Joan Didion: Onun kelimeleri ayağımıza dolanmak için vardır...

"Yerleşik normların altında yatan kaosu fark etme becerisine sahip, Amerikan kültürünün belagatli ve soğukkanlı bir yorumcusuydu Didion. Sargıyı dikkatle çözer, sonra parmağını yaranın en acıtacak yerine ustalıkla bastırırdı."

20 Ocak 2022 18:30

Belki ben yanlış çevrelerde takılıyorum ama şimdiye kadar Ertuğrul Özkök, hatta Ahmet Hakan bile olmaya özenen kimseyle tanışmadım. Oysa Joan Didion’ın izinden gitmek isteyen çok kişi tanıyorum. Bu metni birinci tekil şahısta yazdığıma göre ben bile onlardan biri olabilirim. Geçtiğimiz yılın son günlerinde, 87 yaşında hayatını kaybeden Didion, 1960’ların ve 1970’lerin Yeni Gazetecilik akımıyla, yani genellikle kurgu edebiyatın alanına ait olduğu düşünülen teknikleri cüretkârca kurgu olmayan türlere uygulayan bir ekolle ilişkilendiriliyordu. Yerleşmiş normların altında yatan kaosu, bir miti destekleyen distopya kaidesini fark etme becerisine sahip, Amerikan kültürünün belagatli ve soğukkanlı bir yorumcusuydu. Sargıyı dikkatle çözer, sonra parmağını yaranın en acıtacak yerine ustalıkla bastırırdı.

Hiçbir önyargıya dokunmadan geçmezdi. “Diğer herkes dolduruşa gelirken, o bildiğini okurdu” diye yazıyordu Zadie Smith, The New Yorker’da Didion’ın ölümünün ardından kaleme aldığı metinde.

Hatırasına adadığım bu yazı için ise Didion’ın daha çok bilinen makalelerinden birine, “Sentimental Journeys/Duygusal Yolculuklar” başlıklı yazıya (New York Review of Books, Ocak 1991) tekrar baktım. Bu makalenin merkezinde, New York’ta, Central Park’ta yalnız koşu yapan 29 yaşındaki bankacı bir beyaz kadına vahşice tecavüz etmekle suçlanan beş genç siyah ve Latin erkeğin uzun zaman gündemde kalan davası yer alıyordu. Bonfire of the Vanities’in [filmin başlığı Şenlik Ateşi adıyla çevrildi] gerçek hayattaki karşılığı denebilecek bir olaydı bu ve şehrin tamamının tutku ve önyargılarını George Floyd cinayetinden otuz yıl önce körüklemişti. İşte Didion da bu tutku ve önyargıları elinde kaşığıyla, bir arkeoloğun muntazam dikkatiyle gözler önüne seriyordu, ki buna Central Park’ın kendisinin 19. yüzyılda inşa edilişinin (ve yolsuzluğa bulaşmasının) beklenmedik bir tahlili de dahildi.

Bu yazısında tüm parçaları birleştiriyor, ancak sabırlı ifşası ve ölçülü dili yazının bir noktasında yatağından taşarak her şeyi önüne katıyor. Çeviriye gelen bir örnek bulmak zor, ama deneyeyim:

“Bu dava orta sınıfa, şehrin kargaşasıyla ilgili büyüyen ve daha önce kabul görmemiş, koca ailelerin geceleri, daha varlıklı ailelere tanesi iki bin altı yüz dolardan eve teslim edilen lüks buzdolaplarının sokağa atılmış kutularında uyuduğu bir şehirde akla gelebilecek tam bir kötülük ve huzursuzluk doğuran suçluluk hisleri yelpazesinin beslediği öfkesini aktarmak ve ifade etmek için bir yol sunmuştu.”

Bunun gazetecilerin çoğuna beğenmeleri öğretilen, kelimelerin, tahrif edilmemiş bir gerçekliği yansıtabileceği fikrine dayalı, “şeffaf bir pencerenin ardından bakan” düzyazı cinsinden olmadığını not edelim. Didion’ın kelimeleri ayağımıza dolanmak için vardır. Onun hakikatleri sadece içerik değil, ahenk ve sözdizimi açısından da metin gelişirken üretilir. “Yazana kadar ne düşündüğümü bilmiyorum” diye yazmıştı bir keresinde. Ben gazetecilik okumadım ama bunların mesleğe yeni başlayan bir muhabirin duyacağı ilk tavsiyeler olmayacağına bahse girerim.

Büyürken bize iyi yazma becerisine saygı duymak öğretildi – benim bundan anladığım kesinlik ve ince zekâydı. Babamın kahvaltı sofrasında, aralarında H. L. Mencken (“Her karmaşık sorunun açık, basit ve yanlış bir cevabı vardır”) ve E. B. White’ın (“Yazmak hem maskelemek hem de ortaya çıkarmaktır”) da bulunduğu büyük Amerikalı denemecilerden pasajlar okuyuşunu hatırlıyorum, –bu hatıraları hayal ediyor da olabilirim– ayrıca A. J. Liebling’in İkinci Dünya Savaşında cepheden bildirdiklerinden bahsedilirdi. Düzyazının ustalarının neden gerçek isim sahibi olmayıp adlarının baş harfleriyle anıldıklarını sormak hiç aklıma gelmezdi. Britanya’da çalıştığım ilk ulusal gazetede başka bir meslektaşa benim “biraz da yazar” olduğumu söyleyen dış haberler masası şefinin iltifatının tadını çıkardığımı hatırlıyorum. Bunun söyleyebileceği en kaba şey olduğunu ise ancak epey sonra anladım. Eğer bir gazetecinin işi, okurlarının muhtemelen asla görmeyeceği olaylara tanıklık etmekse, bize söylenen kendimizi geri planda tutmamız ve kelimelerimizin tanıklığımızın ayağına dolanmasına izin vermememizdi.

Gazeteciliği bazen tüm hikâyeyi anlatacak ayrıntıyı aramak olarak düşünürüm. Zihnime dağlanmış bu tür bir an, 1999 İzmit depremi sırasında çökmüş ahşap evinin yanında gözyaşı döken yaşlı bir adamla yaptığımız sohbettir. Karısı ölmüş, her şeyini kaybetmişti ve üzerinde bir Bugs Bunny tişörtü vardı. Ama bu örnek, Joan Didion üzerine hazırlanan Joan Didion: The Center Will Not Hold  adlı belgeseldeki diğer bir ânın yanında zayıf kalıyor: Burada Didion, Haight-Ashbury’nin hippi kültürü üzerine haber hazırlarken LSD etkisi altındaki beş yaşında bir çocuğa tesadüf edecek kadar “şanslı” olduğunu anlatıyordu. “Altın değerinde bir andı” diyor neşeyle.

Gazeteciliğin bir sanat türü olabileceği fikri, 20 yıl kadar önce Michigan Üniversitesi’nde bir gazetecilik bursu kazanana kadar zihnimde şekillenmemişti. Kendimden epey memnun olduğumu hatırlıyorum, sanki lotoyu kazanmışım gibi, şansım yaver gittiğinden değil ama, ihtimalleri doğru hesaplayabildiğimden. Her birimiz, en iyi yaptığımız işlere –araba yarışlarından hisseler ve menkul kıymetler üzerine haber yapmayatazelenmiş bir şekilde dönme vaadiyle hayatlarına birer yıl ara vermiş, 18 kişilik bir gruptuk. Bana eşlik eden bursdaşlarımın eski hayatlarına dönme yolunda hiçbir arzu taşımadıklarını, aksine başka bir şey yapabilmeyi dileyen arafta kalmış ruhlar (abartıyorum) olduklarını anladığımda kendimden memnuniyetim yavaştan dağılmaya başladı.

Biri romancı olmak, diğeri film senaryosu yazmak istiyordu. “Kurgu-olmayan anlatı”ya muazzam bir ilgi vardı ama ben bunu, sinik bir tavırla, 600 kelimeyle anlatılabilecek bir şeyi on katı uzunlukta bir metne dönüştürmek olarak algılıyordum. O sırada bunu anlamamıştım ama hepimiz (ben de yakında onların arasına katılacaktım) birer Joan Didion olmak istiyorduk. Didion romancı ve senaristti ama aynı zamanda uzun denemenin de ustasıydı, okuruna bilindik gibi görünen sahalarda rehberlik edip birdenbire bir şüphe ve kafa karışıklığı ormanının ortasına götüren.

İşin ironik tarafı ise Joan Didion’ın kendisinin aslında Joan Didion olmak istememiş olabileceği. Yine de kendi kabuğunda kendisini son derece rahatsız hissetmekten de epey keyif aldığı izlenimini ediniyor insan. Ama son edebi çalışmaları hayatındaki trajedileri çözmeye çalışır – kocasının ve ardından manevi kızlarının ani kaybı ve çıldırmanın eşiğinde verdiği kendi mücadelesi...

Bir öğrencisi ve New York Times’ın eski köşe yazarlarından Frank Bruni Didion’ın ardından şöyle yazdı:

“Çoğu gazetecinin özendiği kasıntı ve mutlak yetki sahibiymiş havasını taklit etmektense, Didion kendi tuhaf anlatıcılığının kurallarına uyardı – bazen denemesinin tam da merkezindeki konu olurdu bu, bazen de satır aralarında kalırdı. Kendi tuhaflıklarını listeler ve bunu kendini beğenmişliğini tekrar tekrar göstermek için değil, samimiyet adına yapardı.”

Ve biz gazetecilerin bildiği gibi, samimiyet ender rastlanır bir erdemdir.

Joan Didion, romancı, gazeteci ve denemeci. 
(5 aralık 1934-23 Aralık 2021)