"Her an dinlenebiliriz ve bunun farkındayız..."

Peter Szendy: İşitsel gözetim bugün küresel bir olguya dönüşmüş durumda. Durmaksızın yeni örnekleri ortaya çıkarılıyor. Bugün gizlice dinlendikleri için şikayet edenler, ertesi gün diğerlerini dinletiyorlar

Gündelik yaşamlarımızın parçası hâline gelen teknolojinin sunduğu imkânlar arasında, kabul edelim ya da etmeyelim, her an ve her yerde dinleniyor olmak da var.
Dinleme aygıtları ve teknikleri mükemmeleşirken iktidar sahipleri dahil herkes artık dinlenebilir hâle geldi ve geliyor. Türkiye yakın tarihinde tapeler, dinleyenin ve dinlenenin birbirine karıştığı çetrefil bir iktidar aygıtını gözlerimiz önüne sereli birkaç yıl oldu.
 
Fransız filozof ve araştırmacı Peter Szendy popüler müzikten operaya, casusluk filmlerinden Kafkaesk kurguya pek çok alanda "kulak kesilerek", "kulak vererek" ya da "dört kulak" dinlemelerin izini sürdüğü bir dizi çalışmayı geçtiğimiz yirmi yıl içerisinde önce Fransa'da ve ardından İngilizce konuşulan dünyada okuyucuya sundu. Bu çalışmaların en önemlilerinden Sur Ecoute, Üstdinleme - Casusluğun Estetik Tarihi başlığıyla, Can Yayınları alt markası Tellekt'ten yayınlanmışken, Szendy ile çalışmalarının kapsamını, temas ettiği felsefî ve siyasal soruları değerlendirmek için bir araya geldik.

Çalışmanız felsefî, müzikolojk ve politik meselelerle ilgilenen Anglofon bir çevrede yankı uyandırdı. Kitabınızın son yıllarda bu alımlanışı konusunda neler düşünüyorsunuz ? Kitabınızla tanışacak Türkiye okuruna neler söylemek istersiniz ?

İşitsel gözetim  bugün küresel bir olguya dönüşmüş durumda. Durmaksızın yeni örnekleri ortaya çıkarılıyor. Bugün gizlice dinlendikleri için şikayet edenler, ertesi gün diğerlerini dinletiyorlar. Türkiye’yle ilgili gazetelerden öğrendiğim yakın dönem birkaç örnek vermek gerekirse: 2014’te, bir yıl önce Angela Merkel’in Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı tarafından gizlice dinlenmesine karşı çıkan Almanya, Ankara’da casus bulundurmakla suçlandı; yine 2014 yılında, Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, oğlu Bilal’le arasında geçen konuşma büyük bir yolsuzluk skandalının çıkış noktası oldu; daha da yakın zamanda, Ekim 2018’de, İstanbul’daki Suudi Arabistan elçiliğinin dinlenmesiyle birlikte, sürgündeki Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayeti hakkında önemli bilgiler ortaya çıktı. 

Bu olaylar öylesine yaygınlık kazandı ki, panakustik diye adlandırdığım genelleştirilmiş bir üstdinleme olasılığı herkes tarafından içselleştirilmiş gibi, artık kimseye şaşırtıcı gelmiyor. Her birimiz her an dinlenebiliriz ve bunun farkındayız. Ama denetleme tekniklerinin genelleştirilmesinin kendi açıkları var, dinleme gücünü elinde bulunduranların aleyhine işleyip karşılarına çıkabiliyor.  Bu tersine işleyiş, üstdinleme ve iktidar arasındaki belirlemeye çalıştığım bağlantıların uzun tarihinde sıkça rastlanan meselelerden, kumarlardan biri zaten.

İşitsel gözetim küresel bir olgu demiştim, ama her seferinde özgül bir bağlam ve bir dil içinde yer alıyor. İşitsel gözetimi, iktidarı ve bu ikisinin suç ortaklıklarını, girişikliğini adlandıran Türkçe sözcükler arasında atılmış tüm o sözlüksel ve etimolojik düğümlere ulaşabilmeyi çok isterdim. Bildiğim diller arasında şaşırtıcı tersine dönüşler var: Fransızcada “sur écoute” (“dinleme üstünde” olmak) deniyor örneğin, ama İtalyancada “üstünde” edatı anlam değiştiriyor ve “altında” anlamı alıyor: sottoascolto (“dinleme altında” olmak).

Üstdinleme’de, analiz ettiğiniz bu “dinle(n)me fantezisi”ne (casuslar tarafından dinlenme, denetlenme fantezisi) maruz kalmış olarak bizzat kendinizi ortaya koyduğunuz ilk sayfalarda, “kör olana kadar okuduğunuzu”, kapınızı kilitleyip okumalara daldığınızı anlatıyorsunuz.  Hakikat-sonrası üstüne yakın dönem tartışmalarda yeniden önem kazanan felsefedeki dilsel dönemeçle ilişkiniz hakkında neler söyleyeceksiniz?

Her gün fake news ve hakikat-sonrası diye adlandırılan meseleler etrafında dönen hararetli tartışmalar yeni değil. Hakikatin bir söyleme biçiminden başka şey olmadığı –dili belli bir biçimde kullanmanın ve ona bazı şeyler yaptırmanın sonucu olduğu– fikri eski bir fikir. Yeni olan, bu fikri siyasî bir davanın hizmetine sunmak üzere kullanılabilecek teknik olanakların gücü. Sözcüklerin gerçeği oluşturma (onu üretme ya da kurgulama) gücü, hedefleme, indeksleme, verilerin derlenmesi ve depolanması (data mining –veri madenciliği–) gibi teknolojilerle, özetle, genelleştirilmiş denetlemeyle aynı teknik konfigürasyona sahip teknolojilerle birlikte on katına çıkıyor.

Fake news ve hakikat-sonrası üstüne tartışmaları “dilsel dönemeç” diye adlandırılan olguya dayandırmakta kesinlikle haklısınız. Aslında, bunların soyağacını zamanda çok daha geriye giderek, Jacques Derrida’nın önerdiği gibi, bir Yalan Tarihi yazmaya girişerek izlemek gerek. Linguistic turn deyişi, bildiğiniz gibi, öncelikle, 1967 yılında Richard Rorty yönetiminde Birleşik Devletler’de basılan kolektif bir kitabın başlığı olarak popülerlik kazanmıştır: “Felsefî meseleler, özellikle de bilgi ve hakikatle ilgili meseleler (epistemik meseleler) dilsel meselelerdir” (philosophical questions are questions of language) görüşü, bu kitaba katkıda bulunan Wittgenstein takipçilerinin çıkış noktası olmuştur. Derrida’nın aynı dönemde yayımlanan ilk yazılarıyla birlikte, kaynakları Wittgenstein’a değil Nietzsche’ye dayanan, bir Avrupa ya da kıta “dilsel dönemeci” diye betimlenebileceğimiz dönüşüm ortaya çıkar. Yalan haber (fake news) ve doğrulama (factchecking) demişken, akla ister istemez Nietzsche’nin Tan Kızıllığı’nda, olguların (facta) üretilmiş kurgular (ficta) olduğunu söylediği o unutulmaz satırları geliyor: “Facta! Evet, facta ficta! Tarihçinin, gerçekte neler olduğuyla işi yoktur, o yalnızca varsayılan olaylarla ilgilenir...” Ve Nietzsche “dünyanın sözde tarihi, varsayılan eylemler ve onların varsayılan sebepleri üstüne görüşlerdir,” diye ekler, tıpkı “akıl almaz gerçeğin derin sisleri üstünde süzülen hayaletler” gibi.

Nietzsche’yi anmamın nedeni, geliştirmeye çalıştığım dinleme ve iktidar düşüncesinde merkezî bir rol oynuyor olması. Az çok bir üçleme oluşturan üç kitapta da mevcut. 2001’de yayımlanan Écoute, une histoire de nos oreilles [Dinleme, Kulaklarımızın Bir Tarihi] üzerinde konuştuğumuz, 2007’de Fransızca yayımlanan Üstdinleme; ve 2013’te yayımlanan À coups de points. La ponctuation comme expérience [Nokta Darbeleri. Deneyim Olarak Noktalama]. Bu üçüncü ciltte, Nietzsche’nin Putların Alacakaranlığı’nın önsözünde betimlediği biçimiyle dinleme meselesinden çokça söz ediliyor. Nietzsche’deki anlamıyla dinlemeyi özellikle vérifiction (Fransızcada “doğrulama” anlamına gelen vérification sözcüğüyle oynayarak, kurgu verilerin doğrulanışı ya da doğrulamanın kurgusallığı gibi anlamlara gelebilecek véri-fiction sözcüğünü üretiyor Ç.N.) adını verdiğim paradigmayla tanımlamayı çok isterim, yani Nietzsche’nin dediği gibi “sessiz kalmak isteyeni” konuşur hâle getirmenin kurgusal –belki de olgusal demeliyiz– bir biçimi.

Bu noktada, dünyanın bütüncül imgesi (Benjamin’deki) ile bütüncül metinselliği (Derrida’daki)
arasındaki etkileşmeyi nasıl ifade edebiliriz?

Sanırım bir yandan Derrida’nın Gramatoloji’deki, çoğu zaman yanlış anlaşılmış şu ünlü sözüne gönderme yapıyorsunuz, “metin-dışı yoktur”: Bu formül bir kitapta ya da kütüphanede kapalı kalacağımız anlamına gelmez kesinlikle, tam tersine, dünyanın, gerçeğin, zaten bir metnin yapısına, başka bir deyişle izlerden izlere giden sonsuz bir dizi göndermenin yapısına ya da örülüşüne sahip olduğunu ifade eder. Öte yandan, Benjamin’in 1929 yılında gerçeküstücülük üstüne bir makalesinde yer alan şu sözünü anıyor olmalısınız: “ yüzde yüz imgeyle karşılanmış bir uzam”, aralarında boşluk, küçük aralıklar dahi olmayan imgelerle bütünüyle dolmuş bir uzam. Bu son fikir, yakın zamanda yayınladığım, imgelerin ekonomisi ve dolaşımını konu alan bir kitapta, 2017’de çıkan Supermaché du visible’de [Görünürün Süpermarketi] beni epeyce meşgul etti.

Burada bir anlamda medyum ya da medyalar üstüne üretilmiş düşüncelerden ikisi söz konusu olsa da, bu felsefî varsayımlar ya da tavırlar her anlamda birbirine karşıttır. Derrida’nın bahsettiği metnin-kökenliği, yani architexte  kavramı bir anlamda farklılık gösterenin, ötelenenin, sapmanın, dolaylımlamanın genelleştirilmesidir. Benjamin’deki o doymuş ikonik uzam ise dolaysız olandır, eylemle temsilin (söylem ya da imge) kusursuzca çakıştığı andır; kısacası, devrimci deşarj anıdır (imge ya da söylem doğrudan eyleme dönüşürler). Yine de, Benjamin ve Derrida’ya özgü bu tavırların indirgenmez farklılıkları üzerinden yöneldikleri noktaysa, psikanalizi idareli kullanarak siyaseti düşünemeyeceğimiz fikridir. Benjamin, devrimi, Freud’un kuramlaştırdığı enerji deşarjı modeli üzerinden tasarlar; Derrida ise Freud’un “sihirli tahta”sını okuyuşundan 2000 tarihli États d’âme de la psychanalyse’e [Psikanalizin Ruh Hâlleri] kadar siyasî karar ve sorumluluk kavramlarının oluşturulmasında psikanalizi sürekli dikkate almıştır.

Böylesine karşıt ama bir o kadar da kesişen bu iki düşünceyi bugün birlikte yankılandırmak gerek – bunu yer yer deniyorum. Bugün, yani genel metinselliğin ve ikonik doymuşluğun yeni bir yüz edindiği dönem, kısaca internet ve Instagram dönemi.

Aristoteles, Batı düşüncesinin kurucu ve kanonik yapıtı Metafizik’in (meta ta phusika) ilk satırlarında, görsel duyunun bilgiyle ilişkisi içerisinde bir “arzu” ve “fazlalık”tan bahsedilir. Batı felsefesi kanonunu açan bu sözler aynı zamanda diğer ortamların ya da medyanın  sınırlanışı ve kapanışını da ifade eder.  Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Üstdinleme’den L’Apocalypse-cinéma’ya, yapıtınız bu kısıtlayıcı ve kurucu tavrın ihlâli olarak ele alınabilir mi ? 

Evet, başlangıçtaki bu tavır sarsıcıdır: “Her insan, doğası gereği, öğrenme arzusuna sahiptir”, diye yazar Aristoteles, “duyuların yol açtığı haz bunun bir kanıtıdır.” Ve hemen ardından ekler: “hepsinden çok da görsel duyuların.” Aslında bir bakıma, Batı metafiziğinin kanonik inşası, görmenin diğer duyular üzerindeki üstünlüğünü ortaya koyarak açılır. Ama aslında işler biraz daha karmaşıktır çünkü birkaç satır sonra Aristoteles şunları söylemekte beis görmez: “Öğrenme yetisi varlığa, belleğe ilaveten bir de işitme duyusuyla donanmış olan varlığa aittir.”

Aslında işitme ve görme duyuları arasında her an yeniden oluşmaya hazır o karşıtlığı boşa çıkarmayı deniyorum. Çünkü bizim metafizik mirasımız özünde  birinin diğerine üstünlüğünde değil muhtemelen karşıtlıklarda yatar. Ben, işitmenin kucaklayıcı ve silahsızlanmış konukseverliğini görme duyusunun baskın şiddetine yeğleyen söylemlere imtinayla yaklaşırım örneğin. İşte bu nedenle panakustik ile, bir gücün kullanımı olarak dinleme meselesiyle bu kadar ilgileniyorum. Ama imgeyi çözümlediğimde (L’Apocalypse-cinéma’daki gibi film imgesi olsun ya da Le Supermarché du visible’deki gibi genel bir imge olsun), onu diferansiyel zamansallığı içerisinde, deyim yerindeyse ritmik soluklanışı içerisinde ele alıyorum.

Tıpkı dinlemek gibi, görmek de aynı zamanda temel olarak cümle kurmaktır: Gözlerini kırpıştırarak nokta koymaktır örneğin.

“Disonans” (ses kakışması) teriminin Üstdinleme’nin kuramsal kompozisyonunda önemli bir yer tuttuğu öne sürülebilir mi? Metnin diğer ana terimleri neler olabilir?

Disonans, evet, Üstdinleme’de çok önemli bir kavram. Ama müzikteki o alışılageldik anlamıyla disonanstan söz etmiyorum. Ses kakışımına yol açan şeyi bir akort ya da melodik bir motif olarak değil, dinlemenin kendisi olarak düşünmeyi deniyorum. Başka bir deyişle: Bir müziği ya da disonans içeren sesliliği –bunları, nasıl desem, ses kakışımı olmaksızın, yani kendisiyle uyumlu ya da kendi içinde huzurlu, kendisine odaklanmış bir dinlemenin ahengi içerisinde– dinlemek söz konusu değil burada. Disonansı dinlemenin merkezine oturtmak, split hearing (bölünmüş dinleme) diye adlandırdığım durum uyarınca (sinemadaki split screen –bölünmüş ekran– gibi) bu disonansı her biri kendi adına dinlemeye koyulan ve ilk elden birbirine bağlı bir çift oluşturmayan iki kulak arasından geçirmek demektir.

Böylece disonansı (dinlenen nesneden çok) dinlemenin içine dahil edersek, iki kulağın uyumlu birliğini kırarsak, dinlemenin her zaman için az çok kendisi olduğunu, kendine döndüğünü düşünmeye başlayabiliriz. Dinleme öne geçer, kendisine geç kalır. Daha doğru bir ifadeyle, dinleme, dinleme olmak için, her zaman ikizleşmeli, yani kendisine kulak verebilmelidir. Kafka’nın o inanılmaz anlatısı Yuva’nın verdiği büyük ders budur.

Dinlerken kendini dinlemek: “Üstdinleme’deki” “üst” öneki, dinlemenin bu ikiye katlanışını, dinleme ediminde el arttırmayı ifade etmeye çalışıyor. Bir diğer ana terim de işte bu önek ya da edat olabilir, “üst”, dinlemeye dair üçlememin üçüncü cildinde, "üstnoktalama"dan söz ettiğim À coups de points’da da merkezî bir rol oynuyor.

Müzikolog olarak mesleğinizin bugünkü durumu nedir? Müzikolojiden felsefeye giden nasıl bir katkıdan söz edebiliriz?

Cümlede cümleye aktarılmış olanı, deyim yerindeyse cümlelenmiş olanı çözümlemeyi müzik öğretti bana. L’Apocalypse-cinéma’da (bu kitapta yine Nietzsche’den alınmış bir deyimle, “yutulmuş bir çağın dili” olarak müzik söz konusu) ve À coups de points’da (burada cümlelenmiş olan kavramı sürekli dönüp geliyor) serimlenen düşüncenin yörüngesine önemli ölçüde katılıyor olsa da, müzik, 2008 tarihli Tubes’den beri çalışmalarımda merkezî bir konumda değil. Le Supermarché du visible’de bile, resim dosyası uzantıları (jpeg, png, mp4…) ve bunların ikonomi adını verdiğim kavram çerçevesindeki rolü üstüne düşünceler, sese adanmış çalışmalardan, benim için gerçek anlamıyla müzikolojiden temelde hep daha ilginç olmuş sound studies alanından geliyor.

Değinmek istediğim bir başka nokta da beden sorunu. Çağdaş Fransız felsefesi –Derrida, Deleuze ve Foucault’dan Stiegler, Nancy, Chamayou ve diğerlerine– bu merkezî olmakla birlikte muğlak ve panik uyandıran soruna dayanıyor sanki.

Bedenin çağdaş Fransız felsefesinde ayrıcalıklı bir motif oluşturması olasıdır –siz bunu görece bir mesafeden, benden daha iyi görüyor olmalısınız. 2002 yılında yayımladığım Membres fantômes — des corps musiciens [Hayalet Uzuvlar – Müzisyen Bedenleri] başlıklı bir denemede, ben de bir kez daha, çok Nietzschevari bir biçimde, müziğin onları ürettiği biçimiyle organlardaki –parmaklar, ayaklar, akciğerler– kurgu-etkisi meselesini araştırmayı denedim. Çünkü müzisyenin organik bedeninin ve enstrümanın tınlayan bedeninin birbirlerinden önce var olmadıkları ama karşılıklı ve süreğen bir var etme sürecinde, etkili bir kurgu, etkileri gayet gerçek bir kurgulama olan birleşik bir üretim içerisinde birbirlerini ürettikleri varsayımını –bunu müziğin ötesine de taşıyarak genelleştirebiliriz– savunuyorum. Bedenin bir kurgu olduğunu söylemek, onun gerçekliğini bütünüyle yadsımak anlamına gelmez, hatta tam tersine, bu onun süreğen bir dönüşme içinde olduğunu, kendisini durmaksızın kurguladığını ve yeniden kurguladığını söylemektir. Dönüşüm hâlinde olma gerçek olmanın da koşuludur.

Noktalama sorunu beden sorununa bağlı mı? Noktalama kuramınızın siyasî bir boyutu olduğu söylenebilir mi?

Noktalamayı konu alan kitabım À coups de points, bedenin hemen işin içine girdiği bir sahneyle açılıyor: Martin Scorsese’nin Raging Bull filmindeki boks maçını çözümlüyorum. Nokta (point) için kullanılan Yunanca stigmê sözcüğünün, damgasını vurmak, deride iz bırakmak ama aynı zamanda berelemek, morartılarla kaplamak anlamlarına gelen stizein fiilinden türediğini anımsatıyorum. Kitabın bu çıkış noktası –Çehov, Laurence Sterne, Hegel, Lacan vb’den geçen uzun bir güzergâhın ardından– noktalamanın açıkça siyasî boyutlarını araştıran bir bölüme açılıyor. Troçki’nin Rusya’da 1905 yılı üstüne söylediklerini aktarıyorum: Moskova’da bir matbaanın çalışanları greve gitmişlerdi, diye anlatıyor, “noktalama işaretleri dahil bin karaktere dayalı maaşlarında artış istiyorlardı.” Troçki hikâyesini şöyle bitirir: “Ne eksiği ne fazlası olan bu ufacık olay sonuçta tüm Rusya’da genel bir siyasî greve yol açtı; noktalama işaretleriyle işe başlanmıştı ve en nihayetinde mutlakiyet yerle bir edilecekti.”

Dinlemenin ya da bakışın, genel anlamda duyunun merkezinde yer alan bu noktalama hareketinin, karar ve sorumluluk için en belirleyici alan olduğunu felsefî olarak kanıtlamaya çalışıyorum.