Çayanov despot Stalinizme göre en büyük günahı işliyor: etrafa şüpheyle bakan ve geçmişe (devrim öncesine) de hafiften bir nostalji duyan bir karakter yaratıyor. Hem şüphe hem de nostalji, karşı devrimcidir, ikisinin birleşimi ise, ölümcül bir günahtır...
07 Ocak 2016 14:20
Rus edebiyatı denilen şeyi herkes takdir eder ve sever, burası kesin. Rus edebiyatıyla da genellikle (belki Gorki hariç) Sovyet öncesi Çarlık Rusya’sının edebiyatı kast edilir. Yani, devrim sonrası Sovyet edebiyatı kanona dahil edilmez, devrimden sonra edebiyat olmamış gibi davranılır, Sovyet edebiyatı namevcuttur.
Türkiyeli okurun Rus edebiyatı algısı da aşağı yukarı böyledir. Bu algıda resmi “komünizm-karşıtlığı” ve “kızıl korku”nun payı tabii ki var. Ama Sovyet dönemi edebiyatı diye bir şeyin bilinmiyor olmasında Stalinist tek-tip kültür politikalarının da suçu var. Sovyet modeli “sosyalist gerçekçilik”e uymayan hemen her şey, Stalin dönemi ve sonrasında “karşı-devrimci” ilan edilip, yasaklanmıştı. Kültür politikaları konusunda baskı o kadar yüksekti ki “Sovyet edebiyatı” namına elde sadece halkın mücadelesini ve partinin üstünlüğünü konu edinen, “yeni Sovyet insanı”na methiyeler içeren birkaç metin kalmıştı (misal Ve Çeliğe Su Verildi). Böyle “propaganda” metinleri “edebiyattan” sayılıp kimsenin aklına yer etmedi tabii ki. Platanov, Zamyatin ve Kharmis gibi daha “hakiki” edebiyatçılar da Sovyet yönetimi tarafından yok sayıldığı için “Sovyet edebiyatı” sınıfına giremediler.
Aslında sadece edebiyatçılar değil, birçok ressam, sinemacı, müzisyen vesaire de “sosyalist gerçeğe” uymadıkları soyut, anlaşılmaz oldukları (burjuva sanatının özellikleri!) ve mevcut gerçeğe “şüpheyle baktıkları” gerekçesiyle yasaklanmıştı. Sovyetler’in (ve aslında birçok “devrim”in) en büyük handikapı kendini burada belli ediyordu: devrim yapılmış ve mutlak gerçeğe ulaşılmıştı, açık uçlu bir değişim (ya da sürekli devrim) olasılığı karşısında artık yapılması gereken tek şey “devrim muhafızlığı”ydı; yani devrimi “muhafaza” etmek için feci şekilde “muhafazakârlaşmak”tı. Mühim olan özgürlük değil, statükonun muhafazasıydı artık.
Bu yazının asıl konusu olan Aleksandr Çayanov da işte bu muhafızlık handikapının kurbanlarından biriydi. Ayrıntı’nın “klasik” dizisinden yayınladığı Biraderim Aleksey’in Köylü Ütopyası Ülkesine Seyahati adlı novellasında Sovyet düzenine şüpheyle bakan bir karakterin ütopik macerasını anlatan Çayanov da “karşı-devrimci” olduğu gerekçesiyle yargılanmış ve gönderildiği gulaglardan birinde ölmüştü.
Çayanov bu “ütopik” metninde despot Stalinizme göre en büyük günahı işliyor: etrafa şüpheyle bakan ve geçmişe (devrim öncesine) de hafiften bir nostalji duyan bir karakter yaratıyor. Hem şüphe hem de nostalji, karşı devrimcidir, ikisinin birleşimi ise, ölümcül bir günahtır.
Çayanov metinde bildik bir “ütopya” kurgusuna başvuruyor ve karakterini “ütopik” bir dünyada uyandırarak “mevcut” dünyayı kıyaslamalı olarak eleştiriyor: Thomas More’dan beri “klasik” eleştiri yöntemi. Romanın kahramanı Kremnev, Moskova sokaklarında dolaşırken, devrim-öncesi Rus yaşam biçimini ve devrim-öncesinde okuduğu kitapları hatırlar ve “suçlu anılar”ı kafasından kovmaya çalışır. Bir anının “suçlu” olması ne acayip bir şey değil mi? Tam bir distopya manzarası. Sonra Kremnev’i çalışma odasında görüyoruz. Bu sefer de Sovyetler’de artık hatırlanmayan bazı “ütopyacı” yazarları (mesela Herzen) tekrar okurken buluyor kendini. Ve klasik bir uyanış yaşıyor: “Kafasının alışılmış Sovyet gidişatının yarattığı hipnozdan kurtulduğu… sanısına kapıldı; farklı biçimde düşünmek olanaklıymış gibi görünüyordu.”
Yaşadığı uyanışın temeli şu: devrim artık devrimci olmaktan çıkmış, statükocu olmuştur, sürekli ve açık uçlu bir devrim anlayışının olmadığı bir devrimci “parti”nin yaratabileceği tek şey otoriter ve yasakçı bir rejimdir ve bu da devrimin çıkış noktasına terstir! Bu sıkışmış mevcut duruma (tıkanıp kalmış Sovyet ütopyasına) alternatif olarak, Kremnev kendini birdenbire (Herzen okurken) 1984 yılında (hayır, Orwell’le pek alakası yok) başka türlü bir “utopia”nın içinde buluyor.
Bu ütopyanın asıl belirleyici yönü, isminin çağrıştırabileceği gibi “şehir” yerine “kırsalı” (köyü) baz alması değil, katı ve kapalı bir iktidar anlayışı yerine, açık uçlu ve yatay bir toplum örgütlenmesi kurulmuş olmasıdır. Kremnev’in asıl yaşadığı zaman 1921, uyandığı ütopyanın zamanı ise 1984’tür. Aradan geçen bu zaman içinde her şey tersine dönmüştür: eski sistemin “karşı-devrimcileri” bir büyük devrim yapmıştır, eski sistemin kara listesindekilerin artık meydanlara anıtları dikilmektedir vesaire…
Müthiş bir devrim tasavvuru söz konusu burada. Ötekiler, eski sistemin “lanetlediği” daha özgür zihinler kendi devrimlerini yapmışlardır ve artık devrimin liderleri kendilerini birer bürokrat ya da muhafız değil, birer “sanatçı” olarak tanımlamaktadır. Ve bu yeni ütopyada estetiğe bir kısıtlama getirilmez. Antik Yunan eserleri de, Rönesans tabloları da müthiş bir ciddiyetle tartışılır ve bunlardan “keyif” almak birer “burjuva alameti” değildir. Yani, sanat ve edebiyat ve müzik ve diğer şeylerin kıymeti “ideolojik” bağlılıkla ölçülmemektedir artık. (Sovyetlerin bu estetik konusunda ne kadar baskıcı olduğunu hatırlamak için Maleviç’e yapılan “soyut” suçlamasını ve sonrasında Maleviç’in eserlerinin yasaklanmasını düşününün). Çayanov önderlerinin “sanatçı” olduğu, açık uçlu, sürekli değişen, siyasi ahlaka değil, düşünsel ve bedensel özgürlüğe yaslanan bir ütopya çizerek, yirminci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan özgürlükçü siyasi düşünürleri, misal Foucault’yu önceden görmüş gibi. Az buz bir şey değil.
Çayanov’un sadece siyasi vizyonundan değil, son derece ironik üslubundan da bahsetmek gerekiyor. Kitabın güçlü noktalarından biri de bu: Çayanov kendisiyle, kendi edebiyatıyla ve kendi karakterleriyle alay edebiliyor. Bu da kendisini despot bir siyasi ve edebi tavırdan uzak tutuyor. Kitabın bir yerinde Kremnev, “Ne yani şimdi ütopik bir kahraman mı oldum” diye sorarak kendisiyle dalga geçebiliyor. Ve Çayanov da şu tip bölüm adlarıyla ironisini keskinleştiriyor: “Üçüncü bölümün devamı olan ve sadece uzun bölümlerden kaçınmak için ondan ayrılan dördüncü bölüm.” Müthiş bir ironi! Sırf bunun için bile okumaya değer.