Zarfa değil mazrufa bakmayı salık veren atasözünden bile bihaber olanlar için, yazarın adı sanı ve siyasî duruşu yeterli derecede suç teşkil ediyor belli ki...
06 Nisan 2017 14:06
2016’nın son günlerinde soğuk bir kış günü, korkulu bir düşten uyanıp kendini korkunç bir “muhtar” olarak bulmak herkese nasip olmaz. Kırk yıl düşünsem ―maatteessüf tevellüdüm de buna elverir oldu― aklıma gelmezdi bu ama oldu. Acil kodlu bir faksla fakültece Yükseköğretim Kurulu’na çağrıldığımızı öğrendiğimizde, Kanun Hükmünde Kararname’ler silsilesinin sillesinden akademisyenler de payına düşeni aldığından olacak, tedirgin bir sessizlikle bakıştık bir süre. Kuruma vardığımızdaysa, sıraya sokulmak suretiyle imzalarımız alındı öncelikle. Artık bu işte bir tuhaflık olduğuna iyice kani olduysak da, “davet”in memleket sathına yayıldığını anlamak için toplantı salonuna girip o mahşerî kalabalığı görmemiz yetti. Ne zaman ki sahnenin ardındaki ekrandaki o ibareyi gördük; cümleten bir derin oh çektik: “Kültür ve Turizm Bakanı ile Toplantı.” Bu detaylı “açıklama,” içtimânın doğasına, yani “belirli bir amaç” için bir araya gelinme ilkesine aykırıysa da, vardır elbet büyüklerimizin bir bildiği diyerek tevekkülle dizildik koltuklara. Kameralar, anonslar, koşuşturmaların ardından nâzırımız teşrif buyurduğundaysa, bir adım daha yaklaşmıştık oradaki mevcudiyetimizin ulvi amacına ve eskilerin “hayide” dediği o kullanıla kullanıla eskimiş kelimelerin resmigeçidine.
Dilimize Fransızca “cliché” sözcüğünden giren klişenin, sözlükteki birincil anlamı bir yana bırakılırsa, mecaz anlamı “basmakalıp söz, görüş vb.” olarak geçiyor. Kelimenin kökenine hürmeten, Fransız şair Gérard de Nerval’e atfolunan bir sözü anmadan geçmeyelim: Bir kadını güle benzeten ilk kişinin şair, ikincisininse budala olduğu yönündeki nükteli sözden bahsediyorum. Klişeler böyledir işte; ilkinde büyük bir keşif gibi gelse de kulağa, sonradan sası bir tat bırakır damakta. “Özgünlük” burada anahtar kelime aslında; gittikçe her kapıyı açan bir maymuncuğa dönüştüğü de nazar-i dikkati celbetmekte ya neyse. Bir ifadenin veya düşüncenin “klişe” batağına saplanması için, anlam ve etkisini yitirecek denli çok kullanılıp zaman içinde “bayat” sıfatını edinmesi gerekiyor. Ağızdan ağıza dolaşan bu tür değersiz sözler söyleyen yani şiirler yazanlara eskiler “hayide-gû” derdi. Söz söylemenin, şiirle özdeş olduğu bir nadide kültürden söz ediyoruz şüphesiz burada. Günümüzdeyse şiirin “sigara ve alkol gibi bağımlılığa yol açan alışkanlıkları teşvik eden” bir tarafı olduğunu da duydu ya bu fâni kulaklar; ne desek boş. Hem zaten “her şey boş” olunca, sözü de içeriyor bu ister istemez.
Gelelim son dönemlerde semantik olarak en büyük erozyonu yaşayan sözcüklerden birine: “terörist.” Boşuna koşup sözlüklere falan bakmaya hacet yok; cümleten halüsinasyon görmekteyiz ne de olsa. Hâl böyleyken, terörist kimdir diye sorarsanız; ister “doları olanlar” deriz, ister “hayırcılar” diye ekleriz… Yarım asrı aşkın zaman evvel, anlamını yitirmiş bir başka sözcükle edelim yola devam: “vatan haini.” Neyse ki dizeler “ölesi değil” de, şairin öfkesini ölümsüz bir çığlığa çevirmişti şöylece: “Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt/ hainiyim, ben vatan hainiyim.” Ardından da sıralayıp vatanı karanlığa mahkûm edenlerin icraatlarını birer birer, sakınmasızca koymuştu noktayı: “Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:/ Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Klişe sözcüğünün kökeni yabancı olsa da, fikren pek de yabancı olduğu söylenemez zihin dünyamıza. Bunun için herhangi bir kitapçıya girip raflar arasında şöyle bir gezinmek bile yeterlidir aslında. Kitap kapaklarında yer alan birbirinin tekrarı sözler maharetle gösterir hal-i pür melâlimizi. Arka kapak yazısı yazmak büyük bir zanaat ise de, yayınevlerinin çoğu pek de umursar görünmez esasen bir kitabı taçlandıran bu mührü. İşte bu yüzden, bazen kitabın içeriğiyle bile örtüşmeyen özetler, bazense düşünmeden düzülmüş övgüler örnekler basmakalıp yargılara sığınmanın bahtiyarlığını. Kim bilir, belki de tarihten süzülüp gelen bir kafa yapısının yansımasıdır bu. Başka türlü açıklanabilir mi zaten koskoca Divan şiiri geleneğinde arz-ı endâm eyleyen servi boylu, ok kirpikli, gonca dudaklı güzeller? Bu mazmunlardır şüphesiz şairi yüzyıllarca sevgiliyi klişe bir biçimde betimlemeye mahkûm eden. Benzer bir tespiti minyatür sanatı için de yapmak mümkün. Tasvirlerin kalıplaşmış imgeleri yeniden üretmesi, sanatçının bireysel dehasının teşhirinin değil, toplumun ortak hafızasının temsilinin yeğlendiğini göstermez mi? Dahası bu tasvirlere “nakış,” onları yapan kişiye ise “nakkaş” denmesi, minyatür sanatının özünün sistematik bir şekilde birbirini tekrarlayan süslemelerden oluştuğunun kanıtıdır. Hâsıl-ı kelâm, klişelere kaçmanın karşı konulmaz kolaycılığının tarihi kadim.
Gelelim yazının başında bahsi geçen o mühim toplantıya… Nâzırımız, memleket için klişe bir ifadeyle “açık hava müzesi” diyerek girdi o gün konuya. Tabii ülkede olan biteni izleyen ve aklî melekeleri şimdilik yerinde olan her akademisyen, bunun aslında bir nevi “açık hava hapishanesi” olduğunun farkındayken dedi bunu. Üstelik de “içeride” olmanın “dışarıda” olmaktan daha güvenli olduğu bir demken bu. Bir başka pek “muteber” şairin dediği gibi, “Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,/ Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık...” Yeniden toplantıya dönersek, girişteki memleket güzellemesinin ardından, yine klişeleşmiş bir biçimde Batı’nın hicvine geldi sıra. 15 Temmuz sonrası yabancı medyada yer alan haberleri eleştiren nâzır, elbette bizdeki durumun Mizaru, Kikazaru ve Iwazaru’dan hallice olduğunu görmez, duymaz, söylemezdi. Bunların esasen “üç bilge maymun” olarak adlandırıldığına itibar etmeyen bizler içinse durum vahimdi. Yalan yanlış haber yapan bu kâfirlere mucibince ders vermemiz, mıntıkalarımızda devletlü sultanımızın buyurduğu gerçekleri dile getirmemiz temennileriyle devam eden toplantının doruk noktası, bir yazarın hedefe oturtulduğu an oldu.
Bu kişi, kendini önce “sosyalist,” sonra “şair, iktisatçı, gazeteci, tercüman” olarak tanımlayan Roni Margulies idi. Nâzırımız indinde ise, sakıncalı mevzular düşünüp yazan bu kişi düpedüz “militan” idi. Yüzlerce akademisyen “seyirci”nin huzurunda, suç unsurunu da şoförü bir koşu gidip getirdi neyse ki. Yüzümüze tokat gibi indirilen bu kitap, müthiş kapağından ötürü görür görmez tanıdığım, 2016 yılında yayımlanan The Terrible Turk: Batı’nın Gördüğü “Türk” idi. Hani Margulies’in, 19. yüzyıl sonunda iyice yaygınlaşmış olan “korkunç Türk” (terrible Turk) ve “adı ağza alınmaz Türk” (unspeakable Turk) ifadelerinin izini sürdüğü bu çalışmada, Batı’nın ırkçılığını deşifre ettiğini bilmesem, inanacağım söylenenlere. İngilizceye yerleşmiş bu tamlamaların peşine düşmek, imparatorluktan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel çizgide, Avrupa’nın “Türk”e olan bakışının ipliğini pazara çıkarmak değil de nedir? Siyasetten sanata dek sirayet etmiş bu söylemleri irdelemek, asırlardır bitmeyen bir çatışmanın taraflarının zihin haritasını çıkarmak anlamına geldiğinden, olsa olsa takdire şayan bir girişimdir. Margulies, zaman içinde Batı kültürünün yerleşik bir unsuru hâline gelmiş bu “barbar,” “zalim,” “tembel.” “şehvet düşkünü” Türk imajını tüm çıplaklığıyla sergiliyor kitabında. Üstelik otuz yılını bu “korkunç Türk” imajını taşıyan gündelik nesneleri toplamaya adamış birinden söz ediyoruz burada. Bu uzun soluklu çaba sayesinde, Avrupa ırkçılığının en temel imajlarından biri, kartpostallardan fotoğraf ve reklam kartlarına, dergi kapaklarından karikatür ve çizgi romanlara, oyuncaklardan maske ve biblolara, porselen eşyalardan tabak ve küllüklere, sigara paketlerinden puro kutuları ve tütün kavanozlarına dek sayısız örnekten hareketle anlatılıyor. Bu arada, Margulies’in koleksiyonculuk virüsünden epeyce mustarip bir yazar olduğunu hatırlatalım. Nitekim 2015 yılında da “Kemalizmin aşırılıkları”nın izini sürdüğü kitabı Sen Kalk Da Ben Yatam: Tören, Bayrak ve Heykel yayımlanmıştı. Hatta sahaflardan toplanmış siyah- beyaz büst, heykel, tören fotoğraflarının eşlik ettiği bu çalışmada, Kemalizmin “kutsal inekleri”nden dem vurulup İslam ile olan ilişkisi “Türkiye’de tayin edici sorun” olarak saptanırken, nâzırımız hiç rahatsız olmamıştı ne hikmetse. Demek ki eleştiriye hürmetleri sonsuz; bittabi oklar kendilerini alâkadar eden meselelere yönelmediği müddetçe. Öyleyse 13. yüzyıla kadar gidip bîgâne kalamayacakları bir tasavvuf ehline, Derviş Yûnus’a söyletelim derdimizi: “Padişahı kim bileydi/ Kul itmese yort savul.”
Sözlerimi malûm kış gününden bahisle bitireyim. Nâzırımızın, klişeleri sergileyen The Terrible Turk’ü klişe bir biçimde klişe sözcüklerle mahkûm etmesine şaşırdım desem yalan olur. Kaldı ki, kendisinin başka meclislerde başka vesilelerle bu kitabı tekrar tekrar hedef tahtasına oturttuğunu da basından takip ettim. Söz konusu haberlerde, kitapta Sultan Abdülhamit’e dair “karikatür, çizgi ve fıkralar” bulunduğunun vurgulanması, bu rahatsızlığın kaynağını açık ediyor. Bizim payımıza düşense, bir yazarın hakaretâmiz bir biçimde ama daha da kötüsü mesnetsizce eleştirilip “militan” olarak nitelendiği bir ortamda “muhtar” misali oturmak durumunda kalmak oluyor. Üstelik bu insanın, memleketindeyken “Yahudi,” yurt dışındayken ise “Türk” diye ötekileştirildiğini düşününce, kaleme davranmak farz oluyor. Zira yıllarını Batı’nın bilinçaltına işlemiş o “korkunç” imajın gündelik hayattaki izlerinin peşinde geçiren bir koleksiyoner, kitaptan korkanlarca ilgili ilgisiz birçok ortamda basmakalıp sözlerle lanetleniyor. O zaman insan, kendinden başka herkese ve her şeye düşman bu anlayışa bakıp gayriihtiyarî iç çekiyor; “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim” dizesi dökülüyor... Zarfa değil mazrufa bakmayı salık veren atasözünden bile bihaber olanlar için, yazarın adı sanı ve siyasî duruşu yeterli derecede suç teşkil ediyor belli ki. Kitabın sayfalarını dahi çevirmeye üşenenler için, kapakta yer alan Tête-de-Turc (fesli ve sakallı klişe bir Osmanlı imgesinin kullanıldığı Fransız tütün kavanozu) kendini “evlâd-ı fâtihân” sananları zıvanadan çıkarmaya kâfi geliyor. İşbu halet-i ruhiye, klişeye düşme pahasına söylemek gerekirse, tam da “Türk kafası”na tekabül ediyor. Eh, klişeler de yoktan var olmuyor şüphesiz. Öyleyse çıkarın defterleri, sözü Ecece bitireceğiz: “Çocuklar! ile bile muhbirler! ve bütün ahali!/ Hep birlikte, üç kez, bağırarak, yazınız/ Kurşunkalemle de olabilir/ Yort savul!”