Mehmet Açar: Şu anda çok parlak bir dönemden geçtiğimiz söylenemez. Böyle bir çağda distopyanın revaçta olması şaşırtıcı değil...
06 Nisan 2017 14:00
Sinema yazarı ve eleştirmen Mehmet Açar, beşinci romanı Kayıp Hasta'da yapay zekânın yönettiği bir hastane koridorlarında mahsur kalmış Ali Z. karakteri üzerinden sistem, birey, itaat ve özgürlük gibi zamanımıza ait konulara dair mühim sorular soruyor. Mehmet Açar ile distopyalar, umut ve iktidar üzerine konuştuk...
Günümüzde distopyalar epeyce revaçta. Neye bağlıyorsunuz bunu? Ya da şöyle soralım: Ütopya öldü mü?
Bilimkurgu türü, kendi çağının sorunlarından yola çıkar. Yazarlar eserlerinde, gelecekte bilimin ya da toplumun nereye gideceğini sorgulasalar da asıl olarak kendi yaşadıkları dönemin meselelerini yansıtırlar. Şu anda çok parlak bir dönemden geçtiğimiz söylenemez. Terörizm, bölgesel savaşlar, ırkçılığın ve bağnazlığın yükselişi gibi sorunların önü alınamıyor. Böyle bir çağda distopyanın revaçta olması şaşırtıcı değil. Distopya benim için umutsuzluk değildir, daha güzel bir dünyanın saklı özlemidir. Aslında ütopyaların da öldüğünü düşünmüyorum. Günümüz dünyasını hayalinizde kurduğunuz ütopyalar üzerinden de eleştirebilirsiniz. Bilimkurgu özünde bugünü anlatır. Yani, geleceğin aydınlığında bugünün karanlığını göstermeniz mümkün...
Romanda hastane metaforu üzerinden birey- iktidar ilişkisine dair oldukça karamsar bir tablo çıkıyor ortaya. İktidar bu kadar güçlü mü hakikaten?
Bugünün dünyasında devletler, iktidarlarını sağlam tutmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyor. Devletin güçlü olması gerektiğini savunan sağ partiler, ekonomik refaha odaklanan orta ve alt sınıfların desteğini alarak demokrasi, insan hakları gibi değerleri savunan sol muhaliflere karşı giderek daha da güçleniyorlar. ABD'de başkanlar, Avrupa'da hükümetler değişiyor ama köklü bürokratik gelenekler, devletlerin kurumsal kimlikleri pek değişmiyor. Bizde zaten öteden beri güçlü devlet isteği vardır. Böyle bir dünyada bireyin, devletlerin artan gücü ve otoritesi karşısında kendini tehdit altında hissetmemesi mümkün değil. Mesela bilimkurgudaki siberpunk geleneğinde devletler zayıfken, şirketler iktidar üzerinde etkindir. Ama günümüzde devletler daha güçlü. Belki de bu yüzden siberpunk artık çok gözde bir bilimkurgu türü değil. Buna karşılık, güçlü devlet imgesi distopyanın ana meselelerinden biridir.
Benim romanımdaki asıl mesele derin devlet. Hastanenin alt katlarına inildikçe ileri teknolojiyle bütünleşmiş, yasa dışı bir derin devlet çıkıyor ortaya...
Hastanede teknokratların, entelektüellerin sisteme muhalefet ederken aslında onun bir parçası olmaları, “özgürlükçüler” diye adlandırdığınız muhaliflerin sistem tarafından manipüle edilmeleri gibi durumlar, kapakta kullanılan “çıkış yok” sloganını destekliyor gibi...
Ama Özgürlükçülerin yine de romanın yegâne umut unsuru olduğunu unutmamak gerekiyor. Özgürlükçüler o karanlık dünyayı aydınlatıyorlar... Ama kendi adıma artık yeni bir muhalefet dili bulunması gerektiğini düşünüyorum. Trump'ın işçilerden ve işsizlerden oy alarak iktidar olduğu biliniyor. Avrupa'daki ırkçılığın lokomotifi alt ve orta sınıf... Her koşulda özgürlüğü, barışı ve halkların kardeşliğini savunanların geniş kitle desteği bulamıyor oluşu kaygı verici. Ama karamsarlığa gerek yok. Önemli olan, muhalefetin önce kendi eksikliğini tahlil etmesi... Sonuçta, özgürlük ve barışın dünyayı nasıl kurtaracağını, daha çok özgürlüğün daha çok refah getireceğini insanlara anlatmanın bir yolunu bulmak gerekiyor.
Hastanedeki iktidar formu, aslında bir rıza ilişkisi ve iktidara maruz kalan bireyler açısından müphemlik barındıran bir form. Bu anlamda bildiğimiz iktidar tanımlarından daha kaygan, daha akışkan ve farkına varılıp eleştirilmesi pek de kolay olmayan bir form sanki?
Bir şeyin gücünü tahlil edemez ve anlayamazsanız, sizin için giderek mistikleşir. Romandaki hastane için de aynısı söz konusu. Hastane bürokrasisi, iktidarın kuşatıcı gücünün bir yansıması. Daha önemlisi, herkes bu iktidarın bir parçası olmuş ama farkında değil. Ali Z. bir noktadan sonra neyin parçası olduğunu anlamaya başlıyor... Orada Doktor Erol Kurt, aslında anahtar bir karakter. Bir muhalif olduğunu düşünüyor ama iktidara hizmet ettiğinin farkında değil çünkü gücü seviyor. Nerdeyse bütün hayatı hastanede geçmiş ve oradan kopamıyor... Hastanedeki insanlar sadece iktidarı değil, iktidar karşısındaki kendi konumlarını da tanımlayamıyorlar.
Romanda teknoloji iktidarın elinde önemli bir kontrol aracı hâline geliyor. Teknoloji geliştikçe umutsuzluğumuz artıyor mu?
Romanın ele aldığı sorulardan biri bu. Ama okurlarla birlikte cevap bulmak istediğim bir soru... Mesela siberpunk geleneği bu konuda kendinden çok emindir; teknolojinin mutsuzluk getireceğini öngörür... Bense çocukluğumdan beri teknolojinin daha iyi bir dünya kurmamıza yardım edeceğini düşündüm. Hâlâ da düşünüyorum. Teknolojinin hayat kalitemize katkısı gerçekten çok büyük. Sosyal medyayı alın... Yararlarını kim inkâr edebilir ki? Ama orada bir günde acımasızca linç edilebilirsiniz. Sosyal medya sizi mutlu edebilir; öte yandan intiharınıza bile neden olabilir. Romanda ileri teknolojinin bu iki yönü karşı karşıya getiriliyor. Hastaneyi yöneten Sistem adlı yapay zekâ üzerinden makinelerin dünyayı ele geçirme korkusu da ele alınıyor. Ama galiba alışılmışın dışında, biraz farklı bir yaklaşım var...
Romanın kahramanı Ali Z.’nin cinsellikle ve dolayısıyla kadınlarla olan ilişkisi dikkat çekiyor. Cinsel alanı iktidarın söz sahibi olduğu bir alan olarak çiziyorsunuz. İktidarın cinselliği kullanarak istediği insan tipini yaratabileceği düşüncesi, cinselliği ve kadını “netameli” bir alan hâline getirmiyor mu?
Aslında bunlar romanda o kadar kesin şeyler değil. Yoruma açık konular... Sonuçta, cinsel arzuyu artıran ilaçlardan söz ediliyor. Bir yerde de bazı tedavilerin yan etkisi olarak cinsel arzunun arttığı söyleniyor... Romanın bazı bölümlerinin Ali Z.'nin bilinçdışında ve rüyasında geçtiğini de unutmayalım. Rüyalarda cinsel arzuyu kontrol altına alamazsınız. Rüyanın doğasında var bu; hiç aklınıza gelmeyen şeyler olur. Öte yandan, hastanenin bireyleri kontrol etmek için cinselliği kullanmak istediği kesin. Ama ne ölçüde kullanabildiğini bilmiyoruz. Deneklerde cinsel arzuyu artırarak ne elde etmek istedikleri belirsiz bırakılıyor. Orada benim için en önemli nokta, Ali Z.'nin kadınlar, aşk ve cinsel arzu konularında yaşadığı kafa karışıklığıdır. Son olarak, hastanenin aşktan korktuğu söylenebilir... Hatta hastanenin aşka karşı pek bir şey yapamadığı...
Kitabınız hayali bir dünyada geçiyor ama okurda adeta bir film izler gibi bir tat bırakıyor. Üstelik heyecanlı bir film gibi akıp gidiyor. Siz ne dersiniz, kitabı yazarken bu özelliklerini hesapladınız mı?
Okuduğum romanlarda yazarın kurduğu dünyaya dalıp gitmek isterim. Sürükleyici ve akıcı olması önemli benim için. Yazdığım romanların da böyle olmasını istiyorum haliyle... Ne ölçüde başarılı olup olmadığımı bilemiyorum ama özellikle sürükleyicilik meselesinin kişiye göre değiştiğinden eminim.
Film eleştirmeni olmam vesilesiyle sinema– edebiyat ilişkisi bana sık sık soruluyor. Aşağı yukarı hep aynı şeyleri söylüyorum. Edebiyatta sinemasal anlatım diye bir hedefim yok. Stephen King bence çok iyi yapıyor bunu. Ben romanlarımda, görünenlerden ziyade karakterin zihninde olup bitenlerle ilgilenirim. Ama romanım bir film seyrediyormuş gibi okunuyorsa bu, benim için gerçekten güzel bir şey.