motive ediyordu” diyor Tia, “Türkiye insanına güveniyorlardı bence. Şayet eğitilirse, Türkiye halkının demokrasinin ne demek olduğunu anlayacağına ve eninde sonunda bu yolda ilerlemeyi seçeceğine gönülden inanıyorlardı.”
Cevap bu olamaz. Tan Baskını’na katılan kitlenin ağırlıklı olarak üniversite gençliği olduğunu hatırlatıyorum. “Onlar ne yaptığını bilmeyen gençlerdi” diyor Tia. Türkiye’de her katliamda, her yağmada en sevilen bahanelerden birinin “Gençlerin duyguları kabarmış” söylemi olduğunu hatırlatıyorum. “Yağmanın önderleri olanı biteni biliyordu tabii ama kitleler ne yaptığından habersizdi” diyor. O “duyguları kabaran” gençler arasından cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, gazeteciler ve genel yayın yönetmenleri çıktığını hatırlatıyorum. “İhanet. Türkiye tipi ihanet” diyor.
Gezi sırasında “Yaşasaydılar, dedem ve büyükannem bu genç aktivistleri birinci sayfadan desteklerdi” yazmıştı O’Brien.[v] Bugün ne düşünüyor? “Türkiye’de bugün yaşananlara baktığımda, Gezi Parkı sonrasında yaşananlara baktığımda pek çok insanın ülkelerine demokrasinin gelmesi için mücadele etmekten vazgeçtiklerini görmek beni çok üzüyor” demekle yetiniyor.
Bugün, ailesini dağıtan baskından 70 yıl sonra nasıl bir ülke görüyor Tia? “Bunca yıldan sonra Türkiye’de hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum” diyor, “Tan Baskını olduğunda, tek parti dönemi vardı. Bugün de fiiliyatta tek parti dönemi var. Gazeteciler o gün haber yaptıkları için tutuklanıyordu. Bugün de gazeteciler haber yaptıkları için tutuklanıyor. Sabiha’nın, dedenin söylediklerine, neden tutuklandıklarına bakarsanız, Can Dündar’la ve tutuklu gaztecilerle aynı şeyleri söylüyorlar. O zaman iktidar en azından bir gazeteye el koymak için çeteleri kullanıyordu. Bugün buna da gerek duymaz olmuşlar; doğrudan gidip el koyuyorlar.”
Suçları haber yapmaktı. Suçumuz haber yapmak.
Ulakları öldürebilirsiniz. Tarih boyunca nice iktidar, nice ulağı zindana attı, nice ulağın kellesini aldı. Fakat Alhama düştü, beyler. Serteller’in “ihanet, ihanet, ihanet ve ihanet”le mimli öyküsü en azından bunu söyler bize: Alhama düştü.