Türkiye boğuluyor bugün. Nice ikili anlaşma, nice sığlık, nice vasatlık içinde. Hakkı Devrim’in ardından bir aile ferdini kaybetmişçesine üzülenlerin tesellisi, Lülüş’üne kavuşmasından başka ne olabilir ki?
24 Haziran 2016 15:00
Herkesin yaşam parantezi gün gelip kapanacak. Kimi erken kimi geç... Geriye ancak parantezin içine eklediklerimiz kadar bir yankı kalacak.
Hakkı Devrim’in kaybı, yankısı büyük bir kayıptı. Sözcüklerle, dille, adapla, aşkla hemhâl olanların kaybıydı.
Ansiklopedilerin arkeolojik kalıntı muamelesi gördüğü, adab-ı muaşeretin çoktan rafa kalktığı, dilin yüz- iki yüz sözcüklük bir tecritte yaşadığı bugün Hakkı Devrim’in vedası, neredeyse gönüllü bir veda gibi görünüyor gözüme.
Devrim’in bereketli ömrü 1929’da Eskişehir’de başladı. Babası Ruhi Devrim tapu müdürüydü; tayin oldukça Denizli, Bursa, Ankara, Samsun dolaştılar. Delikanlılığa adım atarken taşındılar İstanbul’a. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi’nde bitirdi. Behçet Necatigil, Faruk Nafiz Çamlıbel hocalarıydı.
Hukuk okuduysa da mesleğini farklı alandan seçti. Fransızca hocası Ekrem Reşit Rey’in yönlendirmesiyle İstanbul Radyosu’nda, Cihat Baban’ın yönlendirmesiyle ise Son Saat gazetesinde çalışmaya başladı. Bir yandan da Türkiye Turizm Kurumu’nda müdür yardımcısıydı. Ancak bunca farklı iş, sevdiği kızın babasını ikna etmeye yetmedi.
Hukuk Fakültesi’nde tanışıp evlenmeye karar verdiği Gülseren Hanım, dönemin Tabipler Odası Başkanı Prof. Dr. Murat Cankat’ın kızıydı. Tek başına istemeye gittiğinde profesör sordu:
“Neyle geçineceksiniz?”
Hakkı Devrim yukarıda saydığım işlerini sıraladı. Cevap pek heveslendirici değildi:
“Oğlum şöyle tek kelimelik bir mesleğin yok mu?”
Ailelerin gönülsüzlüğüne rağmen 1953’te evlendiler. 55 yıl hiç ayrılmadan yaşadılar. Ve gün geldi, Hakkı Devrim gazete yazısına şöyle başladı:
“Gülseren Hanım gene benden farklı davrandı. Vefalı ve zarifti, hep olduğu gibi. Beklemiş. Son nefesini, ben eve dönebildikten on beş dakika sonra verdi.”
Geri kalan sekiz yılı hep ‘Lülüş’ünün yokluğu, özlemi, sevdasıyla geçirdi.
Hakkı Devrim Tercüman ve Havadis gazetelerinde çalıştıktan sonra Yeni Sabah’ta Sabiha Deren adıyla “Fısıltı” köşesini yazmaya başladı. Bu köşe o kadar tuttu ki farklı gazetelerde on yıl sürdürdü.
Bundan sonraki on yılı ise Meydan Larousse Ansiklopedisi’ni hazırlayarak geçirdi. Sıkıldı, bıktı, bıraktı bir gün. Çatalca’ya yerleşti, bir çiftlik kurdu. Bir on yıl da orada geçti. Ta ki Aydın Doğan Milliyet gazetesini Ercüment Karacan’dan satın alana kadar. Milliyet için yeniden ansiklopedi hazırlamaya başladı; ardından Posta ve Radikal gazetelerinde köşe yazdı.
Radikal’deki “Cihannüma” köşesinden medyayı, ülkeyi, toplumu izledi. İzlenimlerini imalara, kinayelere gönül indirmeden doğrudan yazdı. Bu ‘doğrudan’lık ona nice tartışma getirdi.
Bazı ‘yaşam biçimi’ yazarlarına karşı tahammülü zayıftı. Eğer köşe sahibi muhabirlikten gelmiyorsa o tahammülün eşiği daha da düşüyordu. 2016 Haziran’ında gazetelerde yazılıp çizilenlere bakınca Devrim’in medyanın üzerine doğru gelen trenin ışığını ilk görenlerden olduğunu söylemek zor değil. Nice uyarı yaptı, hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bile bile. Sonuç ortada.
Huysuzdu huysuz olmasına... Bunu söylemekten de çekinmezdi. 2009’da, Gülseren Hanım’ın ardından Ayşe Arman’a verdiği söyleşide yaptığı gibi, “En sevdiğim insanın 55 sene kanını kurutmuşumdur” demek kolay mı?
Değerlerine, bildiklerine, inandıklarına bağlıydı. Bu uğurda kızdırdıkları, kırdıkları oldu, eleştirileri sert karşıladı. Belki koca bir ülkenin nereye savrulduğunu görüyor, her gün altımızdan kayan o toprağı inatla tutmaya çalışıyordu.
‘Dil yâresi’nin her gün nasıl derinleştiğini görerek yazmaya devam eden bir dil sevdalısı için yine de sabırlıydı. Sevdası yalnız kendi diline değildi. 2013 yılında T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği söyleşide anadilin “asgari bir insan hakkı, yaşamak hakkı kadar tabii bir hak” olduğunu söylüyordu.
“Ana dilde eğitim ülkeyi böler” diyenlere cevabı netti: “İsterse böler. Ben ne yapayım? Ülke benim için dilden daha önemli değil ki!”
Radikal, son adresiydi. 1951’de başladığı gazeteciliğe 2011’de “Cihannüma” köşesinin kapatılmasıyla veda etti.
Az önce andığım T24 söyleşisinde “Bugün gazeteler Türkiye'ye zarar vermekte” demişti; “Hâlbuki Türkiye'de kamuoyunun kültürünü arttırma, zevklerini inceltme, zekâsını parlatma bakımından gazetelere fevkalade ihtiyaç var. Fakat bunu yapmıyorlar”.
Türkiye'nin büyük işadamlarıyla siyasetçilerinin anlaşmış durumda olduklarını da söylemişti: “Artık gazetelerin başında kesinlikle gazeteciler yok. Büyük para sahipleri gazeteleri alıyor; gazetelerini satarak, reklam alarak ve hükümetin istediklerini yaparak daha çok para kazanıyor. Siyasi iktidarlar da emri altına aldığı gazetecileri kullanarak oy alıyor. Bu ikili anlaşma Türkiye'yi boğacaktır.”
Türkiye boğuluyor bugün. Nice ikili anlaşma, nice sığlık, nice vasatlık içinde.
Hakkı Devrim’in ardından bir aile ferdini kaybetmişçesine üzülenlerin tesellisi, Lülüş’üne kavuşmasından başka ne olabilir ki?