Her şey aşırı gürültülü bir şekilde aydınlandığında o buradaydı

Jonathan Safran Foer’in metinlerinde bir olaya gülmek, aynı zamanda o olayı anlamaktır da...

17 Ekim 2019 09:00

Sözel kültürün ürünleri olan mitolojilerde, destanlarda, efsanelerde ve masallarda anlatıcının hünerine koşut bir biçimde zaman ve mekân görecelidir, değişime açıktır. Bu sayede, kolektif bilinçdışına hitap eden bu anlatılar kültürel dönüşümle koşut bir biçimde değişebilerek evrensel olmayı başarmıştır. Modern roman ise görünüşte paradoksal ama daha zekice bir yöntem izleyerek, zamanı ve mekânı belirli kılmış, ancak bütün yaşamı roman kahramanlarının bakış açısından yansıtarak bir anlamda kültürlerarası yolculuğu olanaklı hâle getirmiştir.[1]

Jonathan Safran Foer metinlerinde roman sanatının tam da bu yönünü öne çıkararak, modern romanın en güçlü olduğu alana anlatısını yerleştirmiştir. Bu sayede, farklı görüşlerin kesiştiği dinamik anlatı evreninde komiğin içindeki trajediyi ya da acının içindeki mizahı görünür kılmayı başarmıştır. Foer’in romanlarında her karakter cereyan eden bir olayı kendi penceresinden bazen dili bozarak, bazen bir çeşit işaret dili kullanarak, bazen yazarak, bazen bize bir fotoğrafı göstererek ya da onu eğip bükerek, bazen sadece susarak anlatır. Gerçek, bir yapboz misali karakterlerin parçalı hakikatlerinden oluşmaktadır.

Foer henüz 25 yaşındayken yayımlanan Her Şey Aydınlandı romanıyla 2002 yılının en çok konuşulan yazarı olmuştu. Sansasyonlara her zaman ihtiyaç duyan Amerikan edebî dünyası için kelimenin tam anlamıyla o yılın yıldızıydı. Kendi deneyimlerine göre yazdığı tuhaf, komik, yer yer acıklı romanının iki anlatıcısı vardı. İngilizceyi kendine has üslûbuyla ama oldukça tatlı konuşan ya da konuşamayan Ukraynalı Alex ile İkinci Dünya Savaşı sırasında büyükbabasını kurtaran kadını aramak için Ukrayna’ya giden ve elinde sadece kadının tek bir fotoğrafı olan Amerikalı Jonathan. Jonathan Ukrayna’dayken sakar ama coşkulu Alex onun tercümanı olacak ve geçmişe yapacakları komik ve gizemli yolculukta bu ikiliye Alex’in büyükbabası ve onun asabi ve azgın köpeği de eşlik edecekti. Bu kurgusal anlatı yazarın kendi köklerini araştırmak için Ukrayna’ya yaptığı gerçek bir yolculuğa dayanmaktaydı. Romanda Alex’in Amerikan kültürüne ve İngilizceye duyduğu ilgi ve yabancılık, Jonathan’ın kendi geçmişine duyduğu ilgi ve yabancılıkla koşutluk oluşturmuştu.

Foer henüz ilk romanıyla bundan sonraki edebî evreni hakkında ipuçları vermişti. Her Şey Aydınlandı romanında yaşanan hiçbir hikâye tam anlamıyla sonlanmamış, sadece günümüze düşen izdüşümleri bağlamında değil, aynı zamanda karakterlerin geçmişi hatırlayış şekilleriyle de her olay daima akmaya ve değişmeye devam etmiştir. Hikâyeler onları dinleyecek kulaklar buldukça çeşitlenmekte; savaş, aşk, yalnızlık, direniş her defasında farklı bir detayla zenginleşerek ortaya çıkmaktadır.

Roman her ne kadar, tarihte Pogrom adı verilen katliamları anlatıyor olsa da, içinden çıktığı Yahudi cemaatiyle de tatlı tatlı dalgasını geçebilmektedir. Geçmiş yüzyılda, başını Philip Roth’un çektiği Yahudi yazarların cesurca açtıkları alana, Foer 25 yaşında girme rahatlığı ve gözüpekliğini gösterebilmiştir. Bundan sonraki edebî yolculuğunda da Foer’in karakterleri için Yahudi cemaati ve onların ritüel ve normları hem mücadele ettikleri ve aşmaya çalıştıkları bir eşik, hem de bir tür korunaklı alan sağlayan kültürel bir şemsiye görevi görmüşlerdir. Bu nokta Roth’un keskinliğinden Foer’in metinlerinin ayrıldığı yerdir. Philip Roth içinden çıktığı kültürü sertçe, yer yer öfkeyle eleştirerek çubuğu tam tersine bükmüş, Foer bir anlamda çubuğu düz hâline yaklaştırmıştır. Foer’in mizahında öfkeden ziyade daha çok şefkat vardır. Roth ve Bellow savaş sonrası cemaatten uzaklaşan bireyin yalnızlığını ve anlam arayışını anlatırken, Foer kendi kuşağını, büyük acılar çeken anne ve babalarını anlamaya davet etmektedir. Tamam, bu anne ve babalar çoğunlukla baskıcı, dırdır eden, yeniliğe kapalı insanlardır. Ama nedenleri vardır. Üstelik komiktirler. Foer’in metinlerinde bir olaya gülmek, aynı zamanda o olayı anlamaktır da.

Foer ilk romanından üç yıl sonra, bu sefer Amerikan tarihinin en travmatik olaylarından biri kabul edilen 11 Eylül saldırısını merkeze aldığı Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın adlı romanıyla yeniden gündem olur. “Daha acılar çok tazeyken 11 Eylül hakkında yazmak bir yazar için risk değil mi? sorularına Foer, “Bir yazar için asıl risk kendi çağında gerçekleşen böylesi bir olayı yazmamaktır,” diye cevap verecektir. Foer’in romanında, 11 Eylül saldırısı sonrası Amerikan hayatı, hayal gücü fazlasıyla gelişmiş dokuz yaşındaki Oskar Schell’in büyümüş de küçülmüş gözlerinden anlatılır. Babasını İkiz Kuleler’de kaybeden Oskar tüm roman boyunca bu kaybı anlamlandırmaya çalışacak, Oskar’ın bu arayış öyküsü bir anlamda Amerika’nın kaybolan masumiyetini arayışına dönüşecektir. Babasının gardırobunda bulduğu anahtarın uyacağı kilidi bulmak için Oskar, kendi hesaplarına göre kabaca 162 milyon kilidin olduğu New York sokaklarında dolaşmaya başlar. Elindeki tek ipucu anahtarı bulduğu zarfın üstünde yazan “Siyah,” kelimesidir. Böylece Oskar, buradan yola çıkarak New York’ta yaşayan “Siyah” soy ismine sahip insanları tek tek ziyaret etmeye başlar. Her bir ziyaretle farklı farklı hikâyeler toplayacaktır.

Edebiyatta çocuk anlatıcılar, uygun bir ses yakalanıp iyi işlenirse metin için oldukça vaatkâr olabiliyor, ancak o hassas ayar kaçarsa kolaylıkla metni içinden çıkılmaz bir hâle de sürükleyebiliyor. Jonathan Safran Foer, ilk romanında yaptığı yaratıcı dil oyunlarını bir kademe ileri götürerek bu kez bir çocuğun yaratıcı zihnine yerleştirmeyi ve biz okuyucularını da zeki bir çocuğun zihninde olduklarına ikna etmeyi başarıyor. Okuyucu hem Oskar’ın babasının oğlu için hazırladığı gizemi çözmeye çalışıyor, hem de dokuz yaşındaki anlatıcının zaman ve mesafe tanımaz zihninin dehlizlerinde gezmenin keyfini sürüyor. Oskar Schell karakteri, bazı eleştirmenlere göre öncülleri olarak görülen Holden Caulfield veya Huckleberry Finn’den oldukça farklı ama. Holden ve Huck yaşlarına göre erken gelişmiş ama gene de okuyucuların özdeşleşebileceği gerçekçi isyankâr karakterlerken, Oskar karakteri yaratıcı ve şiirsel fikirlerden oluşan, çağının alegorilerinin bir birleşimi âdeta. Masa başında üretildiğini gizlememekte. Belki de bu sayede birçok roman karakterinden daha samimi.

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın yaratıcı ve ilginç karakterleri, bazen görsel bazen bulmacayı andıran bölümleri ve zeki dil oyunlarıyla, trajik bir olayı ajitasyona kaçmadan işlemedeki hüneriyle parlak bir roman.

11 Eylül saldırısını anlatan ikinci romanından, belki de hayatın tuhaf bir simetrisiyle tam 11 yıl sonra Foer, bu kez oldukça hacimli olan Buradayım adlı yapıtıyla arzıendam eder. Bu sefer, ilk iki romanının aksine, sade bir metinle ve klasik anlatı geleneğine yakın bir tarzla karşımıza çıkar. Merkezinde mutsuz bir evliliğin olduğu romanda, bir Yahudi ailesinin dört nesli anlatılır. Birbirlerine olan ilgilerini iyice yitirmiş Jacob ve Julia üç çocuklarıyla birlikte Washington’da yaşamakta, hikâyeye yer yer Jacob’ın babası ve dedesi de eklemlenir. Hikâye genişledikçe tipik ailevi sorunlar, daha makro bir perspektife bürünecek ve bir aileye ait olma ile bir ulusa ait olmanın ve ikisinden de kaçmanın bedeli ve anlamı sorgulanacaktır. Aslında bardağı taşıran son damla olan ve sadece bir ihtimal olarak kalan aldatma olgusu tarafların evliliklerine daha gerçekçi bakmalarını sağlarken, Ortadoğu’da meydana gelen ve tüm siyasî dengeleri sarsan deprem sonucunda İsrail’in bütün Yahudilere evinize dönün çağrısı yapması ise karakterlerin bir ulusa ait olmanın ne demek olduğunu sorgulamalarına yol açacaktır. Foer, anlatısında modern bireyin en büyük açmazlarından olan kimlik çatışması üzerinde durmaktadır. Baba, eş, yazar, oğul, vatandaş gibi farklı kimlikleri olan Jacob hiçbirini layıkıyla yapamadığını düşünmektedir. Keza karısı Julia da aynı şekilde arada kalmıştır. Tüm kimlikler bir diğerinden vakit ve enerji çalmaktadır. Çocukları ise, genelde Foer’in romanlarında görmeye alışık olduğumuz üzere, oldukça zeki ve yaratıcı karakterler, ancak her çocuk gibi onlara göre hayatî olan bir yığın sorunla boğuşmaktadırlar. Romanın sonunda Jacob tam olarak istediği anlamda kimse için “Burada” olamayacağını anlar, ama ailesi için, sevdikleri için en azından buna çalışacaktır. Romanın sonunda, Jacob uzun bir süredir uyutulmasına karşı çıktığı yaşlı ve hasta köpeğine “Burada” olduğunu gösterir. Köpek huzur içinde sahibinin kucağında uykuya dalar. Ya da Jacob öyle olduğunu düşünmek ister.

Tevrat’taki kurban hikâyesinden adını alan Buradayım’ın,[2] Foer’in eşinden ayrılmasından sonra yazıldığından, tıpkı yazarın ilk romanı gibi otobiyografik özellikler taşıdığı düşünülmüştür. Yazar bu konuda kendisine gelen her soruya kararlı ve istikrarlı bir şekilde olumsuz yanıt verse de, romanın ana karakteri olan Jacob’ın yazar olması, Foer’in de kazandığı bir ödülü kazanması, bir dönem onun gibi televizyon için yazması ve boşanması, yazarın olumsuz yanıtından daha fazla veri sunmaktadır kuşkucu okuyuculara. Ama bu nokta yazarın medya tarafından yalan yanlış yaratılan personasına yeni bir rötuş eklemekten ileri gitmemektedir.

Söz konusu üç roman da özünde bir kendini keşfetme hikâyesidir. Kahramanlar A’dan B noktasına giderler, ama ne A’yı unuturlar ne de tam olarak B’ye ait olurlar. Bu nedenle B’den sonraki durakları hem A’yı hem B’yi kapsayan bir C’dir. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Kahramanlar başta kim olduklarını, hayattan ne istediklerini bildiklerini düşünürler. Ama ardından gelen bir katastrof, fiziksel ve her zaman buna eşlik eden bir zihinsel yolculuk her şeyi değiştirecektir.

Jonathan Safran Foer’in, bu üç romanın yanında kurgu dışı kitapları da var. 2009 yılında yayımlanan ve Türkçeye de çevrilen, özellikle, bu bir vejetaryenlik çağrısı değil, uyanış çağrısıdır, diye lanse edilen Hayvan Yemek adlı kitabıyla Amerika’da uzun süre gündem olmuş ve sadece hayvan öldürmenin etik yönünü değil, yiyecek endüstrisinin vahşiliğini de gözler önüne sermiştir. 2010 yılında deneysel bir çalışma olan Tree of Codes adlı kitabı, 1942’de Naziler tarafından öldürülen Polonyalı yazar Bruno Schulz’ın meşhur Krokodil Sokağı adlı yapıtından metin parçaları keserek oluşturulmuştur. Bu yıl çıkan ve odağında yeme alışkanlıklarıyla iklim değişikliği ilişkisi olan We Are The Wheather adlı kitabıyla iklim değişikliği sorununa bambaşka bir açıdan, tarihsel ve olgusal anlatıcılıkla kişisel anlatısını birleştirerek bakmış ve bireysel seçimlerin toplumsal sonuçlarına odaklanmıştır.

Jonathan Safran Foer hayata dışarıdan, yazıya içeriden baktığını söyleyen bir romancı. Oyuncu ve mizahî dilinin yanında biçimsel mimarisiyle de gerçekten ilginç metinler yazıyor. Foer’in metinlerinde kelimeler, hatta bazen harfler bir resmin renkleri gibi kullanılıyor. Özellikle ilk iki romanında, bazı bölümlerde biçim içeriğin bir hayli önünde. Denilebilir ki, buralarda Ekspresyonist bir ressam gibi davranır yazar. Tree of Codes adlı kitabında, yazar eli iyice yükseltmiş ve Hollandalı ressam Escher’in simetrisini hatırlatan bir çalışmaya imza atmıştır. Geleneksel anlatıyı arayan okuyucular için rahatsız edici bu durum, özellikle görsel kültürün içine doğan yeni kuşaklara edebiyatın esnek ve yenilikçi yönünü göstermesi bakımından değerlidir.

Foer, son romanı Buradayım ile aile, hafıza, yuva, din, ulus, ilişki, ölüm gibi temalara daha farklı ve genişleyen bir perspektifle bakmaya devam edeceğini gösterdi. Yıllar önce Princeton Üniversitesi'nde henüz birinci sınıf öğrencisiyken Joyce Carol Oates’tan yaratıcı yazarlık dersi alma şansını yakalayan Foer’e, Oates yazıyı ciddiye alması gerektiğini söylediğinde, aslında onun nerede olması gerektiğini de söylemiştir. Görünüşe göre Foer bu sözü tutmuş. Anlaşılan o ki, Jonathan Safran Foer uzun bir süre daha buralarda olmaya devam edecek.

 

 

 

 


[1] Ian Watt “Romanın Yükselişi” adlı yapıtında sözel kültürde kahramanların mitolojik ya da alegorik olduklarını belirtir. Bu da zorunlu olarak evrenselliği doğurmuştur. Oysa romanlar için belirli bireyler ve bu bireylerin yaşadığı zaman gereklidir. Roman bir anlamda zamanı bireyselleştirmiştir. Mitolojik ve dini zamanı (zamansızlığı) bırakıp, tarihi ve maddeci zamana doğru bir adım atmıştır. Watt görüşlerini Defoe, Richardson ve Fielding incelemeleriyle temelleştirir.

[2] Tevrat’taki İbrahim ve oğlu İshak’ın hikâyesinde İbrahim, oğlunu kurban etmesi için onu sınayan Tanrı kendisine seslendiğinde, “Buradayım,” der. İbrahim, oğlunu Moriah Dağı’na götürürken, İshak kendisine “babam,” diye seslendiğinde, verdiği cevap yine “buradayım,” olur. Foer böylesi bir cevabı her şeye hazır birinin cevabı olarak yorumlar.

Jonathan Safran Foer'in K24'ten Seçil Epik'in sorularını yanıtladığı söyleşiyi okumak için tıklayın