İlk kitabıyla Orta Anadolu ile Doğu Ege’nin kesiştiği yerlerde geçen insanları, onların dert ve takıntılarını anlatan Deniz Arslan: Rehavet Havası, çekici gelebilir ama bir mahkûmiyettir de aynı zamanda
12 Mayıs 2015 03:00
Rehavet Havası tamamı taşrada geçen hikâyelerden oluşan bir ilk kitap… Deniz Arslan, Orta Anadolu ile Doğu Ege’nin kesiştiği yerlerde geçen insanları, onların dert ve takıntılarını, gündelik hayatlarını anlatıyor. Kitabın ismi de o bölgenin ve yaşanan hayatın ahesteliğini anlattığı için seçilmiş. Arslan’ın sıcak bir dili, ince bir mizahı ve taşra hayatına dair insana tanıdık gelen bir yaklaşımı var. Onunla iyicilliğini, taşra hayatını, konuşkan insanları, yazarlık tercihlerini konuştuk.
Hikâyelerde belirgin bir iyimserlik var. Her ne olursa olsun dünyayı döndüren bir iyicillik hissettiriyorsunuz bize. İyimser biri misiniz?
Öyleyim huyum kurusun. Bu yazdıklarıma da sızıyor ve bundan rahatsız değilim. Bazen kanırtmak için yazarsınız, bazen de unutmak için. Ayrıca, ıstırap ve marazlarla dolu, herkesin sıkıntıdan patladığı ve genellikle şehirliler tarafından yeniden üretilen taşra fikrinin de yapıntı bir tarafı olduğunu, meselenin o kadar tek boyutlu olmadığını da biraz göstermek istedim.
Taşrayla özdeşleştirdiğimiz o kısırlık ve tekdüzelik elbette kültüre de yansır ve ortaya çoğunlukla derme çatma, eklektik, yavan bir kültür hayatı çıkar. Ama benim ilgimi metropol kültürünün taşradaki yansımaları ve algılanış biçimi değil, bu iki kültürün kafa kafaya çarpışmasından doğacak olan o baştan çıkarıcı potansiyel ve trajik mizah hissi çekiyor asıl.
Hikâyeler zaman olarak bugünü değil de sanki bir on ya da yirmi yıl önceyi anlatıyor sanki. Bugünkü muhafazakârlaşan taşrayı göremiyoruz hikâyelerde. Özel bir dönem tercihi mi yoksa bu muhafazakârlaşmanın o derece etkili olduğunu düşünmüyor musunuz?
Hikâyeleri çoğunlukla şimdiyi değil yakın geçmişi anlattıkları ve yer yer tehlikeli hale gelen bir nostalji hissine yaslandıkları doğrudur. Evet, bu bir tercih. Hem kişisel deneyimlerin beslediği bir ilk kitap macerasında benim tanıdığım taşra on beş-yirmi yıl öncesinin taşrası olduğu için, hem de bu karakterlerin çoğunu günümüzün taşrasında göremeyeceğimiz için. Az önce iyimserlikten söz ettik, bugünün muhafazakârlaşmış ve boğucu Türkiye taşrasını aynı iyimserlikle anlatmak artık mümkün değil.
Birbirlerini tanıyan insanların küçük dünyasını ve bir rutini anlatıyorsunuz. Muhabbetçilik var, uzun uzun konuşuyor insanlar veya çok sakinler, kabulleniyorlar geçip giden zamanı. Kitabın adını da katarak soruyorum nedir bu rehavet havası?
Peynir gemisi lafla yürür çünkü taşrada. Vakit boldur, uyaran azdır, hırs, ihtiras ve hayal sahipleri çoktan gitmiştir. Geride kalanlar can sıkıntısından delirmemek için ya konuşacaklar, ya takıntılarla kendilerini meşgûl edecekler, ya da büsbütün salacaklar kendilerini. Dışarıdan bilinçli bir tercih gibi görünür bazen bu rehavet havası, çekici gelebilir, ama bir mahkûmiyettir de aynı zamanda. Anlatması, köpürtmesi güzel de yaşaması meşakkatli.
Hikâyelerde sıradan insanlar, işsizler, kaybedenler, taşralı gençler, küçük esnaflar var… Nasıl bakıyorsunuz edebiyata? Asıl kaynak veya asıl anlatılması gereken yoksullar mı? Metropollerin dışı, şehirlerin kenarları mı?
Böyle büyük iddialarım yok. Bu kitapta, hem onları iyi tanıdığım için, hem de sırtımdaki yükü atmak istediğim için bu insanları anlattım. Belki bir sonrakinde bu kitaptakilerle hiç ilgisi olmayan başka insanları anlatacağım.