Flannery O’Connor’ın gotik suretleri

Güney gotiği sadece korkutucu, tekinsiz hikâyeler anlatmaz, toplumun karanlık yüzüyle yüzleşmesini sağlar. Korku ve acıma gibi şiddetli duygular bu yüzleşmede sadece birer araçtır

24 Ekim 2019 10:30

Amerikalı öykü ve roman yazarı Flannery O’Connor 39 yıllık kısa hayatında yalnızca iki roman ve iki öykü kitabı yayımlamıştır. Ölümünden sonra edebî eleştiri, mektup ve dinî yazılarından oluşan düzyazı eserleri yayımlanmışsa da, yazarın arkasında bu kadar az eser bırakmış olması Amerikan edebiyatı için büyük bir kayıp.

O’Connor günümüzde modern Amerikan öykücülüğünün önemli temsilcilerinden sayılmakta ve adı en çok Güney’le özdeşleşen gotik edebiyatla anılmaktadır. Avrupa kökenli olan gotik edebiyat, karanlık koridorlar ve gizli geçitlerle dolu Orta Çağ yapılarında geçen ve okuyanın tüylerini ürperten hikâyelerle imlenir. Bu mekânlar Yeni Dünya’da yaygın olarak bulunmadığından, Amerika kendi gotiğini yaratmıştır. Korkutucu katedrallerin yerini el değmemiş karanlık ormanlar, ıssızlığın ortasında kurulmuş, her tür toplumsal denetimden uzak kasabalar ve hızla değişen, sefalet yuvası şehirler almıştır. Gotik elbette sadece öykülerin geçtiği mekânlarla tanımlanamaz. Gotik, ister Avrupa ister Amerika ister de Güney çıkışlı olsun, salon edebiyatının el atmaya çekindiği, kibar okurların dudak büktüğü, gündelik hayatta, olsa olsa kulaktan kulağa fısıldanan, toplumda tabu olarak kabul edilen meseleleri konu edinir. Bu anlamda, gotiği belirleyen temel kavramın “ihlal” olduğunu söyleyebiliriz.

Gotik, akıl ve rasyonelliği, onur ve erdemi, aklıselimi ve adabımuaşereti ihlal eden hikâyeler anlatır. Ölüm, intihar, hastalık ve delilik gibi sevilmeyen konuları, nekrofili ve ensest gibi sıra dışı cinsel eylemleri, taciz, tecavüz, şiddet ve işkence gibi ağza alınması sakıncalı insan edimlerini sakınmadan dile getirir, bu konular üzerindeki söze dökülmemiş yasağı ihlal eder. Bu şekilde ortaya konduğunda, gotiğin Güney edebiyatıyla özdeşleşmesi kaçınılmazdır zira Amerika’nın Güney’inde daha muhafazakâr bir topluluk yaşamaktadır. Bu toplumda, sıradan halk için bastırılması ve gizlenmesi gereken, yazarlar içinse ihlal edilebilecek konuların sürüsüne berekettir. Kölelik ve ırkçılık acısını siyahîlere daha uzun süre yaşatmış olan bu toplumun utanç verici sicilini, Flannery O’Connor gibi yazarlar eserlerinde kayda almışlardır. Bir başka deyişle, Güney gotiği sadece korkutucu, tekinsiz hikâyeler anlatmaz, toplumun karanlık yüzüyle yüzleşmesini sağlar. Korku ve acıma gibi şiddetli duygular bu yüzleşmede sadece birer araçtır.

Ölümünün üzerinden 55 yıl geçen O’Connor romanlarından çok, 1955 yılında yayımlanan İyi İnsan Bulmak Zor ve 1965 tarihli Her Çıkışın Bir İnişi Vardır kitaplarında topladığı öyküleriyle bilinir. Bu iki kitaptaki öykülerin Güney gotiği bağlamında ele alınması yerindedir çünkü öykülerde hastalık, yaşlılık, sakatlık, cinayet ve ölüm kol gezer. Toplam 18 öykü içeren iki kitapta 17 kişi ölür. Bu 17 kişi arasında yaşlılar vardır, gençler vardır, intihar eden bir ergen ve katledilen bir bebek vardır. “Orman’ın Tam İçinde” kendisine benzediği için gurur duyduğu ve bütün mirasını bırakmayı düşündüğü dokuz yaşındaki torunuyla ters düşen bir dedenin hikâyesidir. Öykünün sonunda dede kendisine saldıran küçük kızı, kafasını taşlara vurarak öldürür ve geçirdiği kalp krizi sebebiyle torununun başında yığılır kalır. “İyi İnsan Bulmak Zor” öyküsünde hapishaneden kaçan bir mahkûm altı kişilik bir aileyi katleder; ailede çok yaşlı bir kadın ve bir bebek vardır. “Düşmanla Geçikmiş Bir Karşılaşma”da çok yaşlı bir savaş gazisi, katıldığı diploma töreni boyunca gençliğini, genç kızları ve yaşamı düşünür ama öykünün sonuna gelindiğinde tekerlekli sandalyesinde son nefesini verdiğini kimseler fark etmez. “Greenleaf”de çiftliğine dadanan boğadan kurtulmayı saplantı hâline getiren kadın boğanın boynuzlarında can verir. Ölüm öyle baskın bir temadır ki O’Connor’ın öykülerinden sağ kurtulan karakterler kendilerini şanslı saymalılardır.

Öykülerde zihinsel ya da bedensel özürlü kişilerin yaşantısına da şahit oluruz. Ancak bu kişiler uğradıkları talihsizliğe üzülelim, onlara sempatiyle yaklaşalım diye yaratılmamıştır. Yazarın kurgusal dünyasının karamsar tonundan onlar da paylarını aldıkları için pek azına sempati duyarız. “Önce Sakatlar Girecek”’in sorunlu genci Johnson, örneğin, sakatlığının acısını etrafından çıkartmak için sürekli anlamsız suçlar işlemektedir, kendisine yardım eli uzatanlara diş bilemektedir ama bir yandan da, dindar biri olduğundan, İncil’in cennete önce sakatlar girecektir sözünü diline dolamıştır. Öykünün sonunda sebep olduğu büyük felaket olmasaydı bile biz okurlar Johnson’ın cennete gideceğini kabul etmezdik. “Temiz Köylüler” öyküsündeki takma bacaklı genç kız çevresindeki herkesi hor görür, sürekli surat asar. Öyle ki annesi “kızından yana bakar, yüzü biraz gülse bu kadar çirkin görünmezdi” (İyi İnsan Bulmak Zor, s. 175) diye düşünür. Özürlü karakterlerin kurgusundaki tek istisna, aynı zamanda bütün öyküler içindeki en olumlu karakter olan, dünyadan bihaber yaşayan özürlü kızdır.

Kısaca söylersek, kötümser bir dünya resmeder O’Connor. Gündelik hayatta karşımıza çıksa anlamakta çok zorlanacağımız, yakınımızda tutmak istemeyeceğimiz, nevi şahsına münhasır karakterler sunar bize. İyi biten bir tane bile öykü yoktur. İyi bitmeye en yakın öyküde bile hayal kırıklığı, burukluk ve üzüntü vardır. Daha çok ironiyle sağlanan kara mizah bizi zaman zaman gülümsetse bile, buruk bir gülümsemedir bu.

Anlatmayı, yazmayı seven bir yazar O’Connor; novella boyutlarına yaklaşan uzun öyküler anlatıyor. Öykü türünde sık rastlamadığımız derin, ikincil karakterler kullanıyor ve kimi öyküyü (örneğin, “Mülteci”, “Temiz Köylüler” “Ateşte Bir Çember”) ikincil karakterlerle başlatıyor. İlk bakışta böylesi karakter gereksiz görülse bile mutlaka öykünün nihai anlamına önemli katkılar sağlıyorlar. Bunu en yalın hâliyle “Temiz Köylüler” öyküsünde görebiliriz. Öykü çiftlik sahibi Bayan Hopewell’in temiz (saf) köylü olduğu için işe aldığı Bayan Freeman ile başlar. İlerleyen sayfalarda Bayan Freeman’ın yine temiz köylü diye nitelediği genç bir İncil satıcısı çıkar ortaya. Öykünün sonunda İncil satıcısının Bayan Hopewell’in sakat kızının bacağını çalmaya çalışan bir sapık olduğunu görürüz. Bayan Hopewell - isimdeki ironiye dikkat- hem Bayan Freeman hem de genç adamla ilgili yanılmaktadır. Bayan Freeman hiç de temiz yürekli ve saf bir köylü değildir ama Bayan Hopewell onu yaftalayarak gerçekten tanımayı reddettiği için, İncil satıcısını da yanlış değerlendirir. Dolayısıyla, Bayan Freeman aslında İncil satıcısının kişiliğiyle ilgili bir uyarıdır ve bizi öykünün sonuna hazırlamaktadır.

Bayan Hopewell’in Freeman’i yanlış değerlendirdiği, onu gerçekte tanımadığı öykünün hiçbir noktasında ifade edilmez. O’Connor diyalogdan çok anlatmayı tercih eden bir yazar olsa da anlatının hiçbir noktasında karakterin önüne geçip, onun bakış açısındaki güvenilmezliğe, yanılgıya dikkat çekmez, kendini öykünün dışında tutar. Olayları bizim için açıklayan, yorumlayan müdahaleci bir anlatıcı kullanmayı reddederek karakterlerle aramızdaki mesafeyi ortadan kaldırır. Dolayısıyla, okur karakterin gerçek yüzünü olayların gelişimiyle görmek zorundadır. Bu çok da kolay bir iş değildir çünkü karakterler yansıtıcı bilinç olarak kullanıldığından, olaylara ve olayların gelişimine onların bakış açısıyla tanık oluruz. Anlatıcının aksine karakterler sürekli yorumlarda bulunup içinde yaşadıkları olayları ve dünyayı bitevi yorumlarlarken, karakterlere ve olaylara aracısız ulaşırız.

Ekonomik bir tür olan öykü için böylesi bir yazarlık tercihi neredeyse kaçınılmazdır. Ama riskleri de yok değildir. Yeterince dikkatli okumadığımızda karakterin bilincinin Tanrısal anlatıcının bilinciyle özdeşleştiğini sanabiliriz, özellikle de yazar, kendi diliyle karakterin dilini harmanladığı serbest düşünce aktarımı yöntemini kullandığında. Bu yüzden, O’Connor okuru her zaman dikkatli olmalı, metinle ve karakterle mesafesini korumak zorundadır. Bu zorunlulukları en çok “Önce Sakatlar Gidecek” öyküsünde duyarız. Öykünün yansıtıcı bilinci Sheppard çok az tanıdığı sorunlu bir çocuğu yaşadığı sefaletten kurtarmak istemektedir ve çocuğun hayatına yapabileceği katkıyla ilgili uzun uzadıya fanteziler kurmaktadır. Çocuğu kurtarmak için gösterdiği çaba yine onun bakış açısıyla okura aktarılır. Ancak bu bakış açısının öznelliğini ve güvenilmezliğini anladığımızda Sheppard’ın aslında Mesih Kompleksi’nden mustarip olduğunu, yabancı bir çocuğu kurtarmaya çalışırken, annesinin kaybıyla başa çıkmaya çalışan kendi öz oğlunu ihmal ettiğini görürüz. Sheppard sonunda yaptığıyla ilgili bir uyanış yaşasa da hem yabancı çocuğu hem de kendi çocuğunu kaybetmenin önüne geçemez. Sheppard aydınlanmasında geç kalmıştır; anlatıcı ve yansıtıcı bilinç farkını gözeten dikkatli okur ise bu aydınlanmayı çok daha önce yaşamıştır.

O’Connor’ın çoğu öyküsü kadınlarla ilgilidir ve çoğu öyküde kadınlar Güney’in kırsalında kendi başlarına hayatla mücadele etmektedirler. Kadınlar duldur; kocaları ya ölmüş ya da onlardan ayrılmışlardır. Kadınların yanında, çoğu erkek olan, beceriksiz ve sorunlu çocuklar vardır. Dolayısıyla, kadınlar hem dünyayla hem de çocuklarıyla başa çıkmak zorundadır. Ancak, O’Connor’ın feminist eğilimleri olduğu ve kadınları yücelttiği sanılmamalıdır. Zaten O’Connor’ın kötümser, gotik dünyasında kimse yüceltilecek denli şanslı değildir. Bu beceriksiz çocukların kimilerinin, üniversite hocası, doktora sahibi ya da sanat meraklısı entelektüeller oldukları düşünülürse, aslında O’Connor’ın Güney toplumuna dair bir başka eleştiriyi de dile getirdiği görülür: Güney toplumunda entelektüellere yer yoktur.

Aynı eleştiri okları din adamlarına da yöneltilir. Dinî metinler kaleme alacak kadar dindar olan O’Connor bir an için bile vaaz vermeye, din övgüsü yapmaya kalkmaz. Güney insanları için “Güney kafayı Hristiyanlıkla bozmuştur ama hiç de Hristiyan değildir” diyen yazar, dindar geçinen kötü karakterler yaratmıştır. “Kutsal Ruh’un Tapınağı”nda dinî eğitim alan dört karakter vardır ve dördü de birbirinden böndür. Aynı öyküde panayırdaki dinî bir gösteriyi yasaklatan rahiplerden söz edilir çünkü gösteride bir hermafrodit bedenini izleyicilere göstermektedir. “Kalıcı Ürperti”de ölmek üzere olan bir genci huzura erdirmek için gelen Cizvit rahip düpedüz terbiyesiz ve inciticidir. “Vahiy”deki Tanrı’ya kendini zenci olarak yaratmadığı için sürekli şükreden dindar ve, kendi deyişiyle, “neşeli” kadın, inancı sorgulandığı ilk anda Tanrı’ya sırtını döner ve Tanrı’ya “Eğer süprüntüleri daha çok seviyorsan, o zaman git kendine süprüntü bul” (Her Çıkışın Bir İnişi Vardır, s. 201) diye söylenir ve sonra da “Kendini kim sanıyorsun?” (s. 202) diye çıkışır. İki kitapta da uhrevi aydınlanma yaşayan tek kişi dini inancı bir kadına duyduğu aşkla bulan, bedeninin ön tarafı tamamen dövmelerle kaplı inançsız bir adamdır.

O’Connor öyküleri Güney’in kırsalında geçtiği için elbette buram buram ırkçılık kokar. Sadece Güney’de zenci olmaya dair tek bir öykü yoktur ama karakterler hemen her öyküde zencilere dair önyargılarını dile getirir. Ya ırkçı annesini sinir etmek için zencilerle konuşmaktadır, ya da zenci çalışanlarla Avrupalı göçmen işçileri karşılaştırmaktadır, ya da niyeti hiç de öyle değilken zencilere aşağılayıcı hitaplarla seslenmektedir. Öykülerdeki ana tema zencilerle ilgili olmadığı hâlde, ırkçılığın bu kadar çok dile getirilmesi aslında durumun vahametini yansıtmaktadır. Irkçılığın utanılacak, ayıplanacak bir durum değil de sıradan beyaz için bir norm olduğunu gösterirken Güney’deki ırkçılığın ne kadar yaygın olduğunu da apaçık ortaya koymaktadır.

O’Connor öykü sanatına ve Güney edebiyatına kafa yormuş bir yazardır. Sadece öykü yazmakla kalmamış, düzyazı ve eleştiri yazılarında edebiyatın amacına, öyküde ele alınacak konulara ve geleneksel gerçekçi edebiyatın zafiyetlerine dair saptamalarda bulunmuştur. Öyküde her bir kelimenin işlevsel olduğunu düşünen yazar, yazdığı her bir kelimenin yarattığı kurgusal gerçekliği inşa etmekte gerekli olduğuna inanan yazar, dolayısıyla, okurundan ciddi bir okuma uğraşı beklemektedir. Bu uğraşı gösteren okur her bir kitapta, her bir öyküde uğraşısının karşılığını fazlasıyla alacaktır.