Arkadaşlığın poetikası

“Devrimciler ölür, devrimler sürer” şiarının tersine bir şey oldu. Devrimler öldü, arkadaşlıklar sürdü. Devrim kadar kıymetli olan şey yani...

02 Temmuz 2015 15:00

Öykücü, romancı değilim ama deneme yazdığım için kendimi edebiyatçı olarak niteleyebilirim. Sanırım. İnsan önce olmaya, sonra olmamaya çalışır. Yazıyı seviyorum, denemeyi seviyorum, daha doğrusu onu, yani yazıyı şiir gibi yazmayı seviyorum. Şiir yazar gibi diyeyim de yanlış olmasın. Fakat şiirde olsun, yazıda olsun, yazmayı en çok sevdiğim husus, “aşktan da üstün” bir şey olan yoldaşlık ve arkadaşlık. Yazdım da.

Öte yandan yalnızca edebiyatta değil, sinemada, tabii hayatta da, okumayı, izlemeyi ve yaşamayı en çok sevdiğim, istediğim duygu da bu oldu. Hâlâ en sevdiğim filmlerin başında tam bir arkadaşlık destanı olan ve hâlâ her izleyişimde bir gözyaşı nehrine engel olamadığım Geceyarısı Kovboyu (Midnight Cowboy) gelir. New York’ta biri jigolo, biriyse yoksul bir dolandırıcı olan iki arkadaşın yakınlığı ve sonunda birinin ölümüyle biter film. John Schlesinger’in filminde iki yakın arkadaşı Dustin Hoffman ve Jon Voight oynamışlardı. 1969 yapımı film 68 ruhunu en iyi yansıtan yapıtlarından biri olarak da görülür. Filmin sonunda şehirlerarası otobüs koltuğunda jigolo arkadaşının kucağında ölen yoksul dolandırıcı, sanki benim kucağımda can vermiş bir arkadaşım, yoldaşım gibidir. Filmi her hatırlayışımda böyle hissederim. Duygusu insana bir gerçeklik olarak geçen yapıtlardan. Beni arkadaşlığa başlatanlardan aynı zamanda da.

Bu film arkadaşlık üzerine bir ağıttı ama ben yalnız izlemiştim. Şimdi yerinde koca bir diş gibi sızlayan bir boşluk bırakarak. Hayır, elbette yapısal bir boşluk değil, yalnızca, ne önemi varsa ayrıca, benim çocukluğumdaki yerini terk etmiş olarak. Bütün bunların yaşandığı yer Eskişehir Köprübaşı’ndaki Kılıçoğlu sinemasının yokluğu üzerine söylenmiş şeylerdir. Bana filmlerle arkadaş olunabileceğini öğreten, yaşatan mekân. Bir ‘mekânın poetikası’ndan söz etmek, elbette onda çocukluğumuzu, anılarımızı, düşlerimizi, yaralarımızı, incinmişliklerimizi, yalnızlığımızı, aşklarımızı, ezcümle bunların anlam arkadaşı, yoldaşı olan edebiyatı, sanatları, şiiri de işin içine katmaktır ki, öyleyse arkadaşlığın poetikasından, arkadaşlığın büyük şiirinden söz etmemek için de hiçbir nedenimiz kalmaz.

İnsanın başyapıtı

Bu filmden önce, belki de aynı yıllarda bizim kuşağın severek okuduğu Romen yazar Panait Istrati’nin sanırım tüm kitaplarını Varlık yayımlıyordu, daha sonra Yankı Yayınları’ndan da çıkacaktır Istrati’nin kitapları. Balkan gerçekliği, ruh, coğrafya, iklim, insan, kültür yakınlığı gibi nedenlerle sanırım, bir de Sait Faik’e benzetilmesine karşın benim daha çok Orhan Kemal, Sait Faik arası bir yazar olarak gördüğüm Istrati, Türkiyeli okurun sevdiği bir yazar oldu. Ben de sanırım Türkçede yayımlanan kitaplarının hemen tümünü okudum. Küçük insanların büyük hikâyeleri. Bunlardan Baragan’ın Dikenleri adlı roman sözgelimi, yoksul bir satıcı olan babanın oğluyla çıktığı bir yolculuğun hikâyesidir. Yolculuk dediğim, küçük oğlunun babasıyla ilk kez işe çıkması. Şimdi okusam ne düşünürüm bilemem ama, kitaplar da “ilk bakışta aşk” değil midir, sonra başka aşklar olur kuşkusuz ama, ilk bakışlar, ilk aşklar, ilk kitaplar başkadır. O yolculuğu da baba- oğul arasındaki bir arkadaşlık olarak hatırlıyorum. Ama tabii Istrati’nin arkadaşlık üstüne destanı, Mihail adıyla da bilinen ve Türkçeye Arkadaş olarak çevrilen romanıdır. Bu kitaptan Bertan Onaran çevirisiyle bir bölüm alıyorum, ve bu paragrafın arkadaşlık üstüne yazılmış en güzel parçalardan biri olduğunu düşünüyorum: “Yeryüzünde yalnızca herkesin kendi hesabını ödediği meyhane dostluğundan başka dostluk yok mu yani? İnsan alırken de verirken de karşılıklı olarak aynı sevinci duymaz mı?” cümleleriyle başlar bu bölüm ve “sevginin bu türlüsünün, Tanrının hiçbir ‘kötülük’ düşünmeden yarattığı yağla beslenen sönmez bir meşale” olduğu fikriyle sona erer. Yaşar Nabi Nayır çevirisiyle okumuştum Varlık’tan, onu bulamadım, Mihail (Arkadaş), Istrati’nin başyapıtı olarak da bilinir. Eh arkadaşlığın kendisi de öyle değil midir, insanın bir başyapıtı sayılmaz mı? M. Foucault’nun ünlü “İnsanın nihai amacı, kendisini bir sanat yapıtına dönüştürmesidir” cümlesinin yerine, “insan kendisini bir arkadaşa, arkadaşlığa dönüştürmelidir” cümlesini yeğlerim doğrusu. Hem arkadaşlık da sanat yapmanın bir yolu değil midir, üstelik de sonunda değil, yaşarken daha insan kendisini arkadaşlık adlı bir yapıta dönüştürmüş sayılmaz mı?

Istrati’nin hemen tüm yapıtlarında arkadaşlık bir temadan çok, hayatın kendisi, bir gereği olarak geçer. Büyük, efsanevi aşkların bile arkadaşlığa feda edildiği cesur kitaplardır bir bakıma da... Istrati’nin kendisini anlattığı bir karakter olan Adrian Zografi ile Mihail arasındaki bu arkadaşlık da sevginin ideal anlatımıdır.

Panait Istrati’nin kitapları başta olmak üzere Yaşar Kemal, Halide Edip, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Orhan Kemal kitaplarını değişerek okuduğum arkadaşım Şahin’le, Mihail’i elbette biliyorduk ve bazen o bazen ben Adrian, bazen de Mihail oluyorduk. Benim edebiyatla arkadaşlığım da, edebiyatta arkadaşlığım da, edebiyat ve arkadaşlığım da Şahin’le başlamıştır. Ve onun yokluğundan sonra onun yerine de sürmüştür. Edebiyat okumak, yazar olmak için, bir edebiyat dili olan Fransızcayı birlikte seçtik, kendimizce Baudelaire’den, Rimbaud’dan, Apollinaire’den şahane çeviriler yaptık. Fransızca hocamız Gül hocaya birlikte âşık olduk, bütün bunlar ortaokulda geçiyordu, hani şu her gün değiştirilen milli eğitim sisteminde, eskiden 3 yıl olan okul yani, 11 yaşında başlayıp 14 yaşında bitirdiğimiz okulda geçiyordu olay, Eskişehir’de.

Okulda birlikte çıkardığımız duvar gazetesinin adı Ekin’di, elbette devrimciydik, mahalleden, aileden, sokaktan, okuldan, 68’den. Bir de Öztürkçeciydik, öyle ki adı ‘kültür’ anlamına gelen duvar gazetemiz ‘Ekin’de üniversiteli abilerimizin, ablalarımızın eylemlerini destekleyen yazılar yazıyorduk, onları birer kahraman olarak görüyor, övüyor ve seviyorduk. Benim babam oto tamircisi, onun babası marangoz atölyesinde ustaydı, orta ikiden terkin ne olduğunu onlardan öğrendik, Ece Ayhan’dan okuduk.

Arkadaşlık kahramanlık gibi bir şeydi işte. Arkadaş olunca kahraman da olurdu insan, kahramanlarsa zaten arkadaştı. Devrimci olmanın, toplumcu, sosyalist olmanın iyilikle ölçüldüğü, iyi bir insan olmakla anlam kazandığı bir tür mistik anlayıştı bu. Olsun, mitik de olabilir mistik de, ben devrimciliği de arkadaşlığı da hâlâ böyle görüyorum, iyi insanlar olmak için, iyiysek daha iyi olmak için. Devrimcilik öyle ya toplumu iyileştirmek, daha iyi kılmaksa, arkadaşlık da birbirini iyileştirmek, daha iyi insanlar yapmak demekti. Keşke yine öyle anlaşılsa.

Şahin’in bende sarışın bir vesikalığı vardır, siyahbeyaz ama beyazı daha çok, arkasında Yaşar Kemal okumalarımızdan kalma bir ikilik: “Duvarın dibinde resmim aldılar/ ak kağıt üstünde tanıyın beni.” Birlikte hiç fotoğrafımız yok ama o gittikten sonra şiirimiz oldu. Onun yokluğu şiirimiz oldu demeliyim. Ortaokuldan sonra, babasının çalıştığı marangoz atölyesi kapandığı için İstanbul’a taşındılar. Pendik’in güzel zamanlarına, yazlarına taşındılar. Bir ya da iki kez gittim, Cem Karaca’yı ilk orada Pendik’te bir açıkhava sinemasındaki konserinde gördüm, dinledim, o gece ikimiz de sol yumruklarımızı hiç indirmedik, yıldızlar görsün diye mi, yoksa yumruklarımıza da yıldızlar düşsün diye mi, bilmem. Şahin liseye gidiyordu ve bir Boşnak kızına tutulmuştu, ona şiirler yazıyordu. Ben de Ankara’da liseye gidiyor ve absürd oyunlar, öyküler yazıyordum. Ama ikimiz de bizi birbirimize daha da yakınlaştıran edebiyat aşkımızla, arkadaşlığımız için durmadan okuyorduk. Oburlar gibi. Oysa ikimiz de zayıf çocuklardık, gözlüklü ve incecik. Birbirimizden inceydik demem, Şahin her zaman benden daha inceydi. Elbette her bakımdan. Zaten de ipince gitti.

Liseyi bitirdiği yıl görmeyen sağ gözünün tarafından gelen bir banliyö treninin altında kaldı. Benim de gençliğim yarım kaldı. Onun yerine de okudum, belki de bu yüzden çok okudum, bulduğum her şeyi. Sonra da yazdım, açık- gizli onun yerine de yazdığım oldu. O beni arkadaşlığa alıştırdı. Bu da büyük bir arkadaşlıktır. Arkadaşlığa başlatmak da arkadaşlığa alıştırmak da, arkadaşlık ahlakının gereğidir. Sonra neredeyse arkadaş delisi oldum, bilhassa şiirde. Ama bundan önce belki de sevgili arkadaşım, 18’ine yeni girdiğinde yitirdiğim, birlikte şair, yazar olma hayalleri kurduğumuz, bu yüzden de ortaokulda Fransızca şubesine yazıldığımız, sağ gözü, görmeyen gözü takma olduğu için, “sen de Yaşar Kemal gibi her şeyi soldan görüyorsun!” diye şakalaştığım, ama aynı zamanda bundan ikimize de solcu olmak gibi birer övünç payı çıkardığım ‘ince başak, sarı cümle, yüreği yufka’ Şahin Şencan’ın anısına yazdığım, “Yağmur ve Fransızca” adlı uzun şiirimden bir kaç bölümü buraya yazayım:

“1.

Eski arkadaşlıklar resimliydi

‘canım arkadaşıma cansız hatıra’

fotoğraflar siyah-beyaz, hatırası derindi

bir gözü tenhaydı Şahin’in bir gözü kalabalık

arkadaşı gibi gözü var mı insanın

nasıl olsa dünyaya aynı gözle bakacaktık

 

Ben senin tenha gözün olacaktım hem

tek başıma en kalabalık arkadaşın

yarım bir çocuk olarak beni

bu dünyaya erkenden bırakmasaydın

 

2.

İnsan arkadaşına benzer

ve iyidir benzemesi

arkadaşlığın da eski bir şehre

hele usul sesliyse şehir, trenler de

bölmemişse henüz arkadaşlığın sesini

 

Ben benzemenin iyi olduğu şehirlerden

yani benzediğim ne varsa eskiden

yavaş akan bir şehir, sakin kitaplar,

su aziz ve biz büyüdükçe yeşil

bir nehir, kuşları bile dalında yerli

bir şehirden birden kanatsız uçtum

kayıp ikizlerle dolu bir şehre düştüm

baktım herkes benzersizin peşinde

herkes kayıp arayan yok kendini

anladım beyhudeymiş benzerimi aramak

eski arkadaşlıkların payına bir damla bile

gözyaşının düşmediği şehirde

 

3.

Biz iki çocuktuk, şimdi çok eski

isimler gibi hatırda dursa da dile gelmeyen

şiirler gibi kimse anlamayacaktı zaten

bizim birbirimizden ne anladığımızı

 

Biz iki çocuktuk ve kelimeler

yeniydi, dilimizi yakıyordu,

büyüktü, çocuk ruhumuzu dağlıyordu

sokaktan nereye kaçsak

filmlere, kitaplara, evlere

gözün suçu hızla ağırlaşıyordu

 

Biz iki çocuktuk, iki arkadaş

birbirimizden başka kahramanımız yoktu

gözlerimiz arkadaşlıkla dolu dolu

çıkıyorduk filmlerden, romanlardan da

sessizce yürüyorduk birbirimize çıkan

içimizdeki en uzun yolu

...........

Bir ahlak biçimi olarak arkadaşlık

Yine o yıllarda, 60’ların sonu 70’lerin başı, insanın çocuk olmaktan pek mutsuz olmasa da bir an önce genç olup, aşkı da, kavgayı da, direnişi de yaşamak tutkusuyla içinden kanatlandığı ve gözlerinin gençlikle kamaştığı yıllarda yani, belki de yaşananları ve hayal ettiklerimizi en iyi anlatan şeyler arkadaşlık üzerine yazılan, gösterilen, söylenen şeylerdi. Mahirlerin, Denizlerin, Ulaşların, Kaypakkayaların fedakârlık, fedailik, feragat duygularını ve ne kadar diğerkâm (özgeci) olabildiklerini görmek için birkaç yıl daha geçmesi gerekecekti. Ama hissediliyordu. Havada yaz günü gibi sıcak, bahar gibi taze bir arkadaşlık kokusu vardı. Bu arkadaşlıkların kış gibi çetin ve güz gibi anlamlı olacağına da kimsenin kuşkusu yoktu. Öyle de oldu. Genç olmayı hiç bu kadar istememiştim, 1970’de 14 yaşındaydım ve niye birkaç yıl önce dünyaya gelmedim diye üzülüyordum. Çünkü o zamanlar devrimci abilerle, ablalarla konuşmak, buluşmak, onlardan kitap alıp okumak, onlara sorular sormak ve bazen de tartışmak kadar hoşuma giden başka bir şey yoktu. Belki de onların yaşında olamayışımın acısını böyle çıkarıyordum. Son yıllarda, yaşlanmaya yüz tutunca, niye biraz daha genç değilim diye hayıflandığım da oldu, oluyor ama, bunlar bile o zamanki genç olma isteği ve tutkusunun yanında kül gibi kalır.

Sanırım bizim kuşak ve bir üst kuşak için, yani 68 Kuşağı ve onları izleyen bizler için arkadaşlık duygusu, yoldaşlıkla da güçlenen, beslenen ve aslında kurmak istediğimiz yapının en değerli bileşenlerinden biri, belki de başlıcasıydı. “Devrim yapılmaz, devrim olunur” düşüncesinin başlangıcıydı belki de. Arkadaş olmak, devrim olmaktı. Devrim olmak da, aşk olmak olduğuna göre deyip sürdürmek kadar, devamı devrime deyip burada durmak da en iyisi.

Tabii pek çok kitap, şimdi çoğunun adını unuttum, ama duyguları adlarından daha önemli olan kitaplar okudum devrim ve arkadaşlık yolunda. Ve Melih Cevdet Anday’ın Rosenbergler için yazdığı “Anı” şiirinin dizelerini hatırladım: “Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm/ kahramanlıklar okudum tarihte/ çağımıza yakışan vakur, sade/ davranışınız geliyor aklıma.” Sovyet romanları, Bulgar romanları, Çin romanları, İspanyol romanları, iyi- kötü, ama ne olursa olsun, hepsinde de bir ahlak olarak yüceltilen şey, hatta kendisi bence devrimci ahlak ya da sosyalist ahlak sayılabilecek şey, bir arkadaşlık ahlakıydı, daha doğrusu arkadaşlık bir ahlak biçimiydi.

Sonra adı sosyalist olan ama ne yazık ki bürokratik sosyalizm aşamasında kalmış toplumlarda “emek kahramanı” olarak yüceltilen, ister istemez bir tür kapitalist uygulama olan bu şeyden önce, devrimleri yapanlar, bu uğurda yaşamlarını verenler için “arkadaşlık kahramanı” denilebileceğini de düşündüm. Onlar evet öldüler, devrim için savaşarak öldüler ama, “devrimciler ölür, devrimler sürer” şiarının tersine bir şey oldu. Devrimler öldü, arkadaşlıklar sürdü. Devrim kadar kıymetli olan şey yani. Şiir de bunun bir örneğidir, devrimler öldükten sonra süren şeydir, arkadaşlıktır işte, arkadaşlık yoludur, tıpkı devrim yolu, yolculuğu gibi.

Yaşayanlar doğal olarak arkadaşım ama şimdi uzaklarda olan şair ve yazar arkadaşlarımı “arkadaşlık şiiri” ya da “arkadaşlık sanatı” adına da, özlemle anmak isterim: Ergin Günçe, Nilgün Marmara, Hulki Aktunç, Zafer Ekin Karabay, Abdülkadir Bulut, Ece Ayhan, Cemal Süreya, İlhan Berk, Tomris Uyar, Metin Altıok, Behçet Aysan, Süha Tuğtepe, Füsun Akatlı, Mehmet Günsür, Feyyaz Kayacan, Mehmet H. Doğan, Mevlüt Gülveren, Emre Çağatay, Salih Ecer, Didem Madak, Necmi Selamet, Hüseyin Öncü, Seyhan Erözçelik, Cenk Koyuncu, Ahmet Erhan, Adnan Azar... Arkadaşlığın bir şiir biçimi olduğunu onlarla yaşadım ve o yüzden Cemal Süreya’nın dizesini “Bir şiirde arkadaşlık şart” diye anladım.

 

İllüstrasyon: Yeşim Paktin